Yayıncılıkta beşinci yılını dolduran Alakarga Yayınları yeni döneme pek çok değişiklikle giriyor. Yayımlanacak kitaplardan değişen kapaklara, klasiklerden yeni yazar keşiflerine kadar pek çok konuyu yayınevi sahibi ve yazar Suat Duman ile konuştuk.
2012 yılında “iyi edebiyat” sloganıyla yola çıktı Alakarga. Nedir bu iyi edebiyattan kasıt? Yayınevinizin çizgisini nasıl şekillendirdi? Yayıncılıkta yaratmak istediğiniz fark nedir?
İyi edebiyatın bir tanımı yok, diğer taraftan sır da değil, en azından yaklaşabiliriz biraz. Hatta belki Denis Dutton’un Sanat İçgüdüsü’nde yaptığı gibi neyin ‘sanat’ olduğunu gayet köşeli belirli sayıda ölçüte bile bağlayabiliriz. Beceri, ustalık, tarz, hayalgücü deneyimi gibi maddelere uygunluğunu da denetleyebiliriz yapıtın. Yine de hepimizin kabul edeceği ölçütler üç aşağı beş yukarı aynı olsa bile hangi ölçütün öne çıkarılacağı bizim kişisel beğenimize kalıyor biraz. Geçen gün bir arkadaşım Amerikan edebiyatından hoşlanmadığını söyledi. Bunu söylerken verdiği örneklerin birçoğu bestseller’dı. Ben şahsen bir ülke edebiyatından söz ederken o ülke edebiyatının çoksatarlarından söz etmiyorum. Türkiye’nin de çoksatarları var ama Türk edebiyatından söz ederken, kitaplarının kaç baskı yaptığından bağımsız olarak Sait Faik’i, Orhan Kemal’i, Hasan Ali Toptaş’ı, İhsan Oktay Anar’ı, Füruzan’ı, Cemal Süreya’yı anlıyorum ve kastediyorum. Ama bunların hiçbirisi bildiğimiz anlamda çoksatar değil. Dolayısıyla ülke edebiyatını çoksatarlara göre değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Alakarga’ya başlarken de çoksatan, çok kazandıran, fikir aşamasındayken bile ticari bir ürün olarak tasarlanan kitaplardan uzak durmayı ve uzun yıllar boyunca okunan, o edebiyata karakteristiğini kazandıran yazar ve yapıtları kendimize temel aldık. Bizim aklımızda iyi edebiyat derken biraz önce saydığım isimler ve onlara eklenecek çok başka kıymetli isimler, yapıtlar vardı. Bu bakış açımız dünya edebiyatı için de geçerli. Yayınevimizin geride kalan süreçte kendine biçtiği bir diğer görev de yeni yazarların ilk kitaplarını okuyucuyla buluşturmaktı. Özellikle genç yazarların edebiyat ortamımıza kazandırılması açısından Alakarga Yayınları kanımca hayati bir görev üstlendi ve bu görevi öyle ya da böyle yerine getirdi. “Yayıncılıkta yaratmak istediğimiz fark” gibi büyük bir laf aslında aklımızdan geçmedi. Ama Türk edebiyatına bir tuğla da biz koyacağız dedik. Bunu söylerken de aklımızda az önce söylediğimiz şeyler vardı.
Geçen beş yıl içinde bu hedeflerinize ulaştığınızı veya yaklaştığınızı düşünüyor musunuz? Ulaşmanızı engelleyen veya destekleyen etmenler neler oldu?
Geride bıraktığımız beş yıllık döneme baktığımızda hedeflerimizi büyük ölçüde yakaladığımızı düşünüyorum. Bir yayıncılık ideali koyuyorsunuz önünüze ve ona doğru yürüyorsunuz; fakat bir de hayatın gerçekleri var. Yani siz iyi edebiyat basma idealiyle yürürken bir yandan da kurduğunuz yapıyı ayakta tutmak zorundasınız. Zannedersem bununla sadece yayıncılar değil Türkiye’de herhangi bir iş yapmak isteyen herkes yüzleşiyor. Bir yandan ticari açıdan kurduğunuz yapıyı sürdürülebilir hale getirmek diğer yandan da ideali korumak. Alakarga Yayınları ideallerini korudu. Daha iyilerini yapması gerekiyor. Birçok yapısal değişiklikle girdiğimiz yeni bir dönem bekliyor bizi. Birtakım stratejik değişikliklerimiz olacak ama esas olarak başta koyduğumuz hedeflere doğru yürüyeceğiz yine.
Yıllık yayın programınızı belirlerken hangi kitabın basılacağına nasıl karar veriyorsunuz? Hangi türe ağırlık veriyorsunuz veya bir tür ayrımı yapıyor musunuz?
Esasen bir tür yayıncısı değiliz. İyi edebiyat olduğuna ikna olduğumuz tüm metinleri yayın programımıza almak istiyoruz. Bunun dışında genç bir yayınevi için şöyle bir problem var: Okuyup hatmettiğimiz, merakla kovaladığımız her yazar çoktan bir yayınevinin programında. Hal böyle olunca kendimize şöyle bir yol çizdik, evet Paul Auster’ler, Marquez’ler, Saramago’lar, Le Guin’ler aklımıza gelen o usta yazarların eserleri bir yerlerde basılıyor ama bunların hepsi de bir yayıncı bulana dek çok çabaladılar, biz yerli-yabancı yayın programımızı oluştururken bu fikri kovalıyoruz. Yani yarının ustalarını bulmaya çalışıyoruz. Ekim, kasım gibi çok parlak yabancı ve yerli yazarlar yayımlayacağız. Türkçede ilk kez okuyacağımız Danimarkalı yazar Björn Rassmussen’in Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Bir Kılıftır, isimli kitabı, çok da iyi bir çevirisi yapıldı, sert metinleri seven okur için adeta bir vaha. Geride bıraktığımız yüzyılın en etkili romanlarından Yasımı Tutacaksın; yüksek bir edebi haz vaad eden yazar Justin Kerr ve onun harika öykü kitabı Yağmur Damlaları Arasındaki Mesafe, yakından tanıdığımız anıtsal yazarları kütüphaneleri üzerinden yeniden okuyan Angel Esteban’ın Yazar ve Cenneti, Pessoa’nın hayatı ve eserlerine son derece entelektüel bir bakış atan Pessoa Yaşıyor ve diğerleri. Sırası geldikçe duyuracağımız diğer isimlerle birlikte iyi edebiyat dediğimiz şeye, iyi edebiyattan anladığımız şeye ulaşmak için çalışmaya devam edeceğiz.
Siz de pek çok klasiği tekrar basıyorsunuz. Klasik basmak ve henüz hiç dosyası basılmamış bir yazarın dosyasını basmak ikilemine düştüğünüz oluyor mu? O ayrımı nasıl yapıyorsunuz? Hiç eseri basılmamış bir yazara öncelik tanımak için ne gibi kriterleri dikkate alıyorsunuz?
Bu bir ikilem değil aslında. Klasikler neden hala okunuyor? diye bir düşünmek lazım. Edebiyatın temelini oluşturuyorlar. Klasikleri bilmeden yazılabilir mi? Ha tabii bizim basmayı tercih ettiğimiz klasik yapıtlarda şöyle bir fark var, çok okunuyor, herkes bunu tercih ediyor diye bakmıyoruz kitaba. Yayın programımıza alırken ihmal edilmiş klasikleri seçmeye çalışıyoruz, ya yeni baskısı bulunamayan, ya hiç çevrilmemiş ya da çevirisini yetersiz bulduğumuz kitapları. Ama şunu da yapabilirdik, çok okunan, çok satan klasikleri de seçebilirdik. Bunda bir hata yok. Bu yazarların her eve girmesi lazım, ben hala klasiklerin yeterli düzeyde okunmadığını düşünüyorum. Bunu sağlayabilecek, katkı sağlayacaksak ne ala. Bu aslında klasikler ve yeni yazarlar arasındaki köprüyü kurmanın da bir yolu bana kalırsa. Yeni yazarlar oradan beslenecek. Kendi temelinden bihaber bir yazar olabilir mi? Bu açıdan Alakarga, klasik edebiyatla genç edebiyatı buluşturuyor, bunu söyleyebiliriz.
Şimdiye kadar basıp yayımladığınız kitapların satışından ve dolaşımından gözlemlediğiniz kadarıyla, okurun dikkatini ne tür kitaplar çekiyor? Ne arıyorlar?
Okuyucu Alakarga Yayınları’nın biraz önce açıklamaya çalıştığım yapısına alıştı. Biz yayıncı olarak nasıl ki iyi edebiyatı bulmaya çalışıyoruz, aynı şeyi arayan bir okur da var, o da Alakarga logosuna bakıyor artık. Böyle sadık bir okur kitlemiz oluştu. Tüm kitaplarımız içinde düzenli satış yapılan kitabımız nedir? derseniz, Öğrenci Törless’in Bunalımları mesela. Sorulan, aranan bir kitap. Yine Genç Werther’in Acıları, Muhteşem Gatsby gibi klasikler. Arjantinli yazar Eduardo Bertini’nin İmkansız Hayat’ı, Amerika’nın yaşayan en kıymetli yazarlarından Joyce Carol Oates’in İlk Aşk kitabı. Bizim de bastığımız için gurur duyduğumuz kitaplardandı. Okuyucu da bunu gördü anladı, kitaplar karşılığını buldu.
Bir önceki sorumla da ilişkili olarak, reklamı iyi yapılmış bir kitap olması iyi bir kitap olmasından daha mı önemli okur için?
Bir kitabın çok satması için bir yol varsa ben beş yıldır bulamadım, bilmiyorum. Bunun bir formülü olsa herkes yapardı. Bu bizimle ilgili bir problem değil aslında, piyasa denen şeyle ilgili. Onun disiplinine dair çok fazla malumatım da yok doğruyu isterseniz. Eh, olmayıversin, tüccar değilim, olmaya da niyetim yok. Soruya dönersek, reklam muhakkak bunun bir yoludur, bunu inkâr edemem. Reklamdan kastım, kitap eklerindeki yarım sayfalık bir ilan değil. Afişlerle billboardları, duvarları dolduruyor bazı yazarların fotoğrafları. Zaman zaman çok büyük boyutlu tanıtımlar oluyor. Bunun bir karşılığı vardır diye tahmin ediyorum ama bunlarla rekabet etmeyi pek tercih etmeyecek bir yayıneviyiz. Sebebi de Robert Musil’i billboardlarda görmeyi istemiyorum ben mesela. Hayatı, duruşu ve edebiyat algısıyla bu kadar kendini kapatmış bir yazarı bir pop ikon gibi sunamam. Kitabın çok satmasını istiyorum ve bunun yolunun bu standart pop yöntemler olmaması gerektiğini düşünüyorum. Kendi adımıza yaptığımız en yoğun reklam çalışması sosyal medya üzerinden yürüyor. İlginç bir şey söyleyeyim, okurumuz da fazlaca tanıttığımız kitaplara karşı temkinli davranıyor. Tanıtımına neredeyse hiç çabalamadığımız bazı kitaplarımızsa düzenli olarak satılıyor. Bu biraz da sizin hangi kitaplarla hangi okura seslendiğinizle ilgili galiba, her sokakta afişlerini görmeden bir kitaba yönelmeyen okur da var sonuçta, o afişin gösterdiğinden köşe bucak kaçan okur da.
Yeni yayın döneminde Alakarga’da değişiklikler oldu. İlk gözümüze çarpan değişiklik kitap kapakları oldu. Birçok yayınevi kapaklarını olabildiğince renklendirirken siz neden sadeleşmeyi tercih ettiniz?
Yayınevini kurduğumuzda tam olarak böyle değildi ama kapaklarımız yine beyazdı hatırlayacaksınız. Beyaz kapaktan resimli, renkli kapaklara geçtik ve şimdi bana göre çok estetik bir dokunuşla beyaz kapağa döndük. Bu belki de klasiği, kalıcı olanı koruma isteği. Batı’da örnekleri çok. Alman, İtalyan, Fransız yayıncılar var 150-200 yıllık ve kapaklarında en ufak bir değişiklik yapmıyorlar. Bu açıdan otursun, klasiğe dönüşsün, kapağına bakıldığında ayırt edilsin istiyorum Alakarga. Çünkü resimli kapaklarda kitabı diğerlerinden ayırt etmek, hatta bazen de o kitabı hangi yayınevinin bastığını anlamak mümkün olmuyordu. Bunu kötü bulduğum için söylemiyorum çok iyi örnekleri de yapılıyor. Benim kaygım başka. Hem sadeleşelim, kitap kapağını gösteri alanı olmaktan çıkaralım hem de fark edilirliğimizi bu kaos içinde sadeleşerek sağlayalım istedik. Doğrusu kimse umursamasa bile estetik olduğunu düşünüyorum yeni kapak tasarımımızın. Bundan sonra kolay kolay değişeceğini sanmıyorum.
Bu sene peki başka neler değişti, değişecek? Neler olacak Alakarga’da? Eylülle beraber yayın programları da belirlenmeye başlıyor. Alakarga etiketiyle hangi kitapları okuyacağız?
Beş yıl boyunca kendimize biçtiğimiz temel misyon, yeni yazarların yayın dünyasına kazandırılmasıydı. Bunu yaptık da ama doğrusu biraz zorlandık. Bir yayıncının Don Kişot’luk yapıp ortalığa atılacağı bir konu değil. Bu Türkiye’nin kültür ortamının birlikte çözmesi gereken bir konu. Yalnızca edebiyat açısından değil, kültür sanat ortamımız bütünüyle piyasaya emanet edilmiş durumda, bunu çok tehlikeli ve genç yazarlar açısından umut kırıcı buluyorum. Her neyse, durum şudur: Bastığımız kitabı satmak istiyoruz ama hiç satamayacak yazarı da basmak istiyoruz. Bu berbat bir ikilem. Bizim gibi çok emek harcayan yayıncılar açısından süreci zorlaştıran da bir şey. O yüzden kapıları kapatmış değiliz ama söylemeliyim, yeni dönemde ilk kitabını yayımlayan yeni yazarları yayımlama konusunda biraz daha seçici olacağız. Bu Alakarga’nın yaşadığı en önemli değişiklik olacak. Yeni yazarlara kapımız kapalı anlamına gelmesin ama ilk kitabın yayımlanması biraz daha zorlaşacak Alakarga’da.
İlk dosyalar mevzusunda bir sorum olacak. Siz bu dosyaları nelere göre değerlendiriyorsunuz peki? Basılmaya değer gördüğünüz şey nedir?
Çok dosya geliyor. Gelen tüm dosyaları okuyoruz. Reddettiğimiz her dosya farklı bir gerekçeyle reddediliyor. Şunu söyleyebilirim, bazı yazarlarımızın okuma eksiği var. Ya edebiyatın bugüne kadar kat ettiği yoldan çok haberdar değiller ya da sadece çeviri edebiyat okumuşlar, Türkçe ile bağları çok zayıf. Bugüne kadar dikkat ettiğimiz şey Türkçesi çok iyi olsun ve mümkünse edebiyatın içinden geliyor olsun. Edebiyatı ve yazıyı keşfediyor gibi yazmak bir handikap. Edebiyat keşfedildi, yazı çok büyük yollar kat etti, neredeyse tıkandı bile. Bu noktada bir tabir var, seviyorum: Cin olmadan şeytan çarpmak. Bir tür zeka oyunu gibi kurgulanıyor metinler. Evet zeki işler yapıyorlar ama edebiyatı sanki icat ediyorlar. Bu iki temel mesele bizim için oldukça önemliydi, bundan sonra da tayin edici bir pozisyonda olacak. Bunu yaparken bir dosyaya iyi ya da kötü diye bakmadık, yine bakmayacağız. Az önce saydığımız yazarlarla birlikte yer alsın. Musil’le, Onetti ile bastığımda bundan gurur duyayım ben yayıncı olarak. O yazarı bulmak istiyoruz. Bunun kıstası nedir, bir tartışma konusu ama sonuçta buradayız ve buna biz karar vermek zorundayız. 100 dosyadan üçünü seçmek zorundaysak belki adaletsizlikler de olacak ama bu iki temel kıstası gözeteceğiz.
5-6 yıldır yayıncılık yapıyorum, öncesinde de edebiyat dünyasının uzağında değildim. Sanırım bir şeyler öğrendim, kısacık da olsa, elinde tamamlanmış dosyasıyla kalakalmış yazar dostlarıma bir iki şey söylemek isterim. Ben de romancıyım. Cümlelerle evreni yeniden yeniden kurmak büyük iş, kabul ediyorum. Fakat dosya senden çıktığında şunu bilmelisin: bunu yüzyıllardır çok fazla insan yapıyor. Kendi yarattığı evrenin altında ezilmemeli kalem sahipleri. Çok saygı duyuyorum ama o dosyayı insanlara ulaştırmak istiyorsa bir yazar, egosu bir iki adım geri çekilmeli diye düşünüyorum. Şunu hep söylerim, Savaş ve Barış’ın sadece eskizleri koca bir sandık dolusudur. Yayıncıya giden nüshadan söz etmiyorum, sadece Tolstoy’un karalamalarından bahsediyorum. Ve Tolstoy’un sekreteri dört defa yeniden yazıyor o metni. Tolstoy, 19. ve 20. yüzyılı tek başına sarsıyor. Savaş ve Barış’ın girişinde 200 sayfa boyunca hayranlık uyandırıcı detaylarla yazdığı bir parti sahnesi var Tolstoy’un, hah işte biz onun beşte birini yazıyoruz aslında. Yine de Tolstoy’da görsem yadırgayacağım egoyla yeni yazarlarımızda karşılaşınca, metni ne kadar sevsem de itiraf edeyim yaşayabileceğim en ağır hayal kırıklığını yaşıyorum. Metni sahiplenmek, hak ettiği değeri görmekten söz etmiyorum, bunu talep edecek elbette her yazar, bahsettiğim metnin savunusu değil, kişi olarak eşi görülmemiş bir mertebeye ermiş olma sanısı. Bu duruş, bu bakış yazarı tüketen yegane şeydir diye düşünüyorum, yazar ermiyor zira, bilakis bunun olanaksızlığını en çok o görüyor. Yazar, sisifos gibidir, olmalıdır. Değilse yeniden yeniden nasıl yazabilir?
Peki bunun yerine ne koyacaksınız?
En baştan beri söylediğim ihmal edilmiş, büyük yazarlar var, bunların bir kısmını yeniden bir kısmını da ilk kez dilimize kazandıracağız. Bununla ilgili çok ciddi adımlar da attık. Yeri geldiğine göre açıklayabilirim. Nobelli büyük bir Japon yazar Yasunari Kawabata, tüm yapıtları için sözleşme imzaladık. Anadilinden Türkçeye kazandıracağız. 20’nci yüzyılı domine etmiş çok iyi bir yazar. Türkiye’de çok az biliniyor. Bizim yayın kurulu olarak çok sevdiğimiz Amerikalı yazar Joyce Carol Oates’in daha önce iki kitabını yayımlamıştık, şimdi yeni kitaplarını yayına hazırlıyoruz. Yine Güney Amerika’nın müthiş bir enerjiyle yazan genç kalemi, önümüzdeki dönemin kim bilir Cortazar’ı, Eduardo Berti’nin yeni kitaplarını yayımlamayı sürdüreceğiz. Rene Girard’ın iki novellası ve eşsiz yazar Onetti’nin yapıtları da Alakarga etiketiyle okurla buluşacak. Kasım ayında, öykü, roman ve denemeleriyle tanınan Faruk Duman yeni deneme kitabı Yazmalı Defter’i bize hediye etti, Yazmalı Defter Kasım ayında okuyucuya Alakarga logosuyla ulaşacak.
Önümüzdeki döneme çok yeni, çok parlak bir dönem olarak bakıyoruz. Edebiyat sevgimiz, yeni kitap ve yeni yazarlar keşfetme arzumuz zerre azalmadı, edebiyat iyi ki var, biz orada yaşıyoruz.