26 ŞUBAT, CUMA, 2016

“Yazan İnsan Çöp Karıştırmayı Sever”

Yazdıklarıyla kurgu ve gerçeğin sınırlarını zorlayan, Pulbiber Dergi’deki yazılarıyla okuyucunun dikkatini çeken Ayça Güçlüten ile yazım hayatına nasıl dâhil olduğu, Uykusuz ve mart ayı başında kitapçılarda olacak Oda’nın yazım süreçleri üzerine konuştuk. 

“Yazan İnsan Çöp Karıştırmayı Sever”

İlk kitabınız yayımlanmadan önce neler yapıyordunuz? Edebiyat dünyasına nasıl dâhil oldunuz?

1996’da üniversitedeyken muhabirlik yapmaya başladım. Önce bir prodüksiyon şirketinin bazı yapımlarında, sonra da dergilerde çalıştım. Halkla ilişkiler şirketleri ve ajanslarda ekmeğimi çıkardığım yerler oldu. Yazı, sistem içindeki rollerimde pek deşifre etmek istemediğim bir yerde daima vardı. Kendime pek güvenmiyordum ve yazdıklarımla kavgalıydım. Bazı sitelerde yazdığım da oldu arada ama kendi metinlerimi yatağın altına saklıyordum.

İlk kitabım Uykusuz’u yazmak uzun zamanımı aldı. Macit Koper’in verdiği senaryo atölyesinde öğrenci olduğum dönemde (2005) senaryo olarak yazmaya başladım öyküyü. Metni yıkıp yeniden inşa etmekle geçti dört yılım. Okuryazarlığına güvendiğim kişiler bana Uykusuz’u romana dönüştürmemi tavsiye ettiler. Açıkçası bir yıl kadar direndim bu öneriye. Sonra kendiliğinden bir çalışma ritmi içinde buldum kendimi. Dört yıl kadar sürdü romanlaştırmak. Sonuca ben roman demem açıkçası ama bir metin olarak farklı bir kılığa büründü ve tür olarak roman diye nitelendi. Ben şimdi edebiyat dünyasında mıyım? Okur olarak enselerindeyim, evet. Ancak yazan biri olarak kendimi şurada ya da burada diye tanımlamam; bu karar okura aittir.

Kitaplarınız yayımlanmadan önce okumak ile yazmak arasında kaldığınız süreçler oldu mu?

Her zaman önce okumayı seçtim. Bu, bugün de böyle. Okur olmak, dünyanın en saf konforu. Benim için bereket, okuduğum ve okuyacağım kitaplar. Yazdıklarımı yırttıktan ya da sildikten sonra veya yazmaktan kaçmayı seçerek elime bir kitap alıp onun içinde kaybolmayı seçtiğim çok olur. Kitaplarımın yayımlanması beni başka bir yere koymuyor. Yani iki kitabım yayımlandı diye bu önceliğim değişmez. Zaten önce okumak vardır ve olacaktır. Bunun aksini pek düşünemiyorum.

Ayça Güçlüten ©Nazlı Erdemirel

Uykusuz’dan bugüne yazım hayatınızda neler değişti?

Okurun varlığı katıldı dünyama. Hiç tanımadığınız kişilerin öykünüzle ilgili olumlu ve olumsuz geri dönüşlerinin hissettirdikleri, düşündürdükleri çok kıymetli. Uykusuz basılmadan önce yayıncım “Okur için yazmamışsınız” demişti. Haklıydı. Bir gün okunacağı ihtimalini düşünmemişim. Bunu düşünmek gerekli midir, ondan da emin değilim. Yazının serseri, ele avuca gelmez bir ruhu olduğuna inanıyorum. Her metin de illa ki kendi okuruna dokunacaktır.

Uykusuz’dan sonra bazı sitelerde kısa metinlerim yayımlandı. Şubat 2016’da içinde yer almaktan çok mutlu olduğum Pulbiber’de yazmaya başladım. Ve uzun zamandır cesaret edemediğim bir tiyatro oyunu üzerinde çalışmaya başladım. Bunlar haricinde çay ve kahve tüketimini artırdığımı söyleyebilirim. Yaşlanıyorum bir de. Değişiklikler bunlar.

Uykusuz’un uzun bir yazım sürecinden geçtiğini biliyorum. Oda da böyle uzun bir yazım sürecinden geçti mi? 

Valla Oda için bir yazım süreci geçirdi denemez. Parça metinlerden oluşuyor bu çalışma. Benim son beş-altı yıldır peçetelere, ajandaların arka sayfalarına ve sigara paketlerine yazdığım mırıltılar, kafa sesleri bu kitapta yer alanlar. Yazan insan çöp karıştırmayı sever. Karıştırdım ve Oda çıktı. 

Ayça Güçlüten ©Nazlı Erdemirel

Yazmadan önce çok fazla not tutuyorsunuz. Oda’nın yazım sürecinde bu notları toparlarken zorlandığınız oldu mu hiç?

