Önce Yaşar Kemal ayrıldı aramızdan. Ardından Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, çağdaş Alman edebiyatının en büyük yazarlarından Günter Grass'ı ve aynı gün Eduardo Geleano'yu kaybettik. Hiç kuşkusuz yeri doldurulamayacak, isimleri unutulmayacak, manevi varlıkları eserlerinde yaşayacak insanlardı. Yazarlıkları kadar dünya karşısındaki duruşlarıyla da hatırlanmayı hak ediyorlar.
Yaşar Kemal'in romanlarıyla büyüdüm ben. Günter Grass ve Eduardo Geleano'yu okumam 80'li yıllardadır. Gelano'nun "Latin Amerika'nın Kesik Damarları" 80 darbesinin moral bozukluğundaki bizim kuşağımıza çok iyi gelmişti. Günter Grass'la tanışıklığım ise -itiraf etmeliyim ki- edebiyat değil sinema sayesindedir. O sıralarda edebiyat yazıları yazmaya yeni başlamış bir gençtim. Dünya edebiyatı hakkında bilgim vardı ama Grass'ı hiç okumamıştım. Zaten -tuhaftır- Türkiye'de çok bilinen bir yazar değildi Günter Grass. Şimdi geriye dönüp arşivleri karıştırdığımda, Alman Kültür Derneği tarafından 1964 yılında yayımlanan "On Dakika Sonra Buffalo" adlı tiyatro oyunu ve 1972 yılında Cem Yayınevi’nin hazırladığı "Teneke Trampet" romanı dışında hiçbir kitabının Türkçeye çevrilmediğini görüyorum. 1959'da yazdığı "Die Blechtromme"nin -"Teneke Trampet"in- neden onca yıl çevrilmediği, çevrilmesinden sonra 70’ler boyunca neden öne çıkmadığı ayrı bir tartışma ve yazı konusu olmalı. Diyeceğim o ki 80'lerin başında Günter Grass okurlar için "bildik" bir yazar sayılmazdı, ta ki "Teneke Trampet" filmi gösterime girene kadar.
Alman rejisör Volker Schlöndorff tarafından 1979 yılında filme alınan "Teneke Trampet" 1980'de en iyi yabancı film kategorisinde Oscar ve Cannes’de Palme d’Or ödüllerini kazanmıştı. Yönetmenin, filmin ve oyuncuların hakkını teslim edelim; gerçekten etkileyici bir yapımdı. Öte yandan, küçük bir çocuğun büyümeye karşı direnişini bir metafor olarak kullanan Grass'ın hikâyesi tek kelime ile "çarpıcı"ydı.
Alman halkını temsil eden kötü ruhlu bir çocuk
Filmi izledikten sonra okudum romanı. Şaşırmıştım. Böylesine çıplak gerçeklere değinen, siyasi ve toplumsal derinliğe sahip bir anlatının böylesine modernist eğilimler barındırmasına alışkın değildim. Latin Amerika'nın "büyülü gerçekçilik" dediğimiz tarzına yaklaşan "Teneke Trampet" bu tarz meseleleri dillendiren toplumcu romanlardan biçim açısından çok farklıydı. Evet, Nazizmin yükselişi, şiddet, acımasızlık, umarsızca yaşayan insanlar, bir avuç direnişçi, hepsi yerli yerindeydi ama bütün bunları henüz üç yaşındayken hayattan tiksinerek anne rahmine dönmek isteyen, dönemediğinde büyümesini durduran, çevresindeki olaylara trampeti ve haykırışlarıyla müdahale eden bir çocuk karakterin bakış açısından anlatıyordu Grass. Görünenin ardındaki kirliliği, bayağılığı, toplumun suç ortaklığını teşhir etmek için satirik anlatımın bütün imkânlarını kullanmış, kâh alaya almış, kâh parodi yapmış, kâh karikatürize etmiş ve sonunda kahramanlık peleriniyle dolaşan Nazizmin bayağılığını ortaya çıkarmıştı.
Böyle bir anlatım tarzı Grass’ın dünya görüşünün edebiyattaki yansımasıdır. Dünyanın gidişatından duyulan rahatsızlığın, bir önceki çağın kazanımlarının ve ideallerinin sonuna gelindiğinin, insanoğlunun ahlak ve moral değerler açısından boşluğa düştüğünün ifadesidir bu. Grass sadece "Teneke Trampet"te değil diğer romanlarında da dünyanın ve insanlığın geldiği bu durumu grotesk bir anlatımla vermeye çalışır. İçinde yaşadığı çağın -Yıldız Ecevit'in deyişiyle- “gerçeğini, geleneksel gerçekçi yazarların yaptığı gibi, ona ‘ayna’ tutarak yansıtmaz (...) gerçeği, kendi biçim ögeleri ve şok edici motifleriyle ‘mikroskop’ altına koyar. " Vaat edilen maddi ve manevi çıkarlar adına Nazizme destek olan, en azından sesini çıkarmayan Alman halkını temsil eden roman kahramanı Oscar elbette büyümeyen, zihinsel ve duygusal yönlerden gelişemeyen bir çocuktur; hem kötü ruhludur hem de bir savaş suçlusu...
Hatırlamak ve hesaplaşmak için
16 Ekim 1927 tarihinde Danzig-Langfuhr’da doğan Günter Grass ilk romanı "Teneke Trampet"i yazmaya başladığında -1956 yılında- henüz otuzuna basmamıştı. Savaş anıları tazeydi. En önemlisi de yaşananlardan bir Alman olarak kendisinin de Naziler kadar sorumlu olduğunun bilincine varmıştı. Türkiye’ye geldiğinde verdiği röportajda sanatına yön veren bu bilinci bütün çıplaklığıyla şöyle anlatmıştı;
"Bir gün radyoda benim de üyesi olduğum Hitler Gençleri’nin lideri Baldur von Schirach’ın 'Evet, bunları Almanlar yaptı' dediğini duydum. Bu açıklamalar beni çok şaşırttı. Beni, o yetkilinin söyledikleri, yani olayların içinde olan birinin bunu söylemesi uyandırdı. O zamana kadar suçluluğumuzun farkında değildim. (...) Bu yeniden yapılanma döneminde, Almanların kandırıldığına dair bir görüş vardı. O dönemde ben, halkın kandırılarak bir suç işlemeye mecbur bırakıldığını değil, bir suça alıştırıldığını gördüm. Bence bu çok önemli bir ayrıntıydı. O günlerde şiirler yazıyor, resim yapıyordum. Yaptıklarımın politikayla ilgisi yoktu, ama Almanların halk olarak bir suç işlediğini gördüğüm zaman, ‘Teneke Trampet’i yazmaya başladım. Almanların suç işlemeye mecbur bırakıldığı konusunu değil, Almanların bilfiil suçlara katıldığı konusunu işledim. Bu bilinç bana sanatımı geliştirme olanağı verdi."
"Sanatımı" derken sadece edebiyatı kastetmiyor Grass. Savaştan sonra taş ustalığı meslek öğrenimi yapan, Düsseldorf ve Berlin'de üniversite düzeyinde sanat eğitimini gören Grass yaratıcılığını çok farklı alanlarda göstermişti. Ressam, heykeltıraş, grafiker, şair ve yazar olmasının yanı sıra iyi bir hatip, usta bir gazeteciydi. Uğraşısı ne olursa olsun amacı savaş sırasında edindiği deneyimleri gelecek kuşaklara aktarmak, arsızca bir unutuşun önüne geçmekti.
"Teneke Trampet", ardından gelen "Kedi ve Fare"(1961) adlı uzun hikâye ve "Köpek Yılları"(1963) adlı romanla birlikte "Danzig Trilojisi"ni oluşturur. Birbirinden bağımsız olan hikâyelerin ortak noktası Danzig kenti ve büyüdüklerinde geçmişin acılarından kaçamayan çocuklar ve gençlerdir. Grass'ın parlak yazarlık kariyeri "Bir Salyangozun Günlüğünden", "Pisi Balığı", "Dişi Fare", “Dil Çıkartmak” ve “Ölü Tahta” romanlarıyla sürer. II. Dünya Savaşı'nın acıları yerini yeni bölgesel savaşlar, üçüncü dünyanın yoksulluğu, çevre kirliliği türünden yakıcı meseleler alır. 90’lı yıllarda kaleme aldığı “Geniş Bir Alan” (1995), “Yüzyılım” ve otobiyografik özellikler taşıyan üç ciltlik "Trilojinin Hatırası" kitapları 20. yüzyılın geniş bir panoramasını sergiler. Gerçek otobiyografisi olan "Soğanları Soyarken”de Nazi rejiminin "Waffen-SS" adı verilen özel silahlı timinin bir üyesi olduğunu açıklaması ise Grass'ın sert eleştirilerle karşılaşmasına neden olacaktır. Oysa -yukarıda da belirtmiştim- yazdığı her romanı hatırlamak ve hesaplaşmak üzerinedir. Edebiyat ve sanat eserlerinin yanı sıra, siyasi ve toplumsal meselelere duyarlı pek çok yazardan farklı olarak siyasetin doğrudan içinde yer almış, 1960'lı yıllardan itibaren toplumsal eleştirisini salonlarda ve meydanlarda dillendirmiş, sosyal demokrat SPD'nin aktif bir üyesi olmuştur.
Taraflı, tarafını da gizlemeyen bir yazardı Günter Grass. Kendi ağzından yanıtlayacağım; “Yazar olan, ağzını açmak zorundadır. Bunu yapmazsanız, kendini ifade edemeyen insanların yerine konuşabilmek gibi bir imkânı kullanmamış olursunuz. Ayrıca, yazar kaybedenlerin tarafında olmak zorundadır."
Bu sözleri Yaşar Kemal ya da Eduardo Galeano'nun ağzından duymak da mümkündü. Her üç yazar da kaybedenlerin sözcüsüydüler. Büyük bir hayat yaşadılar, büyük eserler verdiler, vicdan ve adalet duygusunun ayaklar altına alındığı bir dünyada ezilenlere bir umudun varlığını hissettirdiler. Öyleyse ölümleri yok hükmündedir. Yas tutmayın onlar için, okuyun ve yollarını izleyin.