14 MAYIS, PAZARTESİ, 2018

"Yazmak Benim İçin Doğal Bir Olay"

Yayıncılık alanında geride bıraktığı başarılı bir geçmişi, çocuk ve gençlik yazınında 100’ün üzerinde eseri bulunan Nur İçözü'yle edebiyata dair bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Nur İçözü, 1967 yılında başlayan Babıali serüvenini Doğankardeş Dergisi yöneticiliği, Walt Disney yayın grubuna ait dergilerin yayın yönetmenliği, Tercüman Çocuk Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğü ve Milliyet Kardeş Dergisi’nin yayın danışmanlığı ile sürdüren; Milliyet Sanat ve Radikal gazetelerinde sanat yazıları yazan, Fenomen ve Burç 2000 dergilerinin yazı işleri müdürlüğünü yapan, aynı yayın grubunda yer alan çeşitli dergilerde sanat sayfaları hazırlayan, yayın danışmanlıklarında bulunan, Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde çocuk ve gençlik kitapları eleştirileri yapan; 1997 yılında iki kitaptan oluşan Kar Masalları ile gençlik ve çocuk dünyasına katılan ardı sıra çocuk ve gençlik yazınına 100’ün üzerinde ürün veren;  Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde 2014’te adına sempozyum düzenlenen bir yazarımız. Kendisiyle kitapları üzerinde söyleştik.

Sevgili Nur İçözü, Hürriyet: Bir Sevda Masalı romanınızın kahramanı Hürriyet’in üç kuşak boyu süren serüveninde; Cumhuriyet öncesi ve sonrası sosyal olayları içinde savaşım veren bir ailenin trajik öyküsü işlenir. Uzun soluklu bu nehir öyküde birçok tarihi mekân, yaşanagelen olayların birer simgesel tanığı olarak panoramik bir görüntü içinde fon oluşturur. Sizin de kan bağı olduğunuz bu romanınızı okuma süreçlerimde yapıtınızın mekânlarınla, kimi serüvenlerimin uzamsal kesişmelerinde, ayrı zamanlarda farklı yaşanmışlıklarla, öyküye çağrısız bir kahraman olarak dahil ettim kendimi. Sevgili İçözü, sinematografik yapılı bu romanınızın yazılış süreçlerinden anekdotlar alabilir miyim?

Güzel söylediniz. Gerçekten de kan bağım olan bir roman Hürriyet. Çok küçük yaşımdan itibaren ailede adını sık sık işittiğim, ancak yüzünü yıllar sonra görebildiğim talihsiz bir aşkın kahramanı, halam olur kendisi. Pek çok kişiden sıkça duyduğumuz “hayatım roman” tanımına öylesine uyar ki onun ve ailemin yaşadıkları; yazmam gerektiğine karar verdim. Yıllarca beynimin içinde benimle yaşadı filizlendi metin. Öyle bir roman yazmalıydım ki, yalnızca bir aşk öyküsü değil; zamanın ruhuna da tanıklık etmeliydi. Öyle de oldu. Mekânlar önemliydi. Önce Selanik ve Serez’e gidip sokak sokak  gezdim. Dedemin rövalverci dükkânının bulunduğu pasaja gittim. Babaannemin dilinden düşürmediği konağının izlerini daracık sokak aralarında aradım. Bulduğumu düşündüğüm yer, bir devlet dairesine dönmüştü artık. Ihlamur kokuları arasında geçmişin ayak seslerini dinlemeye çalıştım. Zaman geldi, babaannemin içli sesiyle söylediği türküleri işitir gibi oldum. Udunun tınısını yüreğimde hissettim. Hoyrat çizme sesleriyle irkildim. Çoluk çocuk soluk soluğa trenlerde yer bulmaya çalışan aileler gözlerimin önünden bir bir geçti. Yüzlerce yıl Osmanlı’ya yurt olan bu güzel memleketin acımasız işkenceleriyle kavrulan insanlarının acılarına tanık oldum. Evlerinden, atalarının yaşadığı topraklardan kaçmak zorunda kalışını acıyla izledim.  Ardından yolumu Girit’e düşürdüm. Gezdim, düşündüm havasını soludum. Yaşananların tarihsel sürecini öğrenebilmek için kitaplar okudum. Mübadil vakıflarıyla temasa geçtim. Girit mübadilleriyle ilgili yayınlanmış onlarca kitap aldım. İstanbul’da Dizdariye, Sultanahmet, Nişantaşı konakları zaten kolayca görebileceğim yerlerdi. Hele Sultanahmet! Yıllarca Cağaloğlu yokuşunun tozunu yutmuş biri için Sultanahmet hemen hemen her gün içinden geçtiği, bir çay bahçesinde soluklandığı ana evi gibiydi. Ancak babaannemin dilinden düşürmediği  “Dizdariye” mahallesinin kaderin bir oyunu gibi birdenbire karşıma çıkışı acaba bir rastlantı mıydı? Çemberlitaş’tan Kumkapı’ya doğru ara sokaklardan yürürken köşe başını tutan sıvaları dökülmüş bir eski duvara çakılı sokak tabelasında gördüm onu. Özlediğim bir dosta rastlamış gibi içim kıpır kıpır, “Demek babam bu sokaklarda koşturdu, babaannemin sesi bu duvarlarda yankılandı,” düşüncesiyle heyecanlandım. Yine de o günlerde henüz romanım filiz vermemişti bende. Yalnızca eski bir tanışa rastlamış olmamın sevinciydi ruhumdaki. Bilirsiniz, bir roman dünyaya gelirken tüm yaşanmışlıklar, anılar ve düşler buluşup tabloyu oluştururlar. Hürriyet’in satırlara dökülmesinde işte böyle bir serüven yaşadım. 

Nur İçözü

Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nün 2014’de adınıza düzenlediği “VI. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Yaşayan Yazarlar Sempozyum”unda alanla ilgili birçok yazar ve akademisyen yapıtlarınız üzerinde incelemeler, eleştiriler, değerlendirmeler yaptılar. Ben de Hürriyet: Bir Sevda Masalı romanınızla ilgili bildirimle katılmıştım bu etkinliğe. Ne gibi dönütler aldınız bu sunumlardan Sevgili İçözü?

Beğeniyle söz edildi. Zaten yalnızca sempozyumda değil, kitabı alıp okuyan herkes tarafından çok beğenildiğini gördüm. Ancak sempozyumda, değerli akademisyenlerin, genç edebiyat sevdalıların romanımı adeta  bir ameliyat masasına yatırıp her satırını, her sözcüğünü mikroskop altındaymışçasına  incelemeleri, neden, niçin sorularının yanıtlarını yine benim sözcüklerimle bulup değerlendirmeleri benim için inanılmaz bir deneyim oldu. Sempozyumda, yazarlık yaşamımın en anlamlı günlerini yaşadım. Onurlandım. 

Ayrı sosyal katmanlarda yürüyor olsa da Dönemeç ve Yüreğimin Kıyısında  yapıtlarınızın dip sularında kesişen ortak bir izlekle karşılaşılıyor: Gençliğin; ülkenin onca karmaşık sorunları ve çağlarının kendilerine özgü duygusal iç dalgalanmalarının sarmalındaki karşıtlıklara rağmen var olma savaşımını vermeleri. Dönemeç romanınızda varsıl gözlem gücünüzün ve sosyal medyaya egemen dünyanızdaki birikimlerinizin eklektik yapıdaki izdüşümleri görülüyor. Ne ki beni şaşırtan, Yüreğimin Kıyısında romanınız oldu. Bir kızınızın mezzo soprano olduğunu biliyorum. Dahası beğeniyle izlemiştim de onu. Romanda ise işlediğiniz kahramanlar keman ve bale alanında savaşım veriyorlar. Ve siz kaleminizle o dünyanın yapısallığını, duygu dünyasını –heyecanlarını, kaygılarını, tutkularını- okura en ince ayrıntılarla vermişsiniz. Sevgili İçözü, sözünü ettiğim bu alanlarda sizi bu denli donanımlı kılan özelliğinizi açıklar mısınız?

Kısaca yanıtlamam gerekirse iyi bir gözlemci olmak diye özetleyebilirim konuyu. Bu biraz da gazeteci kimliğimden gelse gerek. Ancak önemli bir faktörü, yani  yeteneği göz ardı etmemek şart. Hani derler ya, “Gazeteci Olunmaz Doğulur”  ben de sanırım o yetenekle doğmuşum. Baktığımı yalnızca görmekle sınırlamamışım kendimi. Düşünmek ve düşlemekle de donatmışım. Sözcüklerin dünyasında kolaylıkla yol alabilmemi ise okuma yazmayı çözdüğüm andan başlayarak her hafta kendime bir kitap almama borçluyum. Tüm bu olgular bir araya gelince, çocuklar ve gençler için  kitap yazma serüvenimin başlamaması için bir neden kalmadı. Evet, dediğiniz gibi, ortanca kızım henüz 10 yaşındayken konservatuvarın kapısından içeri adım attı. Daha önce hiç müzik eğitimi almamıştı. Dahası enstrüman olarak evde, ağız mızıkasından başka bir alet görmemişti. Böylesine ham bir yetenek konservatuvar için belki de bulunmaz nimetti. Belki de demeyeyim, hocaları hep bu mealde bir şeyler söylüyorlardı. Absülüt kulak denilen, bir müzik kulağı vardı kızımın ve alacağı eğitimle çok iyi noktalara gelebilirdi. Geldi de. Böylece kızım kendisini çok küçük yaşta bambaşka bir yaşam anlayışının içinde buldu. Kemanla başlayan müzik eğitimi, lisenin ilk sınıfında opera ana sanat dalıyla devam etti. Onunla birlikte biz, ailesi de eğitildik dersem yanlış olmaz. Yalnızca müzik konusunda değil yaşamı sorgulama konusunda da bambaşka noktalara geldik. Eğitimin yeteneği nasıl beslediğini yaşayarak gördük. Sanatın ve sanatçının özveriyle şekillendiğini yaşayarak bir kez daha öğrendik. En önemlisi, toplumda fiziğiyle, çevresindeki kişilerle kurdukları ilişkilerle, sanatçı tahtına oturtulan nice insanımızın yanında, sanat eğitiminin acılı, özverili basamaklarını adımlamadan sanatçı tahtına oturulamayacağını gençlerin, ailelerin görmesi gerektiği kanısıyla kaleme aldım kitabımı. Yüreğimin Kıyısında yalnızca sanatçı gençlerin değil, ailelerinin de satırlara yansıdığı bir roman. 

Denize Küskün  yapıtınızdaki lirik yapısallığındaki öyküler ve alınlıklardaki şiirleriniz birbirini çağrıştıran ve bütünleyen bir döngüsel yapıda. Bu yapıtınız yaşamınızla örgülü uzun soluklu bir yazılış dönemini kapsıyor görünüyor. Kitabınızın yazılış öyküsünden söz eder misiniz?

Her yerde her zaman söylediğim gibi, ben şair değilim. Şiirin, edebiyatın çok önemli bir dalı olduğunu biliyor ve bu alanda yapıtları olan sanatçılarımızı içtenlikle alkışlıyorum. Belki size garip gelecek ama çocukluğumda ve gençlik dönemimde hiç şiir yazmadım. Denemedim dahi! Âşık olmadım mı? Bir genç kızın âşık olmaması mümkün mü? Elbette bazı kalp çarpıntılarını yaşadım ama bu duyguları dizelere dökmek aklımın ucundan bile geçmedi. Belki de mükemmeliyetçi yapımdan kaynaklanıyordu bu durum. Ta ki 2000 yılına kadar. Milenyumla birlikte ilk şiirlerim de kalemimin ucundan dökülmeye başladı. Otuz yılı aşkın bir dergicilik-gazetecilik birikimim varken, yaşım yarım asra dayanmışken şiirler de şaka yapar gibi yüreğime dokunmaya başladı. Hikâyesini kısacak şöyle bir özetleyeyim. Milliyet Dergi Grubunda çalışıyorum o zamanlar. Ben Bir Mersin Dalıyım işe gitmek için bindiğim servis aracında dürtüverdi beni. Hemen kaleme sarılıp not etmeye başladım, ancak ben o sırada öykü notları aldığımı sanıyordum. Minibüsün sarsıntıları arasında cümleler başa bloklanmış. Gazeteye geldim. Bilgisayarımın başına geçip notları ekrana geçirdim. Bir de baktım ŞİİR GİBİ OLMUŞ. Evet aynen öyle düşündüm, “Şiir gibi olmuş!” Hemen sevgili arkadaşım Gülsüm Cengiz’e yolladım. “Bak bakalım Gülsüm ben ne yazmışım?” dedim. Kısa bir süre sonra yanıt geldi. “Sen Şiir Yazmışsın.“  Şiirimin yazarlar sendikasının Güzel Yazılar adlı dergisinde yayımlanması ise aldığım çok değerli bir armağan oldu. O yıl ve sonraki birkaç yıl duygularım şiir tadında gelmeye başladı. Denize Küskün işte bu damlalarla oluştu. Önce şiirler geldi, aradan geçen aylar hatta yıllar sonra öyküleri yazıldı. 

