Biriken pullar, kapanmayan zarflar, bitmeyen aşklar ve zamanla devam eden tartışmalar… Kitaplarını severek okuduğumuz yazarların hiç bilmediğimiz yönlerinden, arkadaşlıklarından, hayallerinden, edebiyat ve sanat anlayışlarından izler taşıyan mektuplar…
Rönesans’tan bu yana Avrupa’da çeşitli ülkelerde yaygınlaştığı görülen mektuplaşma, özellikle Fransa’da bir yazın türü olarak ayrı bir öneme sahip. Edebiyat dünyasına ve yayıncılığa içeriden bir bakış niteliği taşıyan mektuplar, sadece kitaplarıyla tanıdığımız yazarların sevgisine tanıklık etmenin yanı sıra kurmaca olmayan, gerçek yaşamlara da ışık tutmuş ve yazarların gizlerini de ortaya çıkarıyor.
Yaşadıkları çağlarda belki de okurları tarafından hiç bilinmeyen, akıllarda soru işareti bırakan yazarların yalnızlıkları, kırgınlıkları, sıkıntıları, acıları, kıskançlıkları, hayalleri ve tartışmaları günümüzde yayımlanan mektuplar ile çağın okurlarına sunuluyor. Yazarlarla eserlerin arasında bağ kurmamızı sağlayan mektuplar, aynı zamanda ‘yazar-yayıncı’ ilişkilerini de göz önüne seriyor. Mesela George Orwell, yayıncısı Victor Gollancz’a Mart 1944’te yazdığı mektupta “Az önce bir kitap bitirdim… küçük bir peri masalı, 30.000 kelimelik, siyasi anlamı var. Ama sizin açınızdan kesinlikle kabul edilmez olduğunu –düşüncem bu- söylemeliyim. (Stalin karşıtı). Siyasi açıdan onaylamasanız bile bir göz atmak isterseniz bana ya da ajansıma haber verebilir misiniz?” der ve gelen cevap ilginçtir çünkü Victor Gollancz “İçteki ve dıştaki Sovyet politikasının pek çok yönünü eleştirsem de ona böyle genel anlamda saldıran bir metni yayımlamam mümkün değil” diyerek reddeder Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni. Roman 1945’te yayımlanır ve 1950’lerde asıl ününe kavuşur. Bu ün katlanarak devam eder ve günümüze kadar gelir. Hatta 1999’da filme de çekilir. O dönemde yayıncılar tarafından eserleri reddetmek oldukça kolaydır –ki bundan birçok yazar nasibini almıştır. Bundan dolayı yazarlar ile yayıncılar arasında olumlu mektupların sayısı oldukça azdır, genel olarak bir sürtüşme durumu görülür yazarlar ile yayıncılar arasında.
Mektuplar aynı zamanda yazarların ailesi, yakın arkadaşları, yaşam biçimleri, dil görüşleri, dil duygusu ve çeviri anlayışlarına da ışık tutuyor. Örneğin, kötü bir çocukluk geçiren ve babasıyla sürekli sorunlar yaşayan Franz Kafka bir mektubunda babasına “Bana sözcükleri çok erkenden yasakladın. ‘İtiraz istemem’ şeklindeki tehdidin ve aynı zamanda kaldırdığın el, o günden beri aklımdan çıkmıyor” diye seslenir. Despot babasının istediği gibi bir yaşam sürdüren Kafka’nın mektuplarında anlattığı olaylar eserlerine de çok fazla yansımıştır. Hatta Kafka’nın yayınlamak amacıyla değil, sadece babasıyla ilgili duygu ve düşüncelerini dile getirmek için yazdığı ama hiç göndermediği mektup Max Brod’un gün ışığına çıkarması ile Baba’ya Mektup başlığı altında yayımlanmıştır.
Yazarların aralarındaki mektuplaşmalarda ise sanat ve edebiyat anlayışlarını, küçük tartışmaları, politik görüşleri, çileleri, eserlerle ilgili yorumları, duyguları, düşünceleri ve özlemlerini dile getirdiklerini görüyoruz. Kimi mektuplar sanata ve edebiyata nasıl bakmamız gerektiğini de söylerken, aklımızdaki soruları da cevaplıyor bu konuda, tıpkı açık bir mektup gibi. Hatta Stefan Zweig ile Joseph Roth arasındaki tartışma mektupların her zaman duygusal olmadığını gözler önüne seriyor. Zweig mektubunda “Ne kadar büyük bir yazar olsanız da maddi anlamda yoksul, küçük bir Yahudi olduğunuzu, neredeyse geri kalan yedi milyon kadar yoksul ve küçük olduğunuzu kendinize itiraf edecek cesareti bulun artık” derken, mektuba Roth “Yoksul, küçük bir Yahudi’nin ne olduğunu bana anlatmanız hiç gerekmez. Ben 1894’ten beri öyleyim ve bundan gurur duyuyorum… Tam 30 yıldır yoksul ve küçüğüm! Yoksulum ben” şeklinde cevap verir. Roth, kendisine itham edilen kelimelere biraz sitem ederken yoksulluğunu kabul ediş içerisindedir.
Dünya edebiyatından yerli ve yabancı mektuplara şöyle bir bakacak olursak:
-“Mümkün olduğunca az üzül ki beni de mümkün olduğunca az üzmüş ol.” Franz
Kafka, Milena’ya Mektuplar
-“Dün sabah geldiğim İstanbul’la ilgili bugün sana bir şey söylemeyeceğim, şunu bil ki Fourier’in fikri beni çarptı: Bu şehir ileride dünyanın başkenti olacak.” Gustave Flaubert’ten Bouilbet’ye
-“ En çok ve en uzun sana inandım.” Her Şeyin Sonundayım Tezer Özlü -Ferit Edgü Mektuplaşmaları
-“Çok öskedim seni. Öskedim, bizim doğu dialektinde özledim demektir. Neyini, nereni, hangi halini desem ki? Sesini öskedim örneğin. Yüzünü, şeytan çocuk gülüşünü, öfkeni, yeryüzünü ve kaskatı canımı ısıtan varlığını. Şükür varsın. Oturup "nasılsın" diye açabilir insan. Sevinebilir, övünebilir, ağlayabilir insan. Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni. Yemeyip - içmeyip, yatmayıp-uyumayıp, seni anlatmalı bu yürek.” Leylim Leylim Ahmed Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar
-“Birini seversen –bunu söylemenin bir zararı yok- bazı insanların çok utangaç olduğunu ve konuşurken bazen bu utangaçlığı dikkate alman gerektiğini akılda tutmalısın.” John Steinbeck’ten oğlu Thomas’a
-“Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrediğimi?
Geldiğimi?
Gittiğimi?
Hadi!” Cemal Süreya,
On Üç Günün Mektupları
Mektuplar üzerine kitapların yazılmaya başlandığı günümüzde, kalem ve kâğıt işlevini yavaş yavaş kaybetmeye başlamışken, okurlar mektuba olan özlemlerini yazarların mektuplarını okuyarak gideriyor. Umarım teknolojinin rüzgârına kapılan insanlığımız bir gün mektupların güzelliğini fark eder ve tekrar mektup yazılmaya başlanır…