Mustafa Çevikdoğan ile öyküleriyle huzursuzluğun "içevurum"unu izlemenin mümkün olduğu bir dünya kurduğu yeni kitabı Geçecek Zaman üzerine konuştuk.
Mustafa Çevikdoğan ile ikinci öykü kitabı Geçecek Zaman üzerine yapmış olduğumuz söyleşi geçmiş zaman dilimlerinde akmış olan zamanın şimdiki zamanı etkileyerek hikâyeleri nasıl biçimlendirdiği ve nitelediği yönünde gerçekleşti.
Geçmiş bize ne söyler, şimdiki zamanda söylenenler nasıl algılanır, anlatılan hikâyelerin şifreleri nelerdir, hikâyeler nasıl hiç tahmin etmediğimiz yerlerden dönüşür ve yazmak neye tekabül eder, edebi dünya neyin nesidir, tavandaki ayak izleri kime aittir soruları eşliğinde gerçekleşen sohbetimizde Geçecek Zaman öykü kitabı ayakların yere sağlam bastığı öykülerle çağdaş edebiyat içerisindeki yerini alıyor. Bunu yazmakta iyi etmiyorum galiba ama geçecek olan zamanda da anlayacağınız üzere tavandaki ayak izleri sizin ayak izleriniz sanırım.
Söyleşiye zamanın gerçek/günlük yaşamdaki yansımaları ile kurgusal metinlerdeki yansımaları hakkında konuşarak başlamak isterim. Gerçek ile kurgu metinler arasındaki o görünür görünmez ince çizgileri, kurguyla gerçekliğin birbirinin alanlarına belli belirsiz girip çıkmalarını konuşmamız gerekiyor belki de. Zamanı da işin içine katarak sormak istediğim bu soruda- zamanı hangi yapıda tam olarak temize çekebiliyoruz sizce? Belli bir zamanın içinde gerçek zamanlı yaşarken elimize bir metin olarak verilmiyor hayat ama kurgu bir metinde verilebiliyor. Zaman, kurgu bir metinde altın bir tepside sunulabiliyor yani. Bunları düşünüyor olmamda kitaplarınız - Temiz Kâğıdı ve Geçecek Zaman - etkili oluyor elbet.
Aynı zamanda yayıncı olan birinden bunu duymayı garipseyeceksiniz belki ama kitapların isimlerine, kapaklarına bu kadar anlam yüklenmesine hâlâ şaşırıyorum. Evet, zamana, hele de Türkiye’nin zamanına dair çok fazla derdim var ama böyle sorulduğunda istediğim gibi anlatamıyorum. Kayıp Zamanın İzinde’den çok etkileniyorum belki; fakat üzerine kritik yazmak yerine bu izlenimleri bir öyküde, romanda değerlendirmeyi tercih ediyorum. Duyguyu koruyorum, besliyorum ama adını koymuyorum. İçimde bir yerde çözemediğim şeyler olduğu düşüncesi beni tavlıyor. Yapabildiğim tek şey bunu bir forma sokmak. Ortaya çıkan şeyi herkes eleştirebilir, yorumlayabilir – ben hariç. Yaratma sürecinde çekilen dertler –teknik meselelerin, olay akışının değil; dertlerin– yazarın mahremi olmalı. Bu öyküde şunu yaptım, derdim buydu demek iki anlama gelir en fazla: Ya iyi anlatamadığımdan endişe ediyorumdur ya da karşımdakilerin ferasetlerinden emin değilimdir.