Bugün Ne Cadılık Yaptım? yapıtınız, Çağdaş Alman edebiyatı ekolünün temsilcilerinden Christine Nöstlinger’in çizgisinde olan önemli bir başyapıt. Özellikle eleştirel-sosyal tutumuyla “antiterbiyeci” bakış açısı taşıyan bu yapıtınızla çocukların gündelik yaşamlarındaki olayları ele alarak, ironik bir yapısallıkla geleneksel aile yapısını eleştiriyor. Bu yapıtınız Teda projesiyle Almanya’da da basıldı. Ayrıca size ilk ödülünüzü getirdi: Çocuk Edebiyatı Mizah Öyküleri 2000 İkincilik Ödülü. Sevgili İçözü, edebiyat alanındaki yarışmalar ve ödül konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyim?  

Edebiyat alanındaki yarışmalar, son yıllarda giderek arttı. Bir anlamda alanımıza çok değerli genç kalemlerin de katılmasını sağladı. Ancak her konuda olduğu gibi, yarışmalara katılacak kişilerin bu anlamda seçici olmalarında yarar var. İyi ve nitelikli yayınlarıyla öne çıkan yayınevlerinin ve kurumların yarışmaları onları gerçek anlamda edebiyatımızın vazgeçilmezleri arasına taşır. Taçlandırır. Konuya benim cephemden bakacak olursak, hayatımda neredeyse hiçbir yarışmaya katılmadım diyebilirim. Çünkü yazmak benim için doğal bir olay. Bir yaşam tarzı. Biliyorsunuz mesleğim bu. Yaşamım otuz yıl boyunca yönettiğim dergilerin yazılarını seçmek, düzeltmek; gazete ve dergilere yazı yazmakla geçmiş. Mesleğimin otuzuncu yılında ilk kitabımı kaleme almışım. Zaten işim bu.  O nedenle hiçbir yarışmaya katılmadım. Bir tek Bu Yayınları’nın “Mizah Öyküleri” yarışması dışında. O yarışmaya katılmamın tek nedeni ise, arkadaşlarımın bana sürekli mizahi bir yanım olduğunu söylemeleriydi. Yarışmanın seçici kurulu çok yetkin isimlerden oluşuyordu. “Acaba”, diye düşündüm. “Onlar da aynı kanıda olur mu?” Evet oldular. Fakat en büyük jürinin okur olduğunu da böylece öğrendim. Cadının kitaplarının üçe çıkmasında okurun sürekli baskısı etkin oldu. Okurumun Cadı kızın yeni maceralarını beklemelerinin, neredeyse bu konuda benden söz vermemi istemelerinin rolü büyük. 

Manzume yapısallığındaki Şiirli Hayvan Öyküleri dizisinden sonra sizi daha nitelikli şiirsel bir dil içeren ve ressam Hande Ünver’in albenili resimleriyle bezenmiş iki bölümden oluşmuş Sen Kuş Dili Bilir misin? yapıtınızla görüyoruz. Denize Küskün kitabınızda da şiirsel bir dil kullandığınızdan söz etmiştim. Şiire ilişkin düşüncelerinizi alabilir miyim sevgili İçözü?

Az önce de değindiğim gibi şiir edebiyatın en özgün, en sancılı alanı diyebilirim. Sancılı diyorum çünkü, o kadar az yayınevi şiir kitabı basıyor ki, pek çok genç şair ancak kendi gayretleriyle kitap bastırabiliyor. Genç derken burada yaştan söz etmiyorum. Hangi yaşta olursa olsun edebiyatta yeni ürün vermeye başlayan herkesi genç olarak niteliyorum.  

Nur İçözü

Sevgili İçözü, okurlarınıza iletinizi alabilir miyim?

Kitap okuru olmak bambaşka bir ayrıcalıktır. Bunun tadını çıkarsınlar. Kitap fuarlarında sevdikleri yazarları yalnız bırakmasınlar. Yeni kitaplarla, yeni yazarlarla tanışmak için fuarlardan daha güzel alanlar bulamazlar. 

Kullanılan illüstrasyonlar Willian Santiago'a aittir.

0
6093
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage