Senin kadar üzgünüm Sylvia
ama ben intiharı yağmur gibi
hep toprağıma düşürüyorum
iyi huylu otlarım yeşersin
Sylvia Plath, yazın gücüyle ve şiirleriyle olduğu kadar kerli, acı dolu ruhu, gelgitli yaşamı ve trajik vedasıyla da hemen her dönem ilgi çekmiş isimlerden biri oldu edebiyatla haşır neşir olanlar için. Hollywood yapımı Sylvia filmiyle de adı daha geniş kitlelere -kendisine yakışan ve onu yansıtan biçim bu olmasa da- ulaştı.
Christin Jeffs tarafından (2003) çekilen filmde başrollerde Gwyneth Paltrow ve Daniel Craig oynamıştı. Hollywood sinemasının kuralları ve çerçevelemesi içinde değerlendirildiğinde sıradan bir izleyici için hiç de fena sayılmayacak Sylvia, hassas ve iyi izleyici için de Plath hayranları için de büyük hayal kırıklığı olmuştu. Ana akımın kullanmaya doyamadığı deli kadın imgesinin en çok da biyografilerle talan edildiği bir furyadan Sylvia Plath de payına düşeni aldı. Bir kadının hem de sıradan olmayan bir kadının yaşamına odaklanırken yönetmen gözünün bir kadınınki olmasının öyküyü, bakışı, söylemi dişil bir dille kurmaya hiç de yetmediğinin en somut kanıtlarından biri olmayı başardı hiç değilse film. Sylvia’nın varoluşsal trajedisine, melankolisine; kısacası ontolojik çaresizliğine bir nebze olsun yaklaşmayı başaramadan başlayıp biten filmin belki de en sahici bölümleri, neredeyse ilgili tüm sahnelerinde yazan bir kadını bazen hafife alan, bazen onunla alay eden kimi zaman da lütuf ölçekli bir iyimserliği, pohpohlamayı kendisine bahşeden kanonik bakışın acımasızlığının yansıtıldığı yerlerdeydi. Hele ki poetry slam örneği sayılabilecek planlar filmin en sıkı anlarıydı şiire şaire dair. Oyuncuların performansları da senaryonun muğlâklığı yüzünden açılmayı başaramamış profesyonellikler olarak kalmış ne yazık ki filmde. Yakışıklı, başarılı bir şair koca, n’apsındır giderek deliren bir kadınla… Üstelik de ne kadar sevse ne kadar anlamaya çalışsa da aynı evde yaşamayı imkânsızlaştıran kadının zavallı tutumu, histerisi, nevrozları, önleyemediği saldırganlığıdır. Koca haklıdır, hatta neredeyse mecbur kalmıştır başka hayatlara gitmeye… Filmin dediğidir. Kadın yetersiz, çaresiz, başarısız, geçimsiz, bıkkın, sevgi üretemeyen ışıksız bir kadındır. Çocuklarına da annelik ederken sorunludur. Bildiğin çatlaktır işte kadın. Eh bu hayattan da intihardan başkası nasıl çıksındır. Allahtandır ki çocuklar bu trajik sondan kurtulmuştur. Yaşasındır; akıl, sağduyu, olgunluk ve başarı kazanmıştır. Hastalıklı, başarısız, eksik olan olması gerektiği yere geri çekilmiştir.
Sanat insana dokunmak için varsa, insanın iliğinden ürettiği kederle, kemiğine yaslanan acıyla an kadar baş başa kalmaksa Sylvia bunu başaramamış bir film.
Derinden bağlı olduğu şeylere dair bir karşılaşma yaratacaksa sanat, nesnesiyle buluşmaya dair gecikme, erteleme anları yaşar kimileri. Ben de onlardan biriyim. İçimdeki ile yüzleşme, karşılaşma korkusudur bu. Kimileyin de o karşılaşmanın hazzıyla başa çıkamama hali… Sylvia’yı ertelemeleri uzun tutulmuş zamanlardan sonra izlemiştim. Bu yazıya neden olan ikinci bir izleme arzumsa Eugenıo Borgna’nın Bekleyiş ve Umut kitabının okunması sırasında oldu.
Türkçede Ruhun Yalnızlığı ve Melankoli kitaplarıyla tanıdığımız psikiyatrist Borgna, kavramlarına fenomenolojk açıdan yaklaşırken yanına sanatı da alan, klinik deneylerin sıkıcı çemberinden ve açmazlarından çıkarak insanın gizli derinlerini sanatın ve hayatın kesişim noktalarıyla anlamaya çalışan biri. Bizde bu son yayımlanan kitabında insan olma halinin iki temel taşı olan bekleyiş ve umudu masaya yatırmış. Yalnızca klinik deneylerin verileriyle değil, ruhun kuytularına gizlenen karanlık hayaletlerin görünme, ortaya çıkma ve canavarlaşarak insanın ruhunu ele geçirme süreçlerini felsefenin, teolojinin ve edebiyat imgelerinin ışığıyla aydınlatmaya çalışmış. Bir varoluş kategorisi olarak umuttan söz ederken kaçınılmaz olarak umudun çöküşlerine de klinik vakalar üzerinden göz gezdirmiş. Burada kaçınılmaz olarak ölüme dair şiddetli özlem’in yollarını aralamaya çalışmış. Umudun ve sessizliğin sözcükleri arasında ruhun karartılı patikalarında dolaşırken Pavese, Celan, Leopoldi gibi kaçınılmaz olarak Plath de sık sık çıktı karşıma. İntihar ve intihar denemesinin yaygın olarak varoluşsal ve nevrotik kaynaklı oluşundan söz eden yazar, Plath intiharının radikal psikotik kaynaklı olduğunu söyler ve ölüme dair ‘saplantılı arayışı hastalığının yeniden alevlenmesiyle eş zamanlı olarak şiddetlenen, yoğun kaygıyla beslenen kor gibi içsel çatışmalardan geçen, her intiharda var olan acının ve geri dönüşsüz yıkımın bilincinde olan birinin’ eylemi olarak yorumlar Sylvia’nın gidişini.
Acının sonsuzluğu, ölümün varlığı ve kayıp anlam… Bunlarla baş etmeye çalışırken aldığımız yaralar… Yaşamak çok zor ve yorucu bir iş. Sonsuz bekleyişin kollarında umudun ninnisini işitmeye çalışarak, tan sökerkenki o tülden sızan ışığı bekleyerek geçen hayat… Her şey bazen elimizde; bazen hiçbir şey değil.
Kitabın bir yeri, insani varoluşun kendini gerçekleştirmesinin tek yolu hayattan vazgeçmek olduğunda varoluş trajik varoluş olur, diyor. Özgürlük yoksunluğu, içsel serbestliğin eksikliği, parçalanmış benlik, anlam eksikliği ya da anlamın tümden kaybı… hüzün ve kaygı… kalbin huzursuzluğu ve umutsuzluğuyla baş etmek… hepsi hepsi hayata dair. İnsan… her nereden bakarsak bakalım trajik bir varoluş hali. Ona umut bağlasak ya da ondan umudu kessek de…
Sırça Fanus’ta “içinde ölü bir kelebek gibi tıkılı kalmış olan için dünya kötü bir düştür” derken ve kendi yaşam imgesini örerken Sylvia zavallı, kaybolmuş ne yaptığını bilmez değildir. Güçsüz ve acınası da değildir. Başkadır ama… yapayalnızlığı, ıssızlık çoğaltan kaynağı belirsiz sonsuzluk gibi akan acısı kalıcılığın ormanlarında hiç gezinmez. O hep dışarlıklı bir arzu ile karanlıkları ve gölgeleri sever. Bir de sert kuzey denizini… Açıklık onda eksikliğin ve kayıp anlamın belirsizlik mekânıdır, ferahlığın anahtarı değil. Varoluştan içimizde saklanan ölüm kaygısı onda ilk büyük kayıpla örtük bir ölüm arzusuna dönüştürmüştür kendini. Şizofrenik deneyimin ölümle düellosuna… Ölümü alt etmek için seçilmiş gibidir ölüm. Tekrar ve tekrar… Bayan Lazarus için ‘ölmek bir sanattır’.
Plath’ın edebi bağlamda yapıp ettikleri de intiharının kökensel nedenleri de bambaşka alanlara dair uzun tartışmaları olanaklı kılar. Ama çoğunluk onu sansasyonel ölümü ile modern zaman mitine dönüştürmeyi tercih eder. Bu, umut-umutsuzluk girdabına kapılmış, bekleyişin sonsuz derinliklerine çapasını atmış herkes için bir katarsis yoludur. Başa dönersek filmin başarısızlığına yani… Bu başarısızlığın nedeni filmin çoğunluğun yolunu seçmiş olmasıdır belki… Gürültüye odaklanırken sessizlikte tozlaşanı görmemektedir belki sorun. Belki ezber edilmiş bakışlarla herkesin başkasının acısına bakmaya çalışmasıdır.
Bekleyiş ve Umut’sa bize tozpembe bir hayatın ipuçlarını sunan bir kitap değil. Alabildiğine gerçekçi, acılardan kaçmadan onları yok saymadan hayata olduğu gibi bakmaya çalışan bir kitap. Elbette umutvar olmasından yana dünyanın. Ama bütünüyle olamayacağının da farkında; oluş’a uyanık kalalım istiyor. Borgna nasıl hayatlardan gelirsek gelelim içsel yaşantının dışsal yaşantıyla arasındaki ilişkiyi sıkı tutmanın, tutunmanın yollarını birlikte aramanın kapısını aralayalım istiyor. Dinlemenin ve işitmenin, kulak vererek dikkat kesilmenin görmekten daha önemli olabileceği zamanlar olduğunu da söylüyor.” Bizim için söyleşi olmuş şey, yeni bir şey öğrenmiş olmamı değil; bundan ziyade, diğer kişiden bize bir şey gelmiş olmasıdır, dünyaya dair kendi deneyimimizde henüz karşılaşmamış olduğumuz bir şeyle karşılaşmış olmamızdır.”[1] Bizde kalanlar iyi ve kötünün bilgisinden çok zarafetle bize dokunanlardan kalanlardır. Yalnızlıklar, sessizlikte biriken sözcükler, anlam adacıkları belki rikkatle birbirimizin içini işittiğimizde oluşacak… Belki… Hayat, belki.
[1] (Gadamer’den aktaran) Borgna…