2017 Aralık ayında gelen Temiz Kâğıdı ve Ekim 2021’de gelen Geçecek Zaman öykü kitaplarınız olmak üzere iki öykü kitabınız mevcut. İki kitabınız arasında neredeyse dört yıllık bir zaman dilimi var. Birinci öykü kitabından ikinci öykü kitabına yolculuğun nasıl geçtiğini sormak istiyorum fakat şuna da değinmeden geçmek istemiyorum. 2013 veya 2014 yılında notlarını alıp 2020’de veya 2021’de tamamladığınız öyküleriniz kapsamında, bazı öykülerin iki kitabınızın zaman aralığından daha uzun bir sürede ortaya çıktığı üzerine konuşmak isterim. Öykünün kısa bir metin olması fakat öykü yazma ediminin zamana yayılışı ile ilgili ne söylemek istersiniz, sizde bu durumlar tezahürünü nasıl buluyor?
Aklıma iyi bir fikir geldiğinde sessizce gitmesini bekliyorum. Eğer uzun süre geçer ve hâlâ aklımı çelmeye devam ederse notlar alıyorum. Kafamda birkaç defa yazıyorum. Hikâyesini yakın arkadaşlarıma anlatıp bakışlarından, sorularından tepkilerini anlamaya çalışıyorum – çünkü hiçbir iyi arkadaş yekten, “Harika bir fikir!” ya da, “Çok kötü!” demez. Bu aşama, hikâye kısmının deneme sürüşü oluyor. Tabii ki öyküler, romanlar iyi bir hikâyeden ibaret değil ama yazdıklarımın bu noktada da mümkün olduğunca doyurucu olmasını amaçlıyorum. Sonrasında yine uzun gidiş gelişler oluyor. Yıllar geçiyor. Çoğu zaman tembellikten geciktirdiğimi düşünsem de galiba en doğru zamanı bekliyorum. Hem zaten acelem yok. Daha kısa aralıklarla kitap basayım diye bir derdim yok. Beklentim yok. Edebiyattan alacağımız hiçbir tatmin –ödül, alkış, para vs. (gerçi bende bunlar da yok)– metni bitirdikten sonra yaşadığımız kendi tatminimizin yerine geçemiyor.
Günceli yakalamayı da umursamıyorum. Dert ettiğim şeyleri, en iyi anlatabileceğimi düşündüğüm âna kadar saklıyorum. Ben o meseleyle hesaplaşayım yeter. Modası, zamanı geçmiş, mühim değil. Sanırım sadece iki öyküyü zihnime doğduktan sonra, kısa sürede yazıp bitirdim. Şu anda bile en az iki-üç kitaplık fikir var kafamda. Bu kadar uzun süre sınadığım içindir belki, yazmaya heves edip de yarım bıraktığım hiçbir metin olmadı.
Beş öyküden oluşan Geçecek Zaman’ın ilk öyküsü “Sizin Zamanınızda”. Kitabın ismini niteleyen, tam anlamıyla “geçecek zamanın” içinde olduğumuz (içine çekildiğimiz değil) bir öykü ile başlıyoruz kitaba. Geçecek olan 58 yılın içindeyiz. Kemalettin Bey ile tanışıyoruz ve onun alıp okumaya başladığı bir kitap, kitabı aldığı tarih ile bitirdiği tarihi not ettiği üç günlük bir zaman dilimi sonrası geçen 58 yıl mevzu bahis. Bu 58 yıl sonrası kitabı alan anlatıcımız tarafından anlatılmaya, hatta yeniden yazılmaya başlanan bir öykü. Anlatıcının öykü içerisinde birçok yazara selam da verdiği öykü bittiğinde şöyle bir soru belirdi aklımda: Geçecek zaman, o geçmiş zamanı gerçekten yaşamış olan kişi için mi vardır yoksa şimdiki zamanın içinden geçmiş olan, o zamana bakan, o hikâyeyi okuyan, Kemalettin Bey’in hayatını her şeyiyle yeniden kurgulayan kişi için mi vardır? Ne dersiniz?
Bu hikâyedeki karakterin bahsettiği kitap bende. Sahaftan almıştım. Başındaki ve sonundaki notları görünce de kederlenmiştim. Çünkü mekânlar ve nesneler beni yoruyor, zamandan çok. Her gün geçtiğim İstiklal Caddesi’nde bir zamanlar sevdiğim yazarların ağlayarak, eğlenerek, sallanarak, kavga ederek yürüdükleri düşüncesi dayanılmaz geliyor. Bir yere koyamıyorum bunu. Canlandıramıyorum. Ya da canlanmamalarına anlam veremiyorum. Mekân aynı, sahaftan aldığım kitap aynı ama biz başkayız. Zamanın geçmesine değil mekânın kalmasına şaşırıyorum. Bu meselede dert ortağı olduğum yazarların da bende ayrı bir yeri var hâliyle. Hepsi de öyküde geçiyor zaten. Öyküde açıkça anlatılan başka bir mesele daha var: Ziya Osman Saba’yı, Abdülhak Şinasi’yi taparcasına seviyorum ama öykünün anlatıcısı gibi ben de öfkeleniyorum onlara. Gamsızlıklarına, şanslılıklarına öfkeleniyorum. Kıskanıyorum ya da. Ülkemizde kolay kolay elde edilemeyen bu lüksü böylesine gamsızca ve muazzam bir başarıyla yaşayabildikleri için onları kıskanıyorum.
“Tüm kutuları doldurmuş olmamız bulmacadaki tüm soruların cevabını bildiğimiz anlamına mı gelir?” “Size Güzelliği Getireceğim”. Kitabın ikinci öyküsü ve bu sefer geçecek olan değil de gelecek olan zamanlar mevzu bahis. Öykünün anlatıcısı zaman içerisinde artık popülerliğini kaybetmiş bir bulmaca dergisinin, şifreli bulmacalar yaratan yazarı. Amaç tüm kutuları doldurup bir bulmacayı tamamen cevaplayabilmek mi yoksa şifreler yaratarak; şimdiki zamanda olduğu gibi gelecekte de hatırlanmak, hiç unutulmamak adına zamanı mühürleyerek geleceğe mektuplar bırakmak mı? Anlatıcıyla empati kurduğumuzda zihnin kendini boşlamakla boşlamamak arasında bir şeye tutunma isteği de var elbet fakat birileri olmasa eğer, orada olmasalar eğer, bunca şifre yaratılır mı? Bu öykü neyi şifreleme isteğinize istinaden oluştu tam olarak desem, ne dersiniz? Bu şifreli metinde geçen “Orada olduğunu biliyorum.” diye hitap ettiğiniz kişi/kişiler kim? Bulmaca yazarı mı, yoksa bulmacayı tamamen çözüp, doğru şifreye ulaşacak olan okuyucular mı?
Bu öykü, kendimi zora koşma çabamın verimi. Oyunbaz bir metin yazabilir miyim merakıyla yazdım. Öyle ahım şahım bir akıl oyunu da yok. Tamam, şifreler var ama eminim uğraşmaya değer görenler bir şekilde çözeceklerdir. Zaten metnin içinde bol bol ipucu mevcut. Bulmacadaki tüm kutuları doldurduğunuzda tüm soruları cevaplamış olamayacağınız gibi öyküyü oluşturan tüm cümleleri okuduğunuzda da metinde anlatılan her şeyi anlayamayabilirsiniz. Geri dönüp birkaç kez daha bakmak gerekebilir, o kadar önemsenirse.
Öyküde de geçiyor: Tüm alfabeler aslında şifreleme sistemi. Yani isterseniz en gelişmiş şifreleme yöntemleriyle insanlara mesaj gönderin, isterseniz kocaman kocaman Latin harfleriyle. Karşınızdakilerin almak isteyeceği kadarsınız. Yazıyorsanız ve hâlâ yazıdan umudunuz varsa birilerinin orada olduğuna inanmak zorundasınız. Edebiyat mezarlığı muhtemelen böyle düşünen yazarlarla dolu ama bu da hiçbir şeyi değiştirmez. Yazmak için, mektup göndermek için orada birilerinin olduğuna inanmaktan başka çare yok. Çünkü mektup göndermekten başka yapacak bir iş yok.
“Sihirli Parmaklar Korosu”. Sığınak olarak bildiğim, öyle “sandığım” alan sığınak değilse; hayranı olduğum yazarlar düşündüğüm gibi değilse, yazmanın sağaltıcı bir etkisi olmadığını öğrenirsem, yazın dünyası savaşıp yaralandığım modern dünyadan farksız ise, ne olur? “Herkes bir şeylerle ilgileniyordu ama sanki etrafta ilgilenecek o kadar da çok şey yok gibiydi.” Kendilerine ormanın içinde savaşılan dünyadan uzakta, daha steril bir alan yaratan yayın dünyası kampı, edebiyatı ayakta tutup, korumak, üretmek adına değil de sanki bir kişisel gelişim kampı yaratmış gibiler. Üstelik bu yaratılan dünya savaşın tüm şiddetiyle var olduğu dışarıdaki dünya olmadan var olamayacak bir dünya! Kitabın tam ortasında yer alan bu öykü sandığımız şeylerin -bu her ne olursa olsun- hiç de sandığımız gibi olmadığını bize gösteriyor sanki. Öykü ile ilgili bilgi aktarırken Mayıs 2020’de yazıldı demişsiniz. Diğer öykülerle ilgili zaman aralıkları varken bu öyküye dair tek tarih bilgisi sanki çok kısa bir sürede, aniden yazılmış izlenimi verdi bana, aniden ormandan kaçmak ister gibi sanki, ne dersiniz?
Bu öykü tam olarak pandemi verimi. Fikrime doğduktan sonra hemen yazmaya başlamasam da karakterleri ve olay örgüsü basit bir öykü olduğu için hikâyeyi kurmak çok uzun sürmedi. Evdeydim, sağlığım, işlerim yolundaydı, keyfim yerindeydi ve bu öyküyü yazdım. Gerçi anlatım açısından beni en çok yoran da bu oldu. Mayıs 2020’de bitti diye imzalasam da sonrasındaki aylar boyunca sürekli dönüp dönüp anlatıcıya, zaman akışına müdahale etmem gerekti.
Tüm öykülerde bir tür muğlaklık, gizem, tekinsizlik, anlam veremediğimiz ama kafamızı meşgul eden olaylar, şifreler mevzu bahis ama “Tavanda Ayak İzleri” öyküsü anlatılan karakteri farklı birçok meseleden kavrıyor. Bu öyküde de orman metaforu var; orman cini adı altında. Apaçık ortadaki kahramanımızın gördüm dediği orman cini bir biblo Bilincimizin, kafamızdaki meselelerin algılarımızı ve duyularımızı yalnızken farklı, birisiyle beraberken farklı çalıştırdığı gerçeği var. Algı yansımalarının bozuk düzen tezahürü diyebiliriz buna ve bu bozuk düzeni yaratan şey her neyse ona ulaştığımızda, onu getirip yanımıza koyduğumuzda her şey düzeliyor mu? Ayrıca bu öyküde de “Size Güzellikler Getireceğim” öyküsündeki gibi art arda şifrelerden mütevellit parçalı, bozuk bir yapıdan sonra, son paragrafta düzenin bir şekilde sağlanıyor olması meselesi vardı. Yalnızlığımızın parçası olan şeyi bulduğumuzda, onun şifrelerini çözdüğümüzü düşündüğümüzde, modern insanın en büyük problemi olan kafasının içinde yarattığı tüm algı bozulmalarını düzeltebilme sebebi olarak da karşımıza çıkabiliyor o biblolar ya da şifreler diyebilir miyiz; ne dersiniz?
Öyküdeki orman cini için “biblo” diyorsunuz ya, öykünün kahramanı Cem’in isyanı da aslında buna. Öykü boyunca karşı binaya iki kişi bakıyor. Biri biblo görüyor, diğeri orman cini. Ama biz biblo görene inanıyoruz çünkü bu tavır daha makul ve daha güvenli.
Cem’de sanatçı kumaşı var, herkesten farklı görüyor. Neyi gördüğünü biliyor ve başkalarının ne dediğine kulak asmaması gerektiğini anladığında ateşi Cihangir’den çalıp kendi evine getiriyor. Sonunda da yazmaya başlıyor. Bu yüzden bu metin, bir meydan okuma öyküsü.
“Size Güzelliği Getireceğim” ile bu öykünün akış olarak birbirine benzediğinin de farkındayım. Daha yazarken de farkındaydım ama içim rahat çünkü iki metnin derdi çok farklı. Bu öykü beni yıllardır o kadar heyecanlandırıyordu ki ne olursa olsun gözden çıkaramazdım.
“Oranın Şarkıları Gibi” öyküsü de kendi özelinde gölgeli taraflar içerse de diğer öykülere nazaran farklı türlü akıyor, farklı bir rahatlama duygusu yaratıyor, ne dersiniz? Onun evinin ışıklarının yanmaması noktasından; “Burası benim evim. Işıkları yanıyor.” noktasına gelene kadarki sürdürdüğümüz yolculuk kitap boyunca sürdürdüğümüz yolculuğa tekabül ediyor aslında ve “Bunu yazmakla iyi etmiyorum galiba. Keselim.” ifadeleriyle ile sonlanıyor. Kitabın son çeyreğinde “Tavandaki Ayak İzleri” öyküsüyle başlayan, “Oranın Şarkıları Gibi” ile devam edilen ve kitabın sonuna manik bir mini anekdot niyetine ayrıca düşülen “Çayı ocakta dolduruyorum koyu, ışığa tutuyorum açık” meselesinin iç içe geçen final Geçecek Zaman’ın tüm öykülerinin kefaretini içeriyor sanki. Bunu bu şekilde düşünüyor olmamın sebebi; onca yazılan öyküden sonra “Bunu yazmakta iyi etmiyorum galiba” denmesi ve “Keselim.” ile net bir şekilde, -bir emir kipi ile- kitaba ilişkin son noktanın konulması sanırım. Ne dersiniz?
Yazdığım tüm öykülerin farklı olmasını, yeni bir deneyin verimi olmasını istiyorum. Çoğu olmuyor tabii. Yine de her seferinde farklı bir şey deneyeyim istiyorum. “Öykü dili oturmamış” dense ya da “maymun iştahlı” dense gocunmam. Bundan sonra da muhtemelen farklı farklı denemeler yapmaya devam edeceğim. Şu an aklımda çok iyi iki fikir var: Biri tarihî roman, biri bilimkurgu. Nereye kadar gider, hangisini daha iyi başarırım, hangisinde çuvallarım bilemiyorum ama denemeye devam edeceğim.
Kitaptaki ilk öykü olan “Sizin Zamanınızda”yı daha önce hiç denemediğim bir üslupla yazmaya çalıştım, muhtemelen bir daha da dönmeyeceğim bir üslupla. Adını andığım yazarların cümlelerini taklit ettim.
“Oranın Şarkıları Gibi” de kitaptaki diğer öykülerden farklı bir metin ve derdini çok önemsiyorum. Karakterden hiç hoşlanmasam da Türkiye’de ciddi bir nüfusa karşılık geldiğini düşünüyorum. Haklı olduğu şeyler var fakat genel olarak itici bir adam benim için. Mesele taşra da değil, bu tiplerin bakış açısı. Benim tarihimde bunun da kayda geçmesi gerekiyordu.
Sondaki metin, dediğiniz gibi alıntı formatında dizildi. İçindekilerde ve teşekkür bölümünde geçmiyor. Çünkü bana ait değil. “Tavanda Ayak İzleri”nin kahramanını yeni hayatına başladıktan sonra yazdığı ilk metin. Ben de elimden geldiğince yardımcı olmak istedim.
Öykülerdeki anlatım ve dil yapısını konuşarak bitirelim. Hikâyeye de karakterlere de dışarıdan bakan ve hikâyeyi olduğu gibi anlatan bir yapı söz konusu. Ara ara mizahi bakış da mevzu bahis aynı zamanda. Zamanın içinde gidip gelerek, günümüz şehirli insanının üzerine gölge gibi düşen hikâyeleri anlatırken oluşan dil yapısı ise Türkçedeki eski kelimelerle karşılaşmamıza da sebebiyet vermekte. Böyle bir anlatım içinde bu dil yapısı kendiliğinden mi oluştu dersiniz yoksa anlatımda eski Türkçeyi bir şekilde kullanmayı seviyorum, öyle de yazıyorum mu dersiniz?
Bir de kitaba, Halide Edib Adıvar’ın Tatarcık romanından şu alıntı ile başlıyorsunuz: “Her nedense bizde kadın erkek esasen pek az kişi ıslık çalar.” Aslında güncel, şehirli insanı, çağımızın ayakta durma savaşlarını, günümüz insanının algılama meselelerini, insanlardan ziyade nesneyle olan ilişkisini, mekânsal olarak zamanla, ormanla, hanlarla, evlerle olan bağını pek az kişi doğru anlatı ve dil yapısı ile başarabilir. Öyküleriniz böyle bir yapı üzerine anlatımı ve dil yapısı ile bütünlüklü bir şekilde yerleşiyor. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
Temiz Kâğıdı çıktığında “mizah” meselesi çok başımı ağrıttı. Eskiden gazetelerin hediye ettiği korkunç fıkra kitaplarından birini mi yazdım acaba diye düşündüm yer yer. “Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen!” diyecek özgüvene sahip olmak isterdim ama belli ki hatalı olan bendim.
Eğer öykünün iyi aktığını düşünüyorsam sözü uzatmaktan çekinmiyorum. İyi bir anlatım damarı bulduğumda bu macera daha uzun sürsün istiyorum. Sevdiğim kitapları öyle okuyorum çünkü; kendi kitabımda neden olmasın. Bu yüzden öyküler biraz fazla uzamış olabilir. Ben memnunum.
İlla eski kelime kullanmak gibi bir derdim yok. Hatta bu ısrarı anlamsız bulurum. Ama ben dilciyim, Türkçeyi de seviyorum. İyi yazarlardan farklı örnek kullanımlarını defalarca görmediğim, referansı sağlam olmayan hiçbir kelimeyi poz kesmek için metnime almıyorum. O kelimenin tastamam karşılığı olan yeni bir kelime varsa da mutlaka yeni olanı kullanıyorum. Bazen yazı bittikten sonra kendi metnimi sadeleştirdiğim oluyor. Bazen nüanslardan vazgeçmek pahasına eski bir kelimeyi çıkarıp yeni karşılık bulduğum oluyor. Ama hâlâ metnin içindeyse başka bir seçenek olmadığı içindir. Hem biz kendimizi kısıtlayacağımıza okurlar daha fazla sözlük kullansın. Çok da zor kelimeler değil. Hatta çoğu eski de değil. Türkçenin has kelimeleri, deyimleri.
Bu kitaptaki öyküleri peş peşe dizip okuduğumda şaşırtıcı bir şekilde hepsinde yoğun bir öfke ve acı bir yardım isteği olduğunu gördüm. Hiçbirini bu niyetle yazmamıştım oysa. Bence Halide Edib de sizin de andığınız bu enteresan cümleyi kurarken bunu düşünmüştü. Ya da ben böyle okumayı tercih ediyorum. Kuyuya atılmışız, yardıma muhtacız. Mektuplarımızı okuyacak birilerine, elimizden tutup çekecek birilerine, bize inanacak birilerine muhtacız ama ıslık çalmayı bilmediğimiz için kuyuda çırpınmaya devam ediyoruz.