Bu ay, yine çocuk edebiyatına emek veren ve sevdiğim yazarların birkaçına, çocuk edebiyatında “yerinde olmayı isterdim” diyecekleri roman kahramanını sorayım dedim. Uyanığım ya; fırsattan istifade araya kaynak yapıp Pıtırcık’a şöyle afili bir güzelleme yazacaktım. Arslan Sayman sağolsun, kaptı Pıtırcık’ı benden. Kendi gibi ele avuca sığmayan bir kahraman seçtiği için ona kızabilir miyim!
Sonra bir baktım; ayrıntılar konusundaki titizliği ve sıradışı yaradılışıyla İshak Reyna, koskoca bir romanda sadece iki sayfacık görünen bir kahramanı seçmiş kendine. Bunun bize İshak Reyna hakkında söylediği güzel şeyi düşündüm, koydum bir kenara.
Melek Özlem Sezer’in verdiği yanıtla, neden ve nasıl böyle güleç olduğunu anlamaya sanırım bir parça yaklaştım. Kalemi eline alırken yapmayı hedeflediği şeyi alkışladım kendi kendime.
Delal Arya’nın hep çok cazip bulduğum o hafif yabani karizmasının hakkını veren yanıtı, okuma listeme yeni bir kitap eklememe yol açtı. Herhalde ancak Delal Arya kimselerin sevmeyeceği bir kahramanı seçme cesaretini gösterebilirdi.
Göknil Genç’in renkli çoraplarının ve kahkahalarının sırrı da, Koray Avcı Çakman’ın kocaman dünyalara açılabilmesinin sırrı da verdiği yanıttaydı. Yeşim Saygın Armutak’ı hep küçük bir kız olarak görmekte ne kadar haklı olduğumu teyit ettim yanıtıyla. Müge İplikçi’yi neden sevdiğimi bir kez daha anımsadım.
Lafı uzatmayayım, soruma yanıt veren yazarların her biri, kendini de ele vermiş oldu; onları neden sevdiğimizin altını çizmiş oldular bir yanıyla. Bize de bu kahramanlar aracılığıyla bazı kitapların kapağını tekrar açmak, bazı yeni okumalar yapma şansı doğdu!
Arslan Sayman
Çocuk edebiyatı alanında ürün veren bir yazar için çok hoş, bir o kadar da zor bir soru bu. Aklıma bir sürü kahramanın adı geliyor fakat sen bir tane istiyorsun. Pekala; Pıtırcık’ı tek geçelim öyleyse. Ben Pıtırcık olmayı isterdim. Niye mi?
Sayfalar dolusu yazabilirim ama yerim dar sanırım. Şöyle özetleyeyