Yaşasın! Dijital devrimin, internet ortamının “demokratikliği”, dosyalara “yayınlanabilir/ yayınlanamaz” damgasını vuran yayınevi editörlerinin iktidarını ciddi anlamda sarstı. Artık herkes, böyle bir “engel”e takılmadan sesini yazı yoluyla duyurma şansına sahip... Yani “yazar” olmak, eskisinden çok daha kolay hale geldi!
“Basılı eseri olmadan yazar mı olunur?” diye kiminizin dudak büktüğünü görür gibi oldum. Pardon ama, böyle bir kural mı var? Yani şimdi, kaç kitap basıldığında yazar olunur? Bir piyano çalan biri, kaç konser verdiğinde “piyanist” sayılır?
“Yazarlık” veya “yazar” olmak, ulaşılması güç bir “mertebe” olmaktan çoktan çıktı. Bu işin formülü bana göre çok basit: Yazarsak “yazar”ız; yazmazsak, yazmayanız. Çoğunluk doğal olarak “yazmayan”dır, çünkü yazmamak, yazmaktan çok daha kolay.
Galiba kırılması gereken önemli ezberlerden (ve engellerden) biri, yazmanın yetenek işi olduğu konusundaki genel kanı:
Hayır, yazmak için özel yetenek falan gerekmiyor. Yazmak için gerekenler, insana, insana özgü durumlara, insanlık hallerine merak ve ilgiyle yaklaşmak, algıları açık tutmak, bu konuda duyarlık sahibi olmak – ve bu özelliklerle yaşamayı alışkanlık haline getirmek.
Hayatımızın, duygularımızın, alıp verdiğimiz nefesin, çevremizdeki her şeyin, deneyimlediğimiz-tanık olduğumuz her olayın yazarlığımızda kullanabileceğimiz değerli malzeme olduğunu görmek; bunun için de gündelik koşturmanın içinde ara ara yavaşlayarak içinde bulunduğumuz ana “zoom”lamak gerekli. Beş duyumuzu, duygularımızı bilinçli olarak yaşayarak başlayabiliriz işe: Tam olarak ŞU anda, “şimdi-burada” ne hissediyor, ne görüyor, ne kokluyor, ne duyuyorum? Belimizi fazlaca sıkan şu pantolonun rahatsızlığı… Koltukaltımızdan bir anda boşalan terin utancı… Aslında bize verilmesi gerektiğine inandığımız işin (veya ödülün), daha az hak edene verilmesinin bizde yarattığı kıskançlık, öfke… Otobüste kulak misafiri olduğumuz ilginç bir diyalog… Katıldığımız bir konferansta (veya ders sırasında) tam da en önde otururken, âniden bastıran uykuyla baş etme mücadelesi… Bunların her biri, yaratıcı bir metne malzeme olabilir çünkü bunlar, hepimizin kendimizden bir şeyler bulduğu “insanlık halleri”dir.
Yazmamıza diğer bir engel, “çok aptalca şeyler yazıyorsun”, “senden asla yazar olmaz” diyen, bizi her daim eleştiren o iç sesimiz.
Temel kural, şu: Yazmada iki aşama, iki süreç var ve bunlar birbirinin tamamen zıddı:
1) “İlk-yazı” diye adlandırdığım, oturup kafamızdakileri yazıya ilk döktüğümüz metin.
2) İlk-yazıyı cilâlama, yani revize etme sürecimiz.
Her ilk-yazı, bir taslaktır. Sanmayın ki onca hayranlıkla okuduğunuz ustaların metinleri, sayfalarda gördüğünüz şekliyle dünyaya geldiler! Pek az “ustaca” metni ilk yazıldığı haliyle görürüz; bizde gıpta uyandıran metinlerin çoğu, berbat berbat taslakların defalarca zımparalanmasıyla, hunharca kırpılmasıyla, yeniden ve yeniden şekil verilmesiyle ortaya çıkar.
Demin “her ilk-yazı, bir taslaktır” derken çok ciddiydim; bununla şunu (da) demek istiyorum: İzin verin de ilk-yazınız taslaklığını bilsin, yani bırakın kötü, dağınık, aptalca, pis olsun – yeter ki ortaya çıksın! İlk-yazı yazma, “güzel cümleler üreteyim” diye düşünme zamanı değildir. İlk-yazı kendinizi kaptırarak, haldır haldır yazma zamanıdır. Ancak çamurların içine bata çıka ilerlemeyi göze alırsak klişe olmayan, “sahici” metinler üretebiliz; cici cici, efendi efendi asfalt yolda ilerleyerek değil. Bunun da tek yolu: DÜŞÜNMEDEN, PLANLAMADAN, HIZLA yazmak!
Düşünmeye başlarsanız egonuz devreye girer; egonuz devreye girerse “şöyle yazarsam hakkımda ne düşünürler?” diye kendinizi sansürlemeye başlarsınız. “Rezil olma” korkusuyla kendinizi sansürlemeye bir başladınız mı, artık ancak sığ ve sıradan metinler üretebilirsiniz; kendi hakikatinizi, kendi “yazarlık sesi”nizi keşfetmeniz çok zorlaşır. En kötüsü de, egonun yol açtığı bu korku nedeniyle “mükemmel” metinler üretme hevesine kapılırsınız, oysa mükemmeliyetçilik, yaratıcılığın en büyük düşmanıdır!
Başınıza gelebilecek en kötü tesadüf, ilk-yazıya giriştiğinizde mükemmel bir cümle yakalamaktır: Bu durumda bir sonraki cümleniz de mükemmel olmak zorundadır, ondan sonraki de, ondan sonraki de… Peş peşe mükemmel cümleler kurmaya çalışarak yaratıcı-yazar olunamaz. Yaratıcı düşünme, yaratıcı yazma, “kontrollü” veya planlı olmayı kaldırmaz, dizginleri çok gevşek tutmayı gerektirir. Rahat bırakın kendinizi; salın gitsin; izin verin, metin kendini yaratsın; siz bir zahmet, ayak altından çekiliverin.
Kendimize kötü, şekilsiz taslaklar üretme iznini vermeliyiz ki sonradan şekil verebileceğimiz (ama yine kendimize ait, kendi sesimiz olan) bir malzeme çıkabilsin ortaya.
Tekrarlayayım: Bir metni ilk yazmaya başladığınızda, hızla, yani zamana karşı yarışarak, düşünmeden, cümlelerin kötülüğüne hiç takılmadan yazın, yazın, yazın. Kendinizi gerçekten kaptırırsanız bir süre sonra transa girer gibi uçtuğunuzu, parmaklarınızın kendiliğinden yazdığını fark edeceksiniz; bu duygunun tadını çıkarın! Kötü olmasına, saçma olmasına aldırmayın; hatırlatayım, bu sadece bir TASLAK; bunu sizden başka kimse zaten görmeyecek. Okurlarımızın karşısına elbette ki ilk-yazımızla, berbat taslaklarımızla çıkacak değiliz!
İlk-yazı bir coşma, bir açılma haliyse, cilalama aşaması aksine, bir toparlanma, aklını başına devşirme, düzlüğe çıkma zamanıdır. İşte şimdi “mükemmel”i arayabilirsiniz. İşte şimdi cümlelerinizle, noktalamalarınızla oynayabilir, metninizi yontabilirsiniz. İşte şimdi, özen gösterme zamanı.
Yazdıkça-yazdıkça, zaman içinde yazılarınızın ne kadar güzelleştiğini fark edeceksiniz. Diğerlerinden farklı olarak yazma sanatının hoşluğu, bir e-mail, hatta bir dilekçe bile yazarken bunun uygulamasını yapma fırsatını bize sunması. Sıralamayı unutmayın: Önce ilk-yazı… sonra cilalama. İkisi bir arada değil!
İlk oturuşta harika metinler üretemeyince morali bozmak, piyano derslerine yeni başlayan birinin, Chopin çalmayı başaramadığında “benden asla piyanist olamaz!” diye yılmasına benzer. Oysa tıpkı bir çalgı çalmak veya resim yapmak gibidir yazmak: Her sanatta, her beceride olduğu gibi, yazı da pratik yaptıkça gelişir.
Geçtiğimiz yıl, eski bir romanım (“Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı?) 18 yıl sonra yeniden basıldı. Romanı elden geçirmek üzere alıcı gözüyle yıllar sonra tekrar okurken, birkaç yerde öyle beceriksizce kurgulanmış cümlelerle karşılaştım ki, “bunu ben mi böyle yazmışım?” diye hayretler içinde kaldım. Kıssadan hisse: Yaza yaza, 18 yılda anlaşılan bir miktar “büyümüşüm”. Ama biliyor ve umuyorum ki yazmaya devam ettiğim sürece, 18 yıl sonra daha da “büyümüş” olacağım.
Bu işin de güzelliği, bu.