Not, en değerli yazım türü bence. O dağınıklık, kaos ve kimliksizlik müthiş bir şey. Notlar bana düzen kurma değil, kaybolma hazzını yaşatıyor. Feci el yazımla yıllarca tuttuğum notlara, sakladığım defterlere tuhaf bir bağlılığım var. Muzip ve gözünün içi gülen, sümüklü küçük çocuklarım gibi görüyorum ben onları. Oda’yı kitaplaştırma kararı çıkınca farklı bir faz doğdu tabii. Zordu elbette. “Hadi çocuklar, ortalığı toparlıyoruz” demek gibi bir şeydi.

Kitap adının Oda olmasında etkili olan neydi?

Aynı odada 25 yıl yaşarsanız başka şansınız olmuyor. Tüm o notların memleketi odamdı. Şöyle havalı, güzel bir isim bulmaya çalışmak hem ayıp olurdu, hem de ihanet. 

Oda, Kız Islığı, Hissiyat olarak üç bölümden oluşuyor Oda. Her biri kendi içlerinde ne anlam ifade ediyor?

Bu zordu işte. Hani dedim ya, ortalığı toparlamak lazımdı. İlk bölüme duvarları olan, duvara karşı ve duvarlar arasında yazılmış metinleri aldım. İkinci bölüm olan Kız Islığı’na ise kadın yanımın konuştuğu metinler yerleşti. Son bölüm Hissiyat’ta da tek ayak üstünde duran kafa seslerim yer alıyor.

Oda’nın içinde ve arka kapağında yer alan “yaşıyorum bazen/ nezaketen” dizesi göze batıyor. Bu durum yaşamın verdiği ağırlığa rağmen nezaketen mutsuzluğu seçme hali mi bir nevi?

Bizde çok şey “nezaketen” yapılır; gönüllüce, istekle değil, bir görev gibi. Yaşamayı değil, yaşananlara tanık olmayı ağır buluyorum. Bunca giden çok olunca bana biçilenin ‘kalan’ rolü olmasını ağır buluyorum. Çoğunluk ne yapıyorsa ben de onu yapıyorum: Yaşıyorum. Şimdilik. 

Aynı zamanda Pulbiber Dergi’de de yazıyorsunuz, o süreç nasıl gelişti?

Derginin okuruydum ve çizgisini zaten seviyordum. Benim dergiye dâhil olmam ise güzel bir sürpriz oldu. Dostum Seray Şahiner’in Deniz Durukan’a benden bahsetmesi ile başlamış süreç. Deniz’le konuştuk ve başladık. Pulbiber’de olmak güzel.

Okurlardan aldığınız tepkiler sizi ne derece etkiliyor? 

Genç okurların tepkileri çok çarpıcı olabiliyor. Onların görme biçimleri içime bulut dolduruyor. Burada bulut, sanırım umut. Olumsuz eleştiriler de alıyorum. Uykusuz’dan rahatsız olan, öyküyü sert ve/veya anlaşılmaz bulanlar da olabiliyor. “Sanırım mutsuz birisiniz. Mutsuzluktan bu kadar bahsetmeseniz daha iyi olur” diye bir mesaj almıştım bir okurdan. Etkileyici.

Ayça Güçlüten ve Osman Palabıyık ©Nazlı Erdemirel

Peki, Ayça Güçlüten’in ‘Oda’sında yer alan kitaplardan en çok etkilendikleri hangileridir?

Çok zor bu soruyu yanıtlamak. Bir kısmından bahsedeyim. Emil Michel Cioran, Fernando Pessoa ve Richard Brautigan kitaplarıyla teşrik-i mesaim ancak ben ölünce bitecek. Kafka’nın Dönüşüm’ünün ve Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nın yarattığı iç depremler eksik olmasın hiç. Edebiyatımızın çağdaş genç yazarları Seray Şahiner, Kemal Varol, Nermin Yıldırım, Murat Özyaşar, Murat Uyurkulak ve Hakan Bıçakçı birer hazine. Alper Canıgüz’ün benzersiz kalemi hep zihnimize de, kalbimize de batsın.

Son yıllarda Ernesto Sabato’yu ve Lydia Millet’ı keşfettim, kolay kolay bırakmam gibime geliyor. Raymond Carver’ın ve Yalçın Tosun’un öykülerinden vazgeçemem. Didem Madak, Deniz Durukan ve Birhan Keskin şiirlerine bağlıyım. Lale Müldür, Cemal Süreya ve Suphi Taşhan dizeleri ile salıncağıma şöyle daha bir ağır kuruluyorum. Haruki Murakami’nin henüz dilimize çevrilmeyen After Dark’ını herkes okumalı. Yaşar Kemal’den İnce Memed, Yusuf Atılgan’dan Anayurt Oteli, Sabahattin Ali’den İçimizdeki Şeytan, Umberto Eco’dan Gülün Adı, Oğuz Atay’dan Tehlikeli Oyunlar, Tezer Özlü’den Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Nikos Kazancakis’den Zorba da bir kitaplığın şerefini tamamlar. Tiyatro metinleri ve senaryo okumalarından da büyük haz alıyorum. Tiyatromuzda Kemal Hamamcıoğlu, Turgay Doğan ve Uğur Küçükdağ metinlerini seviyorum.

Son olarak okurlara ne söylemek istersiniz?

Okumaya değer çok kitap var. Sadece “Çok satanlar” raflarında değil bu kitaplar. 

0
6872
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage