07 TEMMUZ, PERŞEMBE, 2022

“Yazarken Bir Aile Hikâyesinden Önce Bir Baba Hikâyesi Olarak Düşündüm”

Kerem Eksen ile baba oğul ilişkisi, aile, inanç ve ölüm üzerine bir hikâye anlattığı, yayımlanan son romanı Ölümden Uzak Bir Yer üzerine sohbet ettik.

“Yazarken Bir Aile Hikâyesinden Önce Bir Baba Hikâyesi Olarak Düşündüm”

Kerem Eksen ile nisan ayında Yapı Kredi Yayınları'ndan yayımlanan Ölümden Uzak Bir Yer odağında yapmış olduğumuz söyleşi bir karı kocanın çocukla trajik bir hikâyeye dönüşen hayatları üzerine gerçekleşti. Anne, baba, çocuk varlığı, özellikle baba-çocuk ilişkisinin yansımalarıyla şekillenen romanı okurken ölümden uzak bir yere konumlanmak, gidebilmek zor. Fakat Kerem Eksen üçüncü romanı Ölümden Uzak Bir Yer ile bir ân ve o ânın cazibesi üzerine şekillenen gerilimli ve bu yanıyla merakımızı cezbedici bir anlatı sunuyor.

Biyografinize istinaden “Trajik Hata ve Augustinusçu Ahlak” başlıklı doktora teziniz dikkatimi çekti. Edebiyata bakışınıza ve onu algılayışınıza etkisi nasıl oldu tezinizin?

Üniversitede sosyoloji eğitimi aldıktan sonra felsefe alanında yüksek lisans ve doktora yaptım. Yüksek lisanstayken, tez aşamasına geldiğimde merkezinde birtakım klasik tragedyaların -öncelikle de Yunan tragedyalarının- yer aldığı, ağırlık noktasını etik kavramlar tarihinin oluşturduğu bir araştırma alanında buldum kendimi. Doktorada da aynı alanda çalışmayı sürdürdüm. Benim için verimli bir alandı bu, zira bir yandan felsefe disiplininde çalışırken diğer yandan da edebiyatla ilişki kurabilmemi, edebiyat metinleri üzerinden düşünebilmemi sağlıyordu. Şunu da belirtmeliyim: Edebiyatla ilişkimin dolaylı olması benim özellikle tercih ettiğim bir şeydi, zira daha en baştan bir “edebiyat teorisyeni” olmak istemediğimi, edebiyata kavramlar ve teoriler üzerinden yaklaşmamın gelecekteki muhtemel “edebiyatçılığıma” iyi gelmeyeceğini düşünüyordum.

​Bütün bu tez çalışmaları boyunca hem tragedyalarla meşgul olmak, hem de edebi ve felsefi bir tema olarak “trajik” kavramı üzerine düşünmek heyecan verici geldi bana. Ayrıca bu bağlamda İbrahimi dinlerin ve etik tarihinin bazı önemli kaynaklarını okuma şansım oldu. Bütün bunların, özellikle de kısaca “trajik dünya görüşü” diye adlandırabileceğimiz bakış açısının edebiyata yaklaşımımda etkisi olduğu muhakkak. Neticede tragedyalar ve daha genel anlamda dünyanın “trajik” yorumunun ifade bulduğu eserler (romanlar, oyunlar, hatta filmler) cevaplara ve çözümlere değil sorulara ve açmazlara işaret eden, insan varoluşunun karanlık, beyhude ya da melankolik yönlerinin ele alındığı eserler. Trajik bakış açısında beliren bu (Nurdan Gürbilek’in kullandığı terimle) devasızlık, yaşamın tüm dehşetiyle kavranmasına yönelik bu tavizsizlik beni hep çok etkiledi. Bunun da etkisiyle olsa gerek, bir edebiyat metninin -özellikle de romanların- doğrudan yol gösterici, umut verici ya da belli konumları haklılaştırıcı nitelikte olmasına hep mesafeli oldum.

