Soner Sert'le ilk öykü kitabı Duvar'ı, sinema-edebiyat ilişkisini ve varoluşumuzu belirleyen ideolojilerimizin sanatla olan ilişkisini konuştuk.
Soner Sert'in ilk öykü kitabı Duvar, İthaki Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Sinema filmleriyle tanıdığımız Sert, bu kez direksiyonu edebiyata kırıyor. Varoluş biçimini Marksist felsefe üzerinden kuran ve bunu sanatsal pratiğe dönüştüren Sert, anlattığı öykülerde distopik bir atmosferi mesken ediniyor. Ezen-ezilen çelişkisindeki sınıfsal hâli, daha gerçek bir dünyada eşitleyen ve sokağın yardımıyla öykülerine yediren Sert, dili kullanma biçimi ve yeni bir ses olma hevesiyle yakından takip edilmesi gereken yazarlar arasında yer alıyor.
Duvar, Tolstoy ve annenizden birer alıntı ile başlıyor. Umut, ümit ve yazmak arasında nasıl bir ilişki var?
Evvela, Tolstoy ve annem üzerinden söze başlamalıyım. Tolstoy, tutkuyla sevdiğim, eşine az rastlanır nitelikte olduğunu düşündüğüm, büyük bir yazar. Geçmişten bugüne, kitapları tüm dünyada ilgi ile karşılanmış ve ilgi ile karşılanacak olan muazzam bir kalem. Fevkalade bir hikâye anlatıcısı… Ancak, yazar olmamasına karşın, annem de bir hikâye anlatıcısı. Yaşadıklarını, hayal gücünü, heybesinde biriktirdiklerini ustaca damıtan, çocuklarına ve çevresine aktaran bir dahi. Tanıdığım ilk sözlü kültür anlatıcısı, ayaklı kütüphane. Hayal ithal etmek için aranan beyin… Kendimi çok şanslı hissediyorum.
Sorunuza döndüğümüzde ise umut, ümit ve yazmak arasında birtakım temel farklar olduğunu kabul etmekle birlikte, her üç mefhumun ontolojik bir ortak noktası olduğu kanaatindeyim: Direniş. İnsan, umut ederken, ümit ederken, düşler kurarken ve düşlediklerini yazarken, evvela direnir… Açlığa direnir, son kira gününe direnir, faturalara direnir, iktidara direnir, faşizme direnir, direnir de direnir işte… Tolstoy, buna yüz küsur yıl önce aymış, bir destan yazarıdır. Alıntı yapmamın sebebi budur. Annem ise başlı başına bir direniş senfonisi.
Dil işçiliğinin üzerinde durulmuş öykülerle karşı karşıyayız. Sizin için anlatıda dil ve anlatım biçiminin önemi nedir?
Bütün sanat dalları bir hikâye anlatır. Kim iddia edebilir ki fotoğrafın veyahut resmin bir hikâyeden bağımsız olduğunu? Sanat dalları, ortak olan bu özelliklerinden sonra, disiplinlere ve o disiplinler aracılığı ile biçimlere ayrılır. On seneyi aşkın bir süredir, profesyonel olarak sinema ile uğraşıyorum. Anlatılan hikâyenin içeriğiyle de bağlantılı olarak diyebilirim ki, basit ve duru anlatımın kamera ile aktarılması taraftarıyım. Bir film çekmek, senaryolarını da yazan biri olarak söylüyorum, kamera ile yazı yazabilmektir. Edebiyat aracılığıyla bir öykü anlatmak ise yazı yazarak fotoğraf çekmeye çalışmaktır. Detayların boğmadığı, anlatımın ise duru ve yalın tutulduğu bir biçimde.
Duvar, Marksist bakış açısına sahip öykülerden oluşuyor. Örneğin “İşçi Sınıfı Cennete Gider” adlı öykünüz sınıf çelişkisi üzerinden şekilleniyor. Sizce yazarın yaşadığı topluma karşı nasıl bir sorumluluğu vardır?
Marksizmin; dünü, bugünü ve yarını tanımlamak, yorumlamak ve anlamak için, geniş yelpazeye sahip bir ideoloji, bir düşünüş biçimi olduğunu düşünüyorum. Aklımın ermeye başladığı zamandan beri, hayatın da etkisiyle, bu felsefeyi anlamaya çalışıyor, bu ideoloji üzerine çalışıyorum. Dolayısıyla bu varoluşun, bu biçimlenişin anlatmaya çalıştığım bir hikâyeye, sinemada ya da edebiyatta, sirayet ediyor oluşu son derece normal. Neticede, yüzyıllardır “anlatılan bizim hikâyemizdir.” Kuru bir gerçekliğe düşmeden, değişen algı biçimlerini ve günümüz gerçekliğini de tanımlamaya çalışarak, yeni bir gerçeklik yaratmanın derdindeyim. Bu derdin içinde ideolojim de mevcut doğal olarak… Ancak, topluma karşı sorumluluğun, ki bu tanımlamayı çağına karşı sorumluluk olarak değiştirmekte yarar var, yazarın ya da herhangi bir hikâye anlatıcısının tekelinde olduğunu düşünmüyorum. Çünkü topluma karşı sorumluluk, dışarıdan bir tanımlamayı niteler ve içinde kibir barındırır. Yazar ya da yazar olduğu iddia edilen kişi, o toplumun içindedir ve tıpkı diğer insanlar gibi günlük bilgilerle hayatını yaşar. Sorumluluk meselesi de yazara endekslenemez. Zira inşaat mühendisinin de, öğretmenin de çağına karşı sorumluluğu vardır. O da daha güzel, daha ideal bir hayatı yaşamak ister, yaşamalıdır da.
“Yangın” adlı öykünüzde ‘fişlenmiş’ mahalleleri işaret ederken çaresizliğin yarattığı başka bir yıkıma işaret ediyorsunuz. Sizce Duvar’ın meskeni neresidir?
Sanat okullarında okuyan her insan gibi ben de, bir dönem kodlama merakına düştüm ve gördüğüm her şeyde bir alt metin aramaya başladım. Kodlamak, akademinin ve endüstrinin derdidir. Biri tanımlamak, biri pazarlamak için bunu yapar. Bunu yaparken de, üreticinin fikrine bağlı kalmazlar ve esasen doğrusu da budur. Hem akademiyle, hem de endüstriyle bağlantıda olan bir kişi olarak ise, soruyu şu şekilde cevaplamayı tercih ederim: “Duvar” mefhumu, tıpkı diğer hikâyelerde olduğu gibi, hem somut, hem de soyut bir metaforu işaret eder. Bu sebeple, bir meskeni, mekânı ve zamanı var gibi görünse de, bir yandan soyuttur, denilebilir. En azından benim için ortaya çıkışı bu böyle.
Sokaktan beslenen, yer yer distopik bir atmosfere bürünüyor öyküleriniz. Bu atmosferin oluşumunda sizi tetikleyen durumlar nelerdi?
Sokağın, daha da genellersek, hayatın sözünü önemsiyorum. Günü ve günceli kapsayanın daha görünür olması kanaatindeyim. Zira hayata ve bireye dokunan, değişime ve dönüşüme inanan bir ideolojik formasyona sahibim. Burada, belirleyici olanın gerçeklik mefhumu olduğunu düşünüyorum. Siz, sokak olarak tanımlamışsınız, fakat buradaki bağlayıcı faktör, benim için benim gerçekliğimdir. Ben, herhangi bir holdingin ceo’sunu ya da bir fabrikatörü tanımıyorum. Onunla bir ilişki içinde bulunmadım. Ona dair bir fikrim var, onun kaygılarını, umutlarını, hüzünlerini anlayabildiğimi düşünüyorum ancak onun gerçekliğine dair bir bilgim yok. Nasıl yer, nasıl içer bilmiyorum. Ben kendi gerçeğimin peşindeyim. Ancak kuru ve slogan atan bir gerçekliğin değil. Distopya, tam olarak burada devreye giriyor işte. Gerçeği, yeni bir atmosfer aracılığıyla, zamanından ve mekânından kısmi de olsa soyutlayarak ve sil baştan üreterek, yeniden bir gerçeklik yaratmanın derdindeyim.
Sizi kısa filmlerinizle tanıyoruz. Sinema ile edebiyat arasındaki ilişki için neler söylersiniz?
İkisi de birer hikâye anlatma aracı, bir söz mecrası… Kamerayla ya da kalemle. Pek bir farkları olduğunu düşünmüyorum.
Öykülerinizi ‘dışarı’dan bir gözle anlatıyorsunuz. Bu mesafe bir tavır mıdır?
Mesafeden öte, içinde olduğumuz, o an yaşadığımız bir hikâyenin çok farkında kalamamamızla alakalı olduğunu düşünüyorum. Örneğin, savaştaki bir askerin, kendi varoluşunu ve biçimlenişini fazlaca sorgulamadığı kanaatindeyim. Sorgulasa, orada olmaz, kalamaz, mutsuz olur ve savaşın varoluş amacını –karşısındaki öldürmeyi- beceremez. Kaldı ki “Düşman” öyküsünde, biraz da bu mesele üzerine yoğunlaştım. Tabii ki yine tanık kalarak… Keza, aşk da benzeri bir işleve sahiptir. Kim, âşık olunca kendinde kalır ki? O hikâyenin bir parçasıyızdır ve iliklerimize kadar içindeyizdir. Ancak, bir başkasının aşk hikâyesini, gördüğümüzde, duyduğumuzda, izlediğimizde duygulanırız. Bu duygulanma hali için tanık olmak esastır.
Bundan sonraki süreçte ne gibi çalışmalarınızla karşılaşacağız?
Alarga isimli yeni kısa filmimi tamamladım. Eylül ayı itibari ile bu filmin festival yolculuğu ile ilgileneceğim gibi gözüküyor. Ek olarak yazmayı düşündüğüm bir romanın hikâyesini kafamda tartıp duruyorum. Bakalım, ne çıkacak?