Erdal Öz’ün Türkân İldeniz’e gönderdiği mektupların bir derlemesi olan Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen! üzerine bir inceleme yazısı.
“Ama sanatçının kendisi, hiçbir zaman ‘heykel’ olmamalıdır. Hiç bitmiyen, hiç tamamlanmayan bir heykel olmalıdır. İşte bu da sanatçının kendisini boyuna yeterli bulmayışı, daha iyi daha başka, daha yeni olmaya çabalayışı demektir.”
Yazının girişinde yaptığım bu alıntı kitabın da girişinde bulunan ve Erdal Öz’ün tüm mektuplarını özetleyen nitelikte aslında. 60 ihtilali yaklaşırken tanışan, Türkiye’nin iki genç aydını şair Türkan İldeniz ile yazar Erdal Öz duygusal, coşkulu, aşkla ve edebiyatla dolu bir ilişki yaşarlar. Bu süreçte yazılan mektuplar: Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen! Birbirlerine kurdukları, edebiyattan oluşan bu köprü mektupların yazılmasına olanak sağlar. Etkili, coşkulu, içten, aşkla ve edebiyatla dolu 18 mektup…
Erdal Öz, ilk mektubundan itibaren sanatta “bulmak” eyleminin tehlikeli olduğunu fakat “aramak”ların hiç bitmemesi gerektiğini savunur. Böylelikle daha sağlıklı ve nitelikli eserlerin üretileceğini ama bu süreçte de sanatçının “heykel” olmaması gerektiğini söyler. Mektupları yazarken, karşı taraftan mektup alamama durumundan şikâyetçidir hep. Yazılan onca mektuba rağmen pek fazla mektup alamayınca o da kendisiyle konuşmaya başlar mektuplarında. Tabii bu konuda arada sırada tepkisini de belirtir Türkan İldeniz’e. Hatta şöyle der: “Ah ne kötü, daha tek mektubun bile geçmedi elime. Hep ben söylüyorum. Oysa benim için önemli olan, seni dinlemek. Yaz bana. Sık sık yaz. Sevinirim.”
Aynı zamanda mektuplarında hayata dair birçok eylemi resmeder. Ölümü, mücadeleyi, beklemeyi, okumayı... Bir yandan Türkan İldeniz’e mektup yazarken, bir yandan da aslında kendisiyle söyleşir.(“Kendimi bu mektuplarda sana olduğu kadar kendime de tanıtıyorum. Ölçümün “içtenlik” olduğunu biliyorum da ondan belki. Boyuna kendimizi tanımlamaya çalışmalıyız gibime geliyor”) Bu sırada hem önerilerde bulunuyor hem de sanata dair fikirlerini paylaşıyor. Sevginin yanında sanata, edebiyata ve edebiyatçılara bakış açısını, gördüğü doğru ve yanlışları yazıyor. Sanki bir öykü, bir roman yazıyormuşcasına ciddi ve kalıba çekilmiş sözlerle, aşk içerisinde yazıyor mektuplarını. Hepimizde olur, mektup yazarken ciddiyetimizi kaybeder, çoğu kez duygusallığa kapılırız ancak Erdal Öz’ün edebiyatçı kimliği daha yirmili yaşlarında yazdığı mektuplarında işlemiş ruhuna.
Kitabı okurken Türkan İldeniz’in mektupları aldığındaki duygularını merak ettim çokça. Çünkü Erdal Öz, İldeniz’e mektuplar yazarken düşünüyor; insanları, olayları, yalnızlığı ve Türkan’ı. Öyle çok düşünüyor ki bu düşünceler sayfalara sığmıyor, taşıyor daima. Üç dört sayfalık mektuplar çıkıyor fikir ve duygulardan. Ayrıca sadece düşünmekle kalmıyor, yazarken kendi kendine tartışıyor da. Bir mücadele veriyor mektuplarının içerisinde. Hastayken de sağlıklıyken de yazma ve düşünme üzerine mücadele veriyor. Disiplinini hiç bırakmıyor.
Mektupların yazılmasının yolunu açan, o dönemde bir problem var. Aslında büyük de bir problem. Öz, yazılarının dergilerde yayımlandığı zamanlarda Ankara’ya dönmek zorunda kalıyor, askerlik işleriyle uğraşıyor ve İstanbul'a gidebilmek için mücadele ediyor. Bunca şeyin arasında hastalanıyor ama mektup ve edebiyatla olan ilişkisine ara vermiyor, yazmaya devam ediyor. “Çocuk!” diye sesleniyor İldeniz’e ve yeni yazdığı hikâyesinden bahsediyor, güzel olacağına inanıyorsa göndereceğini söylüyor. Bazen İldeniz’in yazdığı, yayımladığı şiirleri eleştiriyor, önerilerde bulunuyor; bazen de kendi öyküleri üzerine konuşuyor.
Yaşamından öte başka meselelerden bahsediyor, bize inanç sisteminden, sanata bakışından, estetikten ve daha nice şeyden bahsediyor. Bize, dedim evet. Çünkü İldeniz’e yazdığı ve bizlere miras kalan mektuplar o kadar evrensel bir yapıda ki, okuru daima heyecanlandıracak nitelikte.
Öz, bir günlük ödev gibi görürken mektup yazmayı aynı zamanda keşfe çıkıyor, sorguluyor, düşünüyor, düşünüyor ve yazıyor. Tüm huylarını, hislerini, gördüklerini hikâyeleştirerek anlatıyor. Bu anlatım sırasında da kendisinin de belirttiği çok önemli bir unsur ise Türkçenin özenli kullanılması. Bu konuda diğer şair ve yazarların kullandığı isimlere, kelimelere takılıyor, önemsemeleri gerektiğini söylüyor.
Şiirlere ve şairlere olan sevgisinin yanında anlık şiir yazma isteklerine karşı kendini durduruyor. Net bir tavırla “ben hikâyeciyim!” diyor. Şiirde kendisini başarısız bulmasının yanında kendi alanının öykü olduğunu kabullendiği için onda ısrarcı duruyor.
Aşkın gerçekten bir delilik olduğunu söyleyen Erdal Öz, mektupları ile bize mücadelenin ve direnmenin gücünü gösteriyor biraz da. Ve elbette güzelliklerini. Mektuplarının içerisinden seçtiğim bir cümle ile bitireyim öyleyse: “Sen benim için bir çiçekler denizisin.”