Ölümden Uzak Bir Yer romanınızı yazma sebebiniz/meseleniz neydi? İlk iki romanınızdan neyin farklı olmasını istediniz?

Aslında ilk kez bu kitapta bütün süreç aklıma gelen bir ânın ve o ânın doğurabileceği bir hikâyenin cazibesine kapılmamla başladı. Önceki iki romanda böyle olmamıştı. Onlarda itici gücü karakterler, onların dünyadaki konumlanışları ve bu karakterlerin durumları üzerinden kurcalamak istediğim birtakım meseleler oluşturmuştu. Bugün, burada roman yazmak nasıl bir şeydir? Tarihin bu noktasında konumlanmak neye benzer, nasıl anlatılır? Bu ve benzeri sorular… Bu kez somut bir olay -çocuğun annesine yaptığı bir şey- çıkış noktası oldu ve kendimi bu ânın peşinden giderken, öncesini sonrasını kurgularken buldum. Kısa zaman içinde o an, önce anne-babanın, giderek de özel olarak babanın bütün hayatını belirleyecek bir kurucu eyleme dönüştü zihnimde. Aslında düşünüyorum, bundan sonrasının gelişme biçimi ilk iki romandakinden çok da farklı değildi: Merkezdeki bir karakterin ve onun dünyadaki konumlanışının peşinden gittim. Hikâye de temelde böyle şekillendi. Fakat hem romanın geçtiği dünya (küçük şehirde bir öğretmen çift ve çocukları), hem de öne çıkan temaların hayatiyeti ve evrenselliği (bir çocuk dünyaya getirmek, mutluluğu aramak, ölümün gölgesinde yaşamak vb.) kendimi benim için yeni sayılabilecek sularda bulmama yol açtı. Ben de bu yolda devam ettim, bu dünyayı ve bu temaları deşmeye çalıştım.

Romanın ana izleğinde çekirdek bir aile var. Kutsal olarak nitelenen ama sorunlu bir yapıyı –aileyi- neden baba-oğul ilişkisi ekseninde yazmak istediniz?  

Romanı düşünmeye başladığımda kısa zaman içinde esas ilişki ekseni aileden ziyade baba-oğula doğru kaydı, bu ilişkide de asıl odağım babada oldu hep. Dolayısıyla romanı düşünürken ve yazarken bunu bir aile hikâyesinden önce bir baba hikâyesi olarak düşündüm. Oğlunun hayatına getirdikleriyle baş etmeye çalışırken kendi mutluluk arayışını ve ölüm fikriyle mücadelesini sürdüren bir babanın hikâyesi… Bu açıdan bakıldığında benim için bu metnin aile bağlamının, hatta babalık temasının ötesinde açılımları var: Mutluluğu arzulamak, büyük mutluluk vaatleriyle baş etmek, bu vaatlerin boşa çıkması sonrası hayatın çöle dönüşmesi, ölümün ısrarla çıkagelmesi ya da dönüp dönüp kendini hissettirmesi… Aile benim için bütün bu genel sorgulamanın yaşandığı bağlamı oluşturuyor esas olarak. Tabii tesadüfi ya da önemsiz bir bağlam değil bu. Hayatımızın, dolayısıyla da bütün bu mutluluk arayışımızın başladığı, bu konudaki ilk eğilimlerin, ilk ezberlerin, bazen de ilk arızaların bünyemize kazındığı yer aile.

Yusuf’un annesi Ömür’ün karnına düştüğü andan itibaren malzemesi çocuk olan bir hikâye okumaya başlıyoruz. Neydi sizi bir çocuğun gelmesi ile birlikte bir ailenin hikâyesini bambaşka bir yöne sürükleyecek şekilde yazmaya götüren sebepler?  

Özellikle kendim baba olduktan sonra bir çocuğun doğmasının nasıl karmaşık bir hadise olduğunu fark etmeye başladım. Bir yanıyla -geniş bir açıdan baktığımızda- tabii ki hayattaki en temel ve sıradan olay. Romanda Sait’in de dediği gibi: Herkes bir şekilde doğuyor. Hatta hayat diye bir şeyden ve onun içindeki olaylardan bahsedebilmemizin ön koşulu çocuk; o olmadan, yani en azından birtakım çocuklar doğmadan neredeyse hiçbir şey olmuyor. Öte yandan, bakış açımızı genelden özele, bir ailedeki öznelere ve olası ya da gerçek bir çocuğa çevirdiğimizde, doğum başka hiçbir şeye benzemeyen radikal bir başlangıç noktasına dönüşüyor. Zira her bir doğum, kendi başına ele alındığında, olmayabilecekken olan bir şey. Oldu diyelim, bu kez de binlerce başka ihtimalin arasından çıkıp gelen tek bir fiili gerçeklik. Ve her bir doğumda kendi varoluşunun sınırları içinde yaşayıp kendi mutluluk ya da mutsuzluk hikâyesini çizmek zorunda olan bir bünye daha dünyada gezinmeye başlıyor. Bu başlı başına büyük bir hikâye, bütün hikayelerin de çıkış noktası bir anlamda. Bu başlangıç ânına, o ânın sonrasına ve etrafta yol açtığı sarsıntılara odaklanmak ilgi çekici geldi bana.

Hikâyede olayların bir ağırlığı var ama psikolojilerin de var desem ne söylemek istersiniz. Olayların ve olayların yarattığı psikolojinin çok iyi dengelendiği bir hikâye okuyoruz.

Ölümden Uzak Bir Yer, önceki iki romandan farklı olarak, hikâye akışının merkezi önem kazandığı (ve bu anlamda genel roman okuru beklentilerini karşılamaya daha yakın) bir metin. Bunu daha en başta anlayabiliyordum, zira yazmaya başlamadan önce ana hatlarıyla da olsa başkalarına anlatabildiğim ilk romanım bu oldu. Öte yandan, yazmaya başladığım andan itibaren beni olayların birbirlerine zincirlenme biçiminden ziyade olaylar bağlamında beliren durumların, özellikle de ruh hâllerinin ilgilendirdiğini gördüm. Bu açıdan bakıldığında, romandaki üçüncü tekil şahıs anlatıcının ana karakteri (yani Sait’i) takip ediyor olması, sık sık onunla içli dışlı olması tesadüfi bir durum değil. Sanıyorum olayların başlı başına çarpıcı ya da ilgi çekici olduğu durumlarda bile, insanları kuşatan bütün o ruh hâlleri, içlerindeki dalgalanmalar ya da zihinlerinde parlayıp sönüveren düşünceler her şeyden çok ilgimi çekiyor. Bu anlamda üç roman arasında bir süreklilik olduğunu düşünüyorum. Bir okur olarak da, bir yazar olarak da olaylar zincirinin tek başına bir metni taşıyabilmesi mümkün gelmiyor bana.

Kerem Eksen

Ölüm kavramı ve ölümden uzak bir yerin varlığı, olabileceklerin ihtimalleri silsilesi yani, özellikle Yusuf büyüdükten sonra daha derinlemesine vücut buluyor sanki. Ölüm gerçeğini, ölüm kavramını nasıl ele almak istediniz hikâye bütününde?

Biraz romanın yazım sürecinden söz ederek cevap vereyim: Dediğim gibi, ilk çıkış noktası baba-oğul ilişkisi ve oğulun babanın hayatındaki altüst edici etkileriydi. Fakat erken bir aşamada en baştaki kısa prolog ve bölümleri buna benzer birer prologla açma fikri belirdi. Bu fikir romanın tematik ekseni açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Zira benim için prolog kullanımının amacı bir olayın aktarılmasından önce, olay örgüsü seviyesinin altında, daha derinlerde işleyecek ve –eğer işler yolunda giderse- metnin bütününü kuşatacak tematik bir hattın devreye sokulması. Ben de bu şekilde daha en başta ölümlülük, ölüme tanık olma, kayıp endişesi gibi temaların metne sirayet edebilmesini sağlayacak bir hat açmış oldum metinde. (Böyle anlatınca, bir hemşirenin tedavinin başında hastanın damarını açıp kateter takmasına benzedi bu müdahalem. Neden olmasın?) Neticede metin ilerledikçe anlatı bütün bu temaları da kuşatacak şekilde genişledi. (Hatta bazı okurlar metnin ileriki kısımlarında bu açılmanın ivme kazandığı önemli bir aşamayı özellikle belirtiyorlar, ama neresi olduğunu söylemeyeyim.) Sonunda da romanın akışı “ölümden uzak bir yer” fikrine vardı, hatta bu fikir romanın başlığına yansıyacak kadar hâkim hâle geldi. Bu anlamda ölüm, romandaki olay örgüsünün tonunu ve anlatının dokusunu belirleyen daha genel, belki atmosferik diyebileceğimiz bir unsura dönüştü benim için.

Son olarak tüm dünyada pandemi dönemi ile başlayan bir yenilenme söz konusu? Gerçekten de bir yenilenme söz konusu olabilecek mi ve bu yenilenme sürecinde edebiyatın rolü nasıl olacak sizce? 

Pandemi azımsanmayacak bir sarsıntıya yol açtı hayatımızda, uzun vadeli etkilerinin neler olacağını da kestirmek zor. Yaşamın kırılganlığını böyle kitlesel bir şekilde, hatta dünya çapında bize hatırlatan başka bir ortak deneyim çeşidi yoktur herhalde. Üstelik bunun kıtlık, kuraklık, doğal afet gibi felaketlerden farklı, daha tekinsiz diyebileceğimiz bir yanı var: Hepimiz etrafımızdaki organizmaların (tabii en başta da insanların) içinde yaşamımızı tahrip etme potansiyeline sahip binlerce görünmez gücün saklı olduğunu yeniden fark ettik, oysa tıptaki gelişmeler sayesinde unuttuğumuz bir şeydi bu. Bu fark edişin uzun vadeli etkileri olacaktır muhakkak. Bunu tüm boyutlarıyla bilmek zor. Kesin olarak bildiğim tek şey, bunun, bizim için kıymetli olan birçok güzel şeyi elimizden alabilecek bir deneyim olduğu. İnsanların bir araya gelmeye, örneğin bir salonda toplanıp bir konu üzerinde tartışmaya, bir sınıfta yüz yüze ders dinlemeye ya da bir konserde hep bir ağızdan şarkı söylemeye çekinir hâle gelmeleri korkunç bir şey. Fiziki birliktelik insan olmanın çok temel bir koşulu, bunun darbe alması büyük bir kayıp olacaktır. O nedenle, en azından pandemi bizi mecbur bırakmadığı sürece, buluşmaları, dersleri, toplantıları ekranlara teslim etmemeliyiz diye düşünüyorum. Özellikle de bir üniversite mensubu olarak, eğitimin (pandemiden bağımsız olarak) yavaş yavaş ekranlara kaymaya başladığı bir dönemde, bunu vurgulamak istedim.

​Bu dönemde edebiyatın muhtemel rolüne gelirsek. Bu rol başka zamanlarda neyse şimdi de o sanırım: Hayatın kılcal damarlarında dolaşmak ve gündelik gözlemlerin, pratik iletişim biçimlerinin ya da kavramların erişemediği yerlere gidip oraları deşmek. Böylelikle yaşadığımız zamanın ve dünyanın dinamiklerini biraz daha iyi tanımamıza, kendimizi bugün ve burada bir yerlere yerleştirmemize yardım edebilir, hayatın getirdikleri karşısında bizi daha güçlü kılabilir.

Tasarımlarda kullanılan fotoğraflar © Eric Kogan'a aittir.

0
6440
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage