Baran Güzel ile ilk romanı Korkudan da Büyük Bir Şey odağında sadece kadınları etkileyen çaresiz bir intihar salgının gölgesinde adım adım sona yaklaşan dünyada, korkunç bir karmaşanın içinde kendini bulan B’yi ve yayın dünyasını konuştuk.
Baran Güzel, Her Kötü Geceden Sonra adlı öykü kitabının ardından bu kez bir ilk romanla okurun karşısında. Kadınların saçlarının kaldırımlardan kazındığı tekinsiz, umutsuz bir evrene açılan Korkudan da Büyük Bir Şey, erkek egemen düzenin bir alegorisini ortaya koyuyor. Bu korkunç alegorinin içinde sadece kadınları etkileyen çaresiz bir intihar salgının gölgesinde eski sevgilisinin peşine düşen yalnız, yoksul, paniklemiş bir adımın hikâyesi çağın parçalanmış hayat şartlarına dair bizi kendimizle yüzleştiriyor. Edebiyat dünyası, kitapları ve yayıncılık sektörü adına Baran Güzel ile yaptığımız kapsamlı söyleşimiz için buyurun lütfen.
Biyografinden başlamak istiyorum ve görüyorum ki, üniversite öğrenimini de MSGSÜ Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yaparak edebiyat ile olan bağını eğitim hayatında da gerçekleştirmişsin. Edebiyatla kurduğun bağ senin için ne ifade ediyor? Çocukluğundan itibaren var olan bir bağ olduğunu düşünüyorum bunun.
Yazmaya lisenin ilk yılında başladım aslında. Bunun türlü sebepleri var sanırım. Bir yandan okuduğum yazarları kendime rol model almam, onları havalı bulmam; bir yandan lisede yaşadığım yalnızlık, bir yandan da ailemin hikâye anlatmaktaki ustalığı böyle bir uğraşa sürükledi beni. Dedem, yaşadığımız yerde sözü geçen, lider sayılan bir adamdı. Babam ise muhtardı. Hem kendi evimizde hem de dedemin evinde misafir eksik olmaz, gün aşırı yeni yeni insanların hikâyelerini dinlerdim. Yarı Kürtçe, yarı Türkçe anlatılan bu hikâyeleri dinlemeyi çok severdim. Bizde çocuklar büyüklerin yanında çok konuşmazlardı. Çayı, kahveyi, şekeri, kolonyayı misafirlere dağıtır odanın bir köşesinde sessizce oturur, saygıyla dinlerdik. Herkes çok iyi anlatıcıydı, konuşmalarını jestlerle, mimiklerle, taklitlerle süsler, güldürmeyi iyi bilirlerdi. Ben aile içinde o kadar iyi bir anlatıcı olmadığımı daha orta okulda fark etmiştim. Taklitlerim başarısızdı, ben konuşurken insanlar sıkılıyor gibiydi. Hikâyem güzel bile olsa belâgatim yetersizdi. O yüzden yazdım ben de. Yazmak, konuşmaktan daha az utanç verici olduğundan yazıyorum.
2020’de yayımlanan ilk kitabın Her Kötü Geceden Sonra öykü seçkin sonrası Korkudan da Büyük Bir Şey romanın ile buluştuk. Bu sefer neden roman yazmayı tercih ettin? Seni anlattığın hikâyeye dair romanla buluşturan sebepler nelerdi?
Aslında bu romana öykü kitabım çıkmadan önce başlamıştım. Zihnim çok düzenli çalışmaz. Aynı anda birden fazla şeye odaklanırım. Romanı dört, beş yıl boyunca ara ara yazmaya devam ederken bir yandan da öykü yazıyordum. Öykü yazmayı roman yazmaktan daha iyi biliyorum ama hiçbir zaman “öykücü” olmak değildi niyetim. Anlatmak istediğim hikâye için çok sözcük gerektiğinde roman oldu, az sözcük gerektiğinde ise öykü.
Öykülerinde yıllardır içeride biriken zehri dışarı akıtma isteği seziliyordu. Seni öykülerini yazmak adına masanın başına oturtan sebeplerden biri olarak bunu söyleyebiliriz. Romanda olaylar nasıl gelişti? Seni masanın başına oturtan meseleler nelerdi ve bu hususta en merak ettiğim; anlattığın öykülerden farkının ne olmasını istedin?
