Delâl Arya ile yemek tarifleri, ilginç bitkiler, rüyalar ve kadim zamanların sırlarla dolu hikâyeleri arasından İstanbul’a uzanan efsunlu romanı Öteden Beri 1 - Gözcü Kulesinde üzerine konuştuk.
Çocukluğunun geçtiği ya da yaşadığı yerlerden aldığı ilhamla yarattığı atmosferlerde mitoloji ile kurmacayı özgün bir üslupla birleştirdiği kitap serileriyle tanınan Delâl Arya bu kez Öteden Beri 1 - Gözcü Kulesinde kitabı ile Konstantiniyye’nin farklı bir zamanında, Pleizade çocukları eşliğinde dolaştırıyor okurlarını.
Binaların planları çıkarılacak kadar detaylı anlatılmış, film sahnelerini andıran ülkeler ve mekânlar var kitaplarınızda. Mekânların kendi dünyanızda oluşması ve kurmacanın içinde yer alması arasında nasıl bir yol izliyorsunuz?
Kitapların mimari eserlere benzediğini düşünüyorum. Duvarlara kapılar ve pencereler açarak cümleler kuruyor, koridorları olay örgüleri gibi birbirine bağlıyor, her odada yeni bir paragrafa, her salonda bir bölüme giriyorum. Tam da bu yüzden kitaplarımdaki binaların planıyla hikâyenin planı birbirinin yansıması veya izdüşümü gibi görünüyor ve genelde anlatımın da neoklasik bir havası oluyor. Pera Günlükleri’nde bu, eski ve köhnemiş bir otelin odalarıydı. Otel aynı zamanda içinde sakladığı tarihin derinliklerinden gelen sırlar ve eksantrik müşterileriyle İstanbul’un da simgesiydi. Yedi Denizlerde ise sisli, rüzgârlı ve dalgalı denizlerle boğuşan; yeryüzünün, hatta bazı noktalarda yıldızlarla dolu gökyüzünün izdüşümü olan Shonga gemisiydi. Yazdığım son kitap serisi Öteden Beri ise büyülü, karanlık bir orman tarafından yutulmuş, yok oluşun eğişindeki Konstantiniyye’de, şehrin en heybetli apartmanlarından birinde geçiyor. Galata’daki apartman, en üst katta yaşayan ve bir asilzadeyi andıran Fahrelnisa Pleizade dışında tamamen terk edilmiş. Kitabın kahramanı olan çocuklar böyle bir konağa adım atıyorlar ve buldukları ipuçlarını izleyerek hem kendi ailelerinin sırlarını hem de şehrin bir parçası olan büyülü dünyanın sırlarını keşfe çıkıyorlar. Galata’daki Pleizade Konağı kendini aman vermez ormanın hışmına bırakmış, yüzlerce odalı bir labirente benziyor. Labirent aslında bütün kitaplarım için doğru bir tanım. Çünkü en büyük sır her zaman labirentin merkezinde, en derin yerinde yatar. Bu yüzden bütün kitaplarımdaki bütün mimari eserlerin en derin yerindeki merkezinde canavarın yattığı bir mağara vardır. Orası ölümün ve yeniden doğumun yeridir.
Bugünden seçtiğiniz dizeler ve şarkı sözleri epigraf olarak kullanılmış. Metne girerken zamanda yolculuk hissi veriyor böyle bir geçiş. Siz bunları seçerken hangi duygular arasında dolaştınız? Epigrafları neye göre seçtiniz?
Öteden Beri Gözcü Kulesinde, aslında benim çocukluğumdaki ve gençliğimdeki İstanbul’un bir rüyada karşılaştığım yansıması. 90’lı yıllarda Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki apartmanların neredeyse hepsi terk edilmişti. Arnavut kaldırımlı sokaklardaki yağmur birikintilerine barların ve elektrikçilerin neon ışıkları yansırdı. 1900’lerin başından kalma sinema salonları izbe ve rutubetliydi. Okuduğum okulların bir zamanlar yetimhane olarak inşa edilmiş binalarındaki büyük, kasvetli salonlarda radyo açık olur ve Sezen’in, Nazan Öncel’in şarkıları çalardı. Tüm bunları hissederek yazdım. Bu şarkı sözleri ve dizelerin denizin medcezirler yaparak getirip kumsala bıraktığı yosunlara dolanmış eşyalara benzediklerini düşünerek... Tıpkı Çay’ın rüyalarından getirdiği eşyalar gibi bunlar da bilinçaltımın derinliklerinden kopup gelen ve her biri başka bir anıyı tutan mandallardı.
Gözcü Kulesinde kitabınızda üç çocuk, annelerinin çocuklukluğunun geçtiği eve dönüp sırlar ve keşiflerle dolu bir maceraya adım atıyorlar. La Corbusier: “Ev, yaşamak için bir makinedir.” diyor. Özellikle Yedi Denizlerde’yi ve yaşam öykünüzü okuyunca ev kavramını yeniden sorguladım. Ev ne demek sizin için?
Arkeoloji yüksek lisansı yaparken ilgimi en çok Neolitik köyler ve içlerindeki yuvarlak planlı evler çekiyordu. Bu evler içlerinde yaşamı ve ölümü birlikte barındırıyorlardı. Kubbeli tavanlarıyla ana rahmini hatırlatıyorlar, içlerindeki ocak, boğa boynuzları ve spiral desenleriyle bereketi ve Doğa Ana’yı temsil ediyorlar, birbirine bitişik inşa edilmeleriyle labirenti andırıyorlardı. Ölüler evin tabanına gömülüyor, kafatasları sonradan akıl danışılacak ruhani rehberler gibi duvardaki nişlere konuluyordu. Benim gözümde evin bu hâli hiç değişmedi. Kısacası ev, hayatın ve ölümün ta kendisi benim için.
Kitabınızı okumaya teşekkür kısmından başladım. Oradaki “Bir de masal anlatmanın aslında kim olduğunu öğrenmek için çıkılan uzun bir yol olduğunu bana söyledikleri için…” ifadeniz okuma serüvenimin “ağırşak”ı oldu. Gözünün karşılığında masalların aslında büyü sözcükleri olduğunu öğrendiğini söyleyen Ekaterina ve bize sunduğunuz efsunlu dünyayı düşündüğümüzde sınırları sık sık ihlal edilen iki dünya (gerçek dünya ve kitabın dünyası) arasında okuru dolaştırıyorsunuz. Sizin bu iki dünya arasındaki yolculuğunuz nasıl geçiyor?
Hayata gizemlerin eşlik ettiğini düşünüyorum. Hepimiz peri masallarındaki kahramanlar gibi karanlık bir ormanın içinde yalnızız ve hayatımız boyunca eve dönüş yolunu arıyoruz. Konuştuğumuz dilden, içinde barındığımız evlere kadar çok eskiden yaşamış atalarımızın ve analarımızın geride bıraktığı ipuçlarını takip ediyoruz. İpuçlarını doğru okursak sonunda cadının kulübesine ulaşabilir ve oradaki güçlükleri yenebilecek kadar bilgeysek elimizde kutsal bir güçle eve dönüş yolunu bulabiliriz. Benim için yazma eyleminin kendisi bir peri masalı; bir eve dönüş yolculuğu. Karanlık bir ormanda başlıyor, cadının kulübesindeki ateşte pişiyor ve orada yeni bir ateşle yeniden doğuyor.
Anlattıklarınızı tek kitapta tamamlamıyorsunuz. Birbirinin devamı sayılan seri kitaplarınızla tanıyoruz sizi. Bu tarz yazma deneyiminin hassasiyetleri neler? Bir hikâyeyi gezdirmek, onunla yaşamak, ona veda etmek nasıl bir duygu?
Tam anlamıyla bir dünya yaratmak çok teferruatlı bir iş. Kitabın başındaki ziyafet sofrası gibi. Çok zaman alıyor, çok fazla malzeme kullanıyorsunuz, çok emek sarf ediyorsunuz. Ateşler yanıyor, yağ kızarıyor, otların kokuları her yere yayılıyor. Bu kadar uğraştıktan sonra her şeyi tek bir kitapta anlatmak ve tüm o güzel ayrıntıları silip atmak bana o ziyafet sofrasındaki her yemekten bir çay kaşığı tatmak gibi geliyor. Bir dünya yarattığınızda anlatacak çok şey var. Çok fazla tat, koku, sohbet birikiyor. İnsan o sofradan kalkmak istemiyor.
Gözcü Kulesinde kitabınız Fahrelnisa Pleizade Konağı, Gan Idamah’ın dedektiflik bürosu, üç çocuğun dedesinin fotoğraf merakı için oluşturduğu karanlık oda, çok ilginç yemek tarifleri gibi özgün ve ilginç detaylar içeriyor. Kitabı okurken sinema filmi ya da animasyon olarak çekilse nasıl olur diye düşünmeden edemedim. Bu konuda bir teklif geldi mi? Bu tarz edebiyat uyarlamaları hakkında ne düşünürsünüz?
Kitabı yazarken zaten hayalimde onu bir film gibi kurguluyorum. Görsel ayrıntılara çok dikkat ediyorum ki okuyucu kafasında o dünyayı canlandırabilsin. Bunda muhtemelen üniversitede sinema televizyon okumuş olmamın büyük etkisi var. Kitaplarımı filme uyarlamak konusunda teklifler geldi. Fakat yapımının biraz maliyetli olacağı için sanırım henüz cesaret edebilen çıkmadı. Kitap uyarlamalarının birebir tutmasına gerek yok, zaten imkânı da yok. Fakat her kitabın içinde bir his, bir ruh saklı. Sanırım aynı ruhu koruyabildiğin sürece kitaptan uyarlanan film başarılı olacaktır.
Yedi Denizlerde kitabınızda Renda, dünyanın üstünde yaşayanlardan ayrı, sadece kendine ait bir sesi olduğunu düşünüyor. Eserlerinizi düşündüğümde sizi o sesi duyan biri olarak görüyorum. Dünya bize neler söylüyor?
O sesi duyabiliyorsam eğer bunu ancak çok çalıştığımda, yazdığım dünyanın içine girdiğimde yapabiliyor olmalıyım. Yani yarattığım o dünyaya bütünüyle odaklandığımda ve gerçek dünyayı unuttuğumda. Söylediği bir söz olduğunu sanmıyorum, en azından Yedi Denizlerde’nin kurgu dünyasında yok. Ama herhalde dünyanın sesini duymanın da bir bedeli vardır. Tıpkı romandaki Ekaterina Pleizade’nin tek gözünü kaybetmesi gibi veya mitolojideki güneşe yakın uçan Ikarus’un kanatlarının erimesi gibi. Ama bence bir kez o sesi duyabilirsek eğer, işte o zaman içimizdeki tanrı/tanrıça parçacığını keşfedebiliriz.
Romanlarınızın mektuplar, günlükler, haber metinleri, seyir günlükleri gibi türler arası geçişlerle zenginleştirilmiş. Kurguladığınız fantastik dünyanın yanında zaman zaman gerçek dünyada karşılığı olan ülkeler, kişiler de yer alıyor. Gözcü Kulesinde’nin “epilog” kısmında Altay-Yakut söylencesinden izler görüyoruz. Tanrıça Hekate, Ak Ana, Efrandisyap ise Erlik’i çağrıştırıyor. Birbiriyle alakasızmış gibi görünen bu unsurları kurmaca bir dünyada bir araya getirme tarzınız üzerine neler söylersiniz?
Eski topluluklarda aynı hikâyeler hep birbirini tekrar etmiş. Aynı tanrıları ve tanrıçaları Yunan mitolojisinde, Altay-Yakut söylencelerinde, Mezopotamya inanışlarında veya Doğu Avrupa sanatında görebiliyoruz. Benim Hekate’yi seçmemin nedeni onun İstanbul’un bilinen en eski dönemlerinden biri olan Byzantion zamanlarında koruyucu tanrıçası olması. Ama eminim Lambalı Hekate’ye inanç çok daha eskilere, Buz Devri’ne kadar gidiyordu. Hepsini Öteden Beri dünyasında bir araya getirmemin nedeni aslında ilk olanları hayal etmeyi sevmem: İlk tanrıçalar, ateşte pişen ilk yemekler ve o ateşin etrafında anlatılan ilk masallar. Şunu da eklemeden edemeyeceğim. İçimden bir his ilk masalların aslında birer koruma büyüsü veya bereket duası olduklarını söylüyor. Bu yüzden peri masallarına karşı daha temkinli bakıyorum. Tüm o kötü kurtlar, mavi sakallı adamlar, sabahlara kadar dans eden prensesler doğanın güçleri temsil ediyor. Bu yüzden Öteden Beri’de bu konuları işlemeyi seviyorum.
Aşçı Tuzruhi, Abidin Dodo, Fış Fış Ali, Çay Pleizade, Cook Cahit gibi adlarında ve kişiliklerinde espriler taşıyan karakterlere yer veriyorsunuz. Karakterlerinize isim verirken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Denizci karakterlerin hepsi gerçek hayatta yaşamış nevi şahsına münhasır kişiler. Onlara bu isimleri çalıştıkları gemilerdeki lakap takmada çok yetenekli öteki denizciler vermiş. Son kitabımdaki Pleizade soyadı ise, yedi yıldızlı Pleiades takımyıldızından geliyor. Tıpkı Pera Günlükleri’ndeki Eltanin soyadının başka bir takımyıldızından gelmesi gibi. Karakterlerime verdiğim isimlerin uzun zamandır kullanılmış kadim sözcükler olmasına dikkat ediyorum. Çay ise herhalde hayatımızdaki en basit ve en çok kullanılan kelimedir, fakat bilinen en eski kelimelerden biri olduğundan da eminim.
Kitaplarınızda dünyanın ve şehirlerin başına gelen tehlikelerin müsebbibi yetişkinler, tehlikeleri gören ve bunları değiştirmek için çalışanlar hep çocuklar. Çocuklar geleceklerini inşa ederken sizin kitaplarınızdan neleri alsınlar isterdiniz?
Çocukların algıları çok açık. Yetişkin olana kadar içinde bulundukları düzene değil, dünyanın kaosuna ve vahşi dünyaya aitler. Bu yüzden içgüdüsel olarak hep doğanın tarafını seçiyorlar. Yetişkinlerin dünyası onlara izin verdiği ölçüde hayatları devamlı yaratarak geçiyor. Her gün onlar için hayat yeniden başlıyor. Resimler çiziyorlar, hayaller kuruyorlar, ufacık bir sopayla ejderhalar yakalayıp devlere karşı savaşıyorlar. Onlar için kitap yazmak bu dünyada yaptığım en değerli şey. Kitap yazarken onlara söylemeye çalıştığım şey hayal kurmayı hiç bırakmamaları. Her gün yeni bir gün olsun ve hayatın bu heyecanını asla kaybetmesinler. Renda’nın özgüvenini ve dünyaya olan inancını, Lusin ve Ran’ın merakını ve hislerine güvenmelerini, Çay’ın karanlığa karşı olan cesaretini alsınlar isterdim.