Gürsel Korat yeni romanı Unutkan Ayna ile okur karşısına çıktı. Tarihte yüz bir sene öncesine, Ermeni tehcirinin karakterlerin ensesinde soluduğu bir Anadolu kasabasına gidiyoruz. On günlük bir zaman dilimine resmi olmayan Anadolu tarihini sığdırmayı başaran yazar, Anadolu’nun dilini, yaşam biçimini ve geçmişini sezgi düzleminde kağıda geçirdiğini söylüyor. Kerem Görkem, Korat ile fotoğraf imgesinden adını alan kitap, zamanla kurulan dert, edebiyattan bekleyemeyeceklerimiz, kadın meselesi, mütevazı kahramanları ve daha birçok şey üzerine konuştu...
Unutkan Ayna ile okuru 1915 yazında gece, kuşluk, gündüz, gündoğumu, öğlen sonu ya da akşamüzeri vakitlerine taşıyorsunuz. Bununla beraber, kitaba ismini veren fotoğraf imgesinin tarifi yine zaman kavramıyla anlamlanıyor. Kitabın ve yazarının zamanla alıp veremediği nedir?
Zaman, yalnızca insanın farkına vardığı, adını koyduğu bir şeydir. Somut olarak görünmez. Değişimi de içerir, yok oluşu da; yenileşeni de içerir, olabilecek olanı da. Bu açıdan bakıldığında zaman, esaslı bir metafizik sorundur. Üstelik bu metafizik sorunun dinleri aşan bir bilimsel yanı, zihinselliği aşan bir somut görünürlüğü ve düşünceyi sarsan bir soyut yokluğu vardır. Bu varlık ve yokluk iç içedir.
Zaman kavramıyla uğraşmak bazı yazarlara göredir. Neden bilmem. Ben, zamanın metafiziğini düşünsel olana göndermek yerine duyulara ve görünürlüğe çeken bir yoldan ilerlerim. Bu bana çok sarsıcı gelir. Edebiyatım o yüzden zamanın somut sarsıcılığını saptamaya çalışan pek çok insan haliyle kurulmuştur.
Anlatılan hikâye, on yıllardır inkârıyla meşhur bir tarihsel gerçekliğe dayanıyor: Ermeni tehciri, soykırımı ya da kıyımı… Biz olan biteni hangi kelimelerle tanımlarsak tanımlayalım, bugün bile tartışılmaya devam eden böylesine önemli bir hadiseyi roman kurgusuna yedirmek sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Unutkan Ayna’da bu politik isimlerden hiçbirini kullanmadım. Çünkü soykırım 1949’da tanımlanmış bir kavramdır. Zamanında tehcir demişlerdi, ben de öyle dedim.
Bir romanın tarih sahnesindeki karakterlerin öyküsünü değil de, tarihte nelerin nasıl yaşandığını anlatması amatör tarihçiliktir. Sanatın dilini kullanmayan bir yazarın tarihi olayları anlatmasıyla sanat ortaya çıkmaz. Doğrusu ben “tarihi olayı bir kurguya yedirdiğimi” düşünmüyorum. Ben tarihi olayları geri plana koydum ve karakterleri öne aldım, hepsi bu. Karakterleri öne almak için yazara düşen en önemli görev herhangi bir ön yargıyı taşımadan olaya bakmayı bilmek olsa gerektir. İnsanlığın bütün hallerini hedefleyen romanın bazı insanları seçip ayırması ve onlara “karşı olması” düşünülemez. Zaten bir sanat yapıtı edebi olarak değil de politik içeriği açısından tartışılıyorsa vay o sanatın haline.
Benim için bu romanı yazmak nasıl bir deneyim oldu? Bir kez daha Anadolu’nun dilini, yaşam biçimini ve geçmişini sezgi düzleminde kağıda geçirdiğimi düşündüm.
Unutkan Ayna’nın dünü anlamak adına bir misyona sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa, edebi eserlerden bunu beklemek alıklık mı olur?
Misyon, ödev gibi kavramları edebiyat için kullanmayı sevmem. Misyon ışığında geçmişi anlatmak estetikten çok siyasanın yahut siyasal ideolojinin işidir. Zaten böyle yapılan edebi çalışmanın dili de estetik haz yerine “anlamsal seçme”ye dayanır.
Fakat yine de sanat yapıtıyla geçmişi bilemeyeceğimiz söylenemez. Bu apaçık bilmeden çok sezmeye dayanır. Geçmişi sanattan arındırılmış, mantıksal olarak kavranmış bir bilgi yolundan göstermeye çalışmak edebiyatı yaralar. Bu yol, edebiyatla sanat yapıtı arasındaki farkları bilmeyen misyonerlerin işidir.
Muharrem, Hacı Nuri, Zabel, Miralay Ziya, Memet, Kirkor ve diğerleri… Romanınız karakter yaratımı konusunda bir ders niteliğinde. Özellikle Muharrem’in hikâyedeki kilit rolü ve Hacı Nuri’lerin bugünün Türkiye’sindeki toplumsal temsiliyeti üzerine konuşmak isterim…
Muharrem kadar masum, Hacı Nuri kadar çıkarcı ve pervasız bir halkın çocuklarıyız. Muharrem her ne kadar takıntılı biri olsa da kötülük bilmez, içtenlikle sever, çıkarcı değildir, işte o biz dediğimizde aklımızda beliren soyut, düşünsel halkımızın simgesidir benim için; yüz akımızıdır. Nazım’ın “korkak hakîm ve cesur” diyerek anlattığı halkımız.
Unutkan Ayna içerisinde cesur, güçlü ve yer yer dominant kadın karakterleri de barındırıyor. Yer yer toplumsal cinsiyet meselesinin açmazlarına da dokunuyor kelimeleriniz; fakat herhangi bir bayağılıkla, doz aşımıyla, hadi diyelim hikâyenin bu sayede boğulmasıyla karşılaşmıyoruz. Kadın meselesini böylesi bir anlatının içerisine yerleştirmenin zor olduğunu tahmin ediyorum… Neler söylemek istersiniz?
Kadın sorununu bilgi tartışması olarak seçip oraya koymak zaten olmazdı. Zabel benim için gerekli olan malzemeyi verdi: Eğitimli, özgürlükçü, anne... Romandaki diğer kadınlarda bu özelliklerden en fazla ikisi bulunabiliyor. Zabel, 1908’den itibaren ortaya çıkan özgürlük hareketlerinin farkında, sosyalizmi savunan, bundan yüz yıl öncesi için çok kıymetli bir duruşu olan biri. Fakat olanaksız değil. Bunu gördüm, dünya sosyalist hareketlerinin yarattığı kadınlara ve onların düşüncelerine baktım ve gerekeni yaptım.
İşler düşünüldüğü gibi gitseydi Unutkan Ayna’nın bir film senaryosu olarak karşımıza çıkacağını biliyoruz. Metni roman formuna döndüren etkenler nelerdi?
Bunu açık seçik olarak bilmek zor. Bir zaman geldi ve senaryoyu kaldırıp attım. Bir daha yüzüne bile bakmadan romanı yazdım.
Romanla senaryo arasındaki farkın ölçüsü sözün kuruluşundadır. Romanda kokuları, renkleri, olayları betimler ve eylemle ilişkilendirirsiniz. Oysa senaryoda bunlar birer görsel malzemedir, betimlemeniz gerekmez.
Esasen eleştirmenlerin sorumlusu olduğu bir soruya içeriden yanıt aramak isterim: Unutkan Ayna, Gürsel Korat edebiyatının neresinde duruyor? Önceki kitaplarınızla bir kıyas yapacak olsanız…
Bunu söylemek gerçekten bana düşmez. Kitaplarımın hiçbirini incitemem.
Oldukça sert bir hikâyeyi dupduru bir üslupla aktarıyorsunuz. Seyredenin naifliği diyebiliriz belki bu duruma… Birinci tekilden yazmış olsanız bu durum değişir miydi?
Anlatıcı bu olayları naiflikle mi izlemiş? Yok, buna katılamam. Unutkan Ayna’da anlatıcı -bütün romanlarımda olduğu gibi- soğukkanlıdır. Coşkulu doğa betimlerinde ise bunun karakterlerle ve olaylarla ilgisi yoktur, daha çok okurla ilgisi kurulabilir.
Birinci tekil, bu romanı yazarken bir seçenek olarak aklıma bile gelmedi. Birinci tekil, böyle bir olayın kişisel felakete indirgenmesi ve suçlayıcı bir kıvam kazanmasına fazlasıyla yeterdi.
Eserler: Julien Coquentin