Roman da öykülerimdekine benzer bir motivasyonla ortaya çıktı aslında. Ben en çok kendimi anlamaya çalışıyorum. Başkalarında, kendimle ilgili aynılıklar ve farklılıklar arıyorum. Şimdiye kadar genellikle ikili ilişkiler üzerine kafa yordum. Bu ilişkilerde karşımdakinden daha çok kendimi gözlemledim. Bir erkek olarak toplumdaki yerimi, bir kadının gözümden kendimi, kadınlar için erkekliğin ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Romanın açılış cümlesi çok önemli: “Kıyametin ardından epey zaman geçti. Ölenler yeterince derine gömüldüler ama kan kokusu hâlâ her yerde.” Kadın ölümleri, şiddet adına biten şeyler var fakat görüyoruz ki sözde yenilenen, değişen, onarılan hatta biten birçok şeye karşılık belirsizliklerde değişen hiçbir şey yok hâlâ. Kıyamet kopmuş olmasına rağmen hâlâ ne olabilir? Bitmek bilmez belirsizlik, korku, anksiyete, yani çağın insan algısını yöneten bu kavramlar, duygular romanın ana izleğini belirlemiş desem, ne söylemek istersin?
Hem ülkemiz hem de dünya son yirmi yıldır büyük bir buhran içinde bana kalırsa. Ekonomik krizler, nüfusun artışı, hava kirliliği, küresel ısınma, sosyal medya bağımlığı, sürekli izleniyormuşuz hissi hepimizi psikolojik anlamda çok yıpratıyor. Anksiyete, bipolar bozukluk, panik atak ve depresyon her geçen gün daha fazla insanı etkiliyor. İntihar oranları artıyor, cinayetler çoğalıyor. Devletin sermayeyle kurduğu ilişki insanın değersizlik hissini kuvvetlendiriyor. Ormanlarımız yanıyor, plajlarımızı zenginler satın alıyor, yaşadığımız evlerden kovuluyoruz, yağmalanıyoruz, göç etmek zorunda kalıyoruz. Daha aklıma gelen, anlatabileceğim binlerce kötülük. Yazmak için bana yeten nedenler bunlar.
“Fikrimi söylemenin hapse girmeme değip değmeyeceğini düşünmem için gözaltın aldılar beni.” Korkunç karmaşık bir hâl alan dünyayı “yine de” anlamaya ve bu dünyaya tutunmaya çalışan bir adam. Bu karakter hepimizin temsili mi? Bir yandan evet, çoğunluğun temsili fakat bir yandan da dünyanın geldiği korkunç distopyayı engelleyemeyen, çoğunluğun eli kolu bağlı bireyi olarak tüm paniklemelerine çare arıyor diyebilir miyiz?
Yani evet, hepimizin demeyelim ama erkeklerin çoğunun temsili diyebiliriz anlatıcı için. Belki iyi niyetli ama bu niyeti eyleme geçiremiyor. Yılmış, pes etmiş. Tweet bile atamıyor. Baskı sadece hasarlı zihninden değil, iktidardan da geliyor.
Sadece kadınları etkileyen, herkesi çaresiz bırakan intihar salgını romanın en önemli unsuru. Bir yandan, daha önce nasıl düşünülemedi, her sorunun başı veya temsili olarak gösterilen kadınlardan dünya kurtulacak böylelikle oh miss :) diye düşündüm, bir yandan da erk sistemin “kadınların varlığını” tehdit adına geleceği korkunç noktanın büyüklüğünü (“Noktalar ben sustukça büyürdü.”) düşündüm. Kıyametin çoktan koptuğu, “Yerde bir elin büyüklüğü kadar kan, bir tutam saçın” kaldığı kadınların intiharına yönelik salgını yazma düşüncesi nasıl oluştu? Nasıl oluştuğu belli aslında, her gün binlerce kadın ölüyor. Fakat duygu birikimi ve bardağı taşıran son damla, bir haber, kulağına çalınan bir cümle, bir davranış belki.
Soru tam olarak böyle değildi ama benzer bir soruyu Gazete Oksijen’den Ebru Dedeoğlu da sormuştu. Ona verdiğim cevabı direkt yapıştırayım burada, çünkü başka bir cevap verirsem kendimle çelişmekten korkuyorum. :) “Bu fikir ilk, eski sevgiliye ağıt olarak ortaya çıktı. İlişkinin nasıl evrelerden geçtiğini düşünmek, yanlışını doğrusunu bulmak, sonuçlarını tahlil etmek üzerine düşüncelerimi yazıya dökme çabamdı ilk taslağı. Bu düşünme süreci erkekliğe, erkekliğime dair de bazı soru işaretleri doğurdu. Ülkede üst üste yaşanan kadın cinayetleri, kadın intiharları da bu sorgulayışı derinleştirdi sanırım. Bir Zamanlar Anadoluda’da, Savcı’nın karısının Savcı’dan intikam almak için kendini öldürdüğünü öğrendiğimiz sahneyi tekrar tekrar izlediğim bir gün hikâyeyi bambaşka bir yere götürmeye karar verdim. Artık sadece kendimi değil, topyekûn erkekleri hedef tahtasına koyduğum bir roman yazacaktım.”
Kesinlikle konuşmaksızın geçmek istemediğim üç nokta: Mekân. “Bizi rahmin içindeymiş gibi güvende hissettiren evler kapılarla doludur.” Evin banyosundaki At. Ve mekânlarımızı evcilleştirdiğimiz hayvanlarla paylaşma noktasında kediler ve köpekleri hâlledip, evcilleştiren insanlar olarak artık atlara terfi etmiş olmamız J Hikâyeye dair resmedilen korkunç dünyayı farklı boyutlarıyla bize gösteren çok önemli detaylar. Bu detayları yazarken, bir atı banyoya sokarken, acaba anlaşılır mı, anlaşılmaz mı, nasıl bir sonuç ortaya çıkar, hikâyeyi nasıl etkiler gibi düşünceler yaşadın mı? Evin kapılarının sökülmesi, atın var olması ve banyoya girmesi, o evde, o mekânda aslında “evcilleşemeyen” bir hayvan olarak karakterimizle bir süre yaşaması sürecinin nasıl geliştiğini merak ediyorum.
Atı, anlatımızı olayın içine biraz olsun çekmek için kullandım. Dış dünyadan pek de haberi yok adamın. Ama romana hareket katmak, evden çıkamıyorsa dışarıyı eve getirmek istedim. Romanda B.’ye iki önemli görev veriliyor. Bunlardan birisi kovboy şapkalı kadının atına bakmak, diğeri de eski sevgilinin çocuğunu korumak. İlk görevi yerine getirmeli ki, ikincisi görevde kendisine güvensinler. Bir hayvanın bakımını üstlenmek bir çocuğun bakımını üstlenmekten daha kolay olsa gerek. At sadece evcil bir hayvan olarak girmiyor romana yani. Ben atı dümdüz bir karakter, bir araç olarak koymuştum romana, biraz da atları çok sevdiğim için. Ama romanı her okuyan onun bir metafor olduğunu düşünüyor, belki de öyledir, bilemiyorum. Bayılıyorum okurun romanda benim amaçlamadığım anlamlar çıkarmasına.:)
Anlatıcımızın geçmişte kalan ama zihninde, kalbinde hâlâ olan, vazgeçmek istemediği, virüsten dolayı ölmesini istemeyip bir an önce ona ulaşmaya çalıştığı bir Birce’si de var. Birce ile birlikte bir sürpriz, Turgut da hikâyeye dahil oluyor ama roman daha başlar başlamaz kendisi ile karşılaşıyoruz aslında. Bu karakter bu hikâyenin kalıcı olarak deftere yazılma sebebi. Turgut en baştan beri var mıydı zihninde? Çünkü girişte anlatıcının bahsettiği kadar var, sonra bir gölge misali kayıp, sonra tekrar bağlayıcı unsur olarak Birce ile çıkıyor karşımıza.
Numarasını açık eden bir sihirbaz gibi yanıtlayacağım bu soruyu. Romanı yazmaya ilk başladığımda Turgut daha yoktu, hayır. Anlatıcımız daha amaçsız, daha başına buyruktu. Romanın ilk taslağı bittiğinde karakteri harekete geçirecek temel bir motivasyon olmadığını fark ettim. İkinci yazıma Turgut’u ekledim. Sonra üçüncü kez baştan yazmaya başladım, bu kez tüm hikâyeyi Turgut’a anlattırdım. Çünkü ben yazdıkça o küçük çocukla anlatıcı arasında bir bağ oluşmaya başlamıştı. O bağı güçlendirmek, okuru da o bağın varlığına ikna etmek istedim.
Son olarak edebiyatla olan bağına, genel bir bakışla başladık söyleşimize öyle de bitirelim. Yayıncısın (Holden Yayınları), editörsün, iyi bir okursun, iyi bir yazarsın ve yayımladığın kitapların her ayrıntısı adına yakından ilgilisin. Hayatının rehberi olarak edebiyatı belirlemekten, hayatını tam anlamıyla kapsayan yayıncılıktan memnun musun?
İltifatlar için teşekkür ederim. Ama bunların ne kadarı doğru, inanın bilmiyorum. Mimar Sinan’da edebiyat okumayı ve editörlük mesleğini, yazar olma hayalimi destekleyecekleri düşüncesiyle seçtim. Nitekim yararlı da oldular. Salt kitaplarla haşır neşir olduğum için değil, aynı zamanda birçok yazarla, çevirmenle, editörle bağ kurmamı sağladıkları için de. Yazarlığı hiçbir zaman içine kapanık bir uğraş olarak görmedim. Beni asıl geliştiren, edebiyatçılardan öğrendiklerim oldu. Yıllardır süren fikir alışverişleri, karşılıklı eleştiriler, yazdıklarımız üzerinden birbirimize verdiğimiz fikirler, kitap önerileri, okuduğumuz yazarların doğrularına ve yanlışlarına dair yaptığımız analizler bizi geliştirdi. Editörlük ve yayıncılık bana bu imkânı sağladı en çok.
Başlıktaki eser Jean - Pierre Stagnaro'ya aittir.