Uyku insanoğluna verilmiş bir lütuf mudur, yoksa bir lanet mi? Öyle ya uyumak zorunda olmasaydık bir anlamda ömrümüz iki katı uzun olacak, bu ek zamanı da istediğimiz gibi değerlendirebilecektik belki de. Günlük hayatın bezdirici koşuşturması içinde vakit bulamadığımız pek çok zevkimize, örneğin dilediğimiz kadar kitap okumaya rahatça vakit ayırabilecek, yani kelimenin tam anlamıyla hayatı dolu dolu yaşayabilecektik.
Peki, uykudan söz ederken tam olarak kastettiğimiz nedir acaba? Kadim felsefe ve inançların yüzyıllardır söylediği “aslında hayat dediğin bir uykudur” minvalindeki sözünden yola çıkarsak, şu anda sürdüğümüz yaşamın gerçek olduğuna kim garanti verebilir? Belki de o inançlar doğrudur ve bizler doğumla birlikte sandığımız anlamda yaşamaya değil ama hayat denilen bir uykuda olma haline ve dünya denilen rüyaya adım atmaktayızdır.
Mevzuya bir de başka bir yerden bakalım. Hepimizin hayat diye adlandırdığı aslında sonsuz kere tekrar eden rutinlerden, gündelik koşuşturmalardan ve ezbere yapılan alışkanlıklardan oluşan bilinçli bir rüya hali değil midir bir anlamda? Bu hayat artık öylesine ezbere yapılan bir iş haline dönüşmüştür ki çoğu zaman neyi neden yaptığımızı sorgulamayız. Uykuda yaşar gibi rutinlerimizi sürdürüp hayatımıza devam ederiz. Ara sıra bir şey dürtükler de bizi hayal meyal uyanır gibi olup, dönüp de kendimize bir bakar şaşırır, “Allah allah ben ne zaman bu hale dönüştüm? Bir zamanlar çok sevdiğim şunu şunu yaparken, şimdi kaptırmışım günlük bir rutine. Alışkanlıklarımın, gündelik mecburiyetlerin peşinde giderken o yaptıklarından zevk alan, hayatı kendisi için yaşayan kişiden amma da uzaklaşmışım!” deriz. O bir anlık aydınlanma hali çok uzun sürmez ne yazık ki çünkü sırada bekleyen işler, ödenecek faturalar, okuldan alınacak çocuklar ya da pişirilecek yemekler vardır. Yeniden hayata ya da hayat denilen o uykuya dalar da gideriz.
Haruki Murakami, Uyku adlı uzun öyküsünde tam da bu durumu anlatıyor işte. Hikâyenin kahramanı olan kadın, bir gece bir karabasan sonrası aniden uykusundan uyanıyor ve tam 17 gün boyunca hiç uyumuyor. Ancak işin ilginç yanı bu durum nedeniyle her hangi bir fiziksel rahatsızlık yaşamıyor, aksine hiç olmadığı kadar genç ve diri bir hale bürünüyor. 30 yaşında, evli ve bir çocuk sahibi olan anlatıcı, birbirinin aynısı günlerden ibaret, upuzun dümdüz bir çizgi gibi ilerleyen sıradan hayatını sürdürürken, adeta o çizgide ani bir kırılma yaşayıp, paralel başka bir hayata sıçrıyor. Karabasan sonrası içinde bir şeylerin sonsuza dek öldüğünü hissettiği o uyanma anından sonra, kendini yavaş yavaş unuttuğu küçük zevklerine teslim etmeye başlıyor. Bunların hiçbiri de büyütülecek zevkler değildir aslında. O ilk uykusuz geceden başlayarak çikolata ve brendi eşliğinde kitap okumaktır sadece. Ancak bunların her biri anlatıcı için büyük şeyler ifade eder. Kitap okumak, evliliği öncesinde bütün çocukluğu ve genç kızlığı boyunca en büyük tutkusu olmuş, tüm harçlığını kitaplara yatırmakla kalmamış üniversitede de İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş, üstelik Katherine Mansfield hakkındaki teziyle de yüksek bir puanla mezun olmuştur. Ancak evlenmesiyle birlikte bu hayatı yavaş yavaş geride kalmış, annelik ve ev kadınlığıyla rutinleşen hayatında kitap okumak kendisini bütünüyle yoğunlaştırıp, zevk aldığı bir uğraştan, boş zamanlarında göz gezdirip günün telaşı içinde birkaç sayfayı geçmeyen kısa yüzeysel okumalara dönüşmüştür. Aslında yeterince odaklanamadığı o kitaplar değil, biricik kendi hayatıdır!
Kocasını sever ama uzun süredir ona bir tutku duymaz. Oğlunu iyi bir anne olarak çok sevse de özel bir aidiyet hissetmez. Oğlu da, kocası da ona giderek yabancılaşan ancak kanıksadığı figürlere dönüşmüştür adeta. Yine de hayatından şikâyetçi değildir. Çünkü onu seven ve her anlamda özen gösteren dişçi kocası ve sevimli oğluyla birlikte, sorunsuz ve düzenli bir hayat yaşamaktadır. Görünürde hiçbir sorunu yoktur yani. Ama belli ki bilinçaltında bambaşka bir karanlık oyuk büyümektedir. Ve o karabasanlı geceden sonra onun için hiçbir şey aynı kalmaz.
O gece okumaya başladığı Anna Karenina’yı yıllar önce de okumuştur. Ancak şimdi şaşkınlıkla o ilk okumada aslında romanı hiç anlamadığını, üstelik aklında da pek bir şey kalmadığını fark etmektedir. Bu yeni uykusuzluk hali adeta dikkatini keskinleştirmiş, onu bambaşka bir duyarlılık seviyesine taşımıştır. Anna Karenina romanına da, yazarı Tolstoy’a da yepyeni bir anlayış ve hayranlıkla yaklaşır. “İlk bir hafta boyunca Anna Karenina’yı üst üste üç kez okudum. Tekrar tekrar okudukça yepyeni şeyler keşfediyordum. Bu dev roman çok farklı keşifler, çok farklı gizemlerle doluydu. İç içe geçirilmiş kutular gibi, dünyanın içinde daha da küçük dünyalar vardı. Dahası bu dünyalar birbirine geçmiş halde başlı başına bir evreni oluşturuyordu. Bu evren kadim zamanlardan beri oradaydı ve okurun keşfetmesini bekliyordu. Bir zamanlar ben, bu evrenin hepi topu küçük bir kırıntısını kavrayabilmiştim. Fakat artık, net olarak görüyor ve anlıyordum. Tolstoy adlı yazarın orada ne anlatmaya çalıştığını, okurların bu kitaptan ne kapmasını istediğini, vermeye çalıştığı mesajı nasıl da organik bir şekilde kristalleştirerek bir roman haline getirdiğini ve bu romandaki nelerin sonuçta yazarının ötesine geçtiğini… Artık görebiliyordum.”
Anlatıcı bu yeni canlılık haliyle her şeyi yepyeni bir ışıkla görmeye başladıkça, adeta ‘uyandığı’ o ilk gece öncesi hayatı siyah-beyaz, yeni hayatı ise renkli bir film gibi birbirinden ayrılır. Aynı Anna Karenina için yaptığı tespitte olduğu gibi görünürdeki dış kutuda ailesiyle her zamanki rutin hayatını yaşarken iç içe geçmiş kutular gibi bir yandan da kimsenin fark etmediği tamamen kendine ait bir hayatı yaşamaya başlar. Her gece saat tam onda kocasıyla yatağa girer ve o uyur uyumaz -ki çok çabuk gerçekleşir bu- kimsenin fark etmediği uyanık hayatına devam eder. Yani içerideki koltuğa geçip keyifle kitabını okur, büyük bir hazla aynı genç kızlığında yaptığı gibi çikolata yer -ki kocası şekerli yiyeceklerden hiç hoşlanmadığı için kendisi de farkına dahi varmadan bırakmıştır bu alışkanlığını- ve bir yandan da brendisini yudumlar -ki bu da kocası içki içmekten hoşlanmadığı için bu evde alışık olunmayan bir zevktir.
Anlatıcı kahraman geceleri yaşadığı bu gizli haz dolu dünyasını gündüzleri de yine kimseye fark ettirmeden sürdürür. Günlük işlerini aslında üstünde hiç kafa yormadan otomatik bir şekilde yaptığını fark etmiştir. Bunun aynısını kocasıyla olan ilişkisinde de tekrar etmeye yani bedeniyle ruhunu tamamen ayırıp yaşamaya başlar. Görünürde kocasıyla konuşup ya da alışıldık ilişkilerini sürdürürken, aslında tepkilerini otomatik olarak vermekte, o sırada ruhuyla ise bambaşka bir boyuta taşınmaktadır. Ve evde yalnız kalır kalmaz yine kitabına ve diğer zevklerine koşar. Hoşlandığı bir başka şey ise kalan zamanlarında büyük bir enerjiyle yüzmektir. Çünkü hareket etmek adeta vücudu içinde kısılıp kalan bir enerjiyi dışarıya akıtmaya çalışmaktadır. Hiç uyumamasına rağmen tüm bu zevk aldığı aktiviteleri eskisinden bile daha büyük bir enerjiyle yaptığını fark eder şaşkınlıkla.
Anlatıcı bu tuhaf, paralel hayatı sürerken bir anlamda Anna Karenina’nın kahramanının yaşadıklarının bir başka versiyonunu yaşamaktadır. Aynı onun gibi yalnızca kendi hazlarından oluşan gizli bir dünyaya adım atmakta ve benzeri bir şekilde toplum normlarına karşı gelip ondan beklendiği gibi ‘uslu’ bir eş ve anne olmak yerine kendi hazlarını ön plana koyan ve böylece gerçekten özgürce yaşamaya başlayarak içinde boğulduğu sıradan hayatın tekrarlardan oluşan renksiz döngüsünden kaçan özgür bir ruha dönüşmektedir. Anlatıcı, Anna karakteri gibi bir başka erkeğe âşık olup ona sadakatsizlikte bulunmaz ama aslında ruhunu onun boyunduruğundan çıkarıp, yalnızca kendisi için yaşamaya başlayarak yine kelimenin klasik anlamında sadakatsizlik yoluna girmiş olur. Sadakatle kocasının ona çizmiş olduğu yaşama ayak uyduracağına, onu kendi ruhunun istekleriyle ‘aldatmış’ olur. İşin ilginç yanı tüm bunları kocasının burnunun dibinde yapıyor olmasına rağmen onun ruhu bile duymaz çünkü o da ortak hayatlarının büyük kutusu içindeki kendi kutusu içinde yaşamaktadır. Bunun fena halde farkında olan yeni duyarlı anlatıcı ise hissettiği yabancılaşmanın daha da büyüyüp tamamen kendisini ele geçirmesini engelleyemez. Görünürdeki o mutlu, mesut ailenin ardında her ruhun yapayalnız olduğunu derinden anlamıştır çünkü. (Şimdi burada gelin de kitapta da alıntısı yapılan, Anna Karenina’nın girişinde yer alan Tolstoy’un müthiş saptamasını anmayın! “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Birbirine benzeyen bu mutlu ailelerin görünürdeki ‘mutluluğu’ sıradanlığın adı konulmamış yüzeyselliği ve derinlerde saklı duran temelsiz bir aldatmaca hali olmasın sakın?)
Tek yapmak istediğiyse kendisini kilitli bir arabada sıkışıp kalmış gibi hissettiği (kitabı okuyanlar burada ne denilmek istendiğini iyi anlayacaktır) bu hayatından kaçıp, arabasıyla -yani ruhuyla- özgürce o yollarda gidebilmektir aslında.
Bu bir anlamda modern zaman Anna Karenina’sının konforlu rüyasından silkinip uyanarak yepyeni ve kararlı bir hale bürünüşünü, bu baş döndürücü dönüşümünün, bu asi başkaldırışının yolundaki ilk adımlarını şu satırlarda görürüz. “(…) Bir gün, kütüphaneye giderek uyku hakkında bir kitap okudum. Kitaplardan birinde enteresan bir şeyler yazıyordu. İnsan dediğimiz, düşünce konusunda olsun, bedensel faaliyetler konusunda olsun, belirli bir kişisel eğilimden kaçınamaz, diyordu yazar. İnsan, kendisi farkında olmadan hareketlerinde ve düşüncelerinde bir eğilim yaratır; bu eğilim bir kez yaratılınca da çok ağır bir durumla karşılaşılmadıkça asla yok olmaz. Kısacası insan, bu eğilimlerin kafesinde kapalı halde yaşamını sürdürür. İşte uyku da, bu eğilimlerin katılaşmasını -yazar ayakkabı topuğunun aşınmasını örnek veriyordu- yumuşatır. Demek istediği şuydu; uyku eğilimlerin katılaşmasını düzenler, tedavi eder. İnsan uyku sırasında belirli bir eyleme odaklayarak kullandığı kaslarını gevşetir, belirli noktalarda yoğunlaşan düşünce devrelerini sakinleştirir, fazla gelen elektriği de boşaltır. İnsan böylelikle kendini soğutur. Bu, insan dediğimiz sistemin kaderi olarak programlanmış bir eylemdir, hiç kimse bu çerçevenin dışına çıkamaz. Eğer çıkacak olursa, bizzat varoluş temelleri yitirilir. Yazar, kısaca bunu anlatıyordu.
Eğilim? dedim kendi kendime.
Eğilim sözcüğünün bende çağrıştırdığı şey ev işleriydi. Benim duygusuzca ve bir makine gibi sürdürdüğüm ev işleri. Yemek yapma, alışveriş, çamaşır, çocuğa bakma… Bunlar oluşturulmuş eğilimlerden başka bir şey değildi. Gözlerimi kapatsam bile, bu işleri sıkıntı yaşamadan halledebilirdim. Neden derseniz, hepi topu eğilimlerle yapılan işlerdir işte. Düğmeye basar, manivelayı oynatırsınız. Bunu yapmanızla birlikte, gerçeklik dediğimiz olgu anbean ilerler. Aynı şekilde vücudunuzu hareket ettirme şekliniz; o da yalnızca bir eğilimle olur. İşte böylece ben de ayakkabılarımın bir yerlerinden aşınıp gitmesi gibi tükeniyordum ve bunu telafi etmek için günlük olarak uykuya ihtiyacım vardı.
Durum bu muydu yani?
O yazıyı bir kez daha dikkatle okudum. Sonra ikna oldum. Öyle, kesin öyle olmalı.
Öyleyse, benim yaşamımın ne anlamı var? Eğilimlerimle tükeniyor, bunu sağaltabilmek için de uyuyorum. Yaşamım bunun
tekrarından ibaret değil mi? Hiçbir yere ulaşmayacak, yanlış mı?
Kütüphane masasına eğmiş olduğum başımı iki yana salladım.
Uykuya falan ihtiyacım yok benim, dedim içimden. Eğer tutup da çıldıracak olsam bile, uyuyamamak yüzünden ‘bizzat varoluş temellerim’ yitip gitse bile ne fark eder. Umurumda değil. Herhangi bir şekilde eğilimler doğrultusunda tüketilmek istemiyorum. Dahası, bu eğilimler doğrultusunda, uykunun ritmik olarak beni bulması gerekiyorsa, olmaz olsun. Benim ihtiyacım yok. Eğer vücudum eğilimler doğrultusunda tükeniyorsa bile, ruhum bana ait. O ruhu da kendim için özenle saklamak isterim. Hiç kimseye de vermem. Tedavi edilmesine gerek yok. Uyumam.
Bu şekilde, kararlı bir halde kütüphaneden çıktım. (…)”
Haruki Murakami’nin günümüzün modern şehir hayatının rutin döngüleri arasında sıkışıp kalmış, ruhu boğulmak üzere olan insanının dramını kendine has gerçeküstücü tarzıyla anlattığı bu uzun öyküsü; okuduktan sonra kendinizi uzun süre etkisinden kurtaramadığınız, ruhunuza, beyninize musallat olan hikâyelerden biri. Murakami, kahramanı aracılığıyla “Bu dedim kendi kendime, benim aslında olmam gereken halim. Uykuyu bir tarafa atmak sayesinde, kendimi de genişletmiş, büyütmüştüm. Önemli olan odaklanma yetisi, dedim içimden. Odaklanma yetisinden yoksun bir yaşam, gözler açıkken hiçbir şey görememekten farksızdı” derken, aslında okurunu dürterek, ‘uyan!’ demeye getiriyor.
Not: Görsellerde kullanılan çalışmalar Alice Lemarin ve Roman Noven'e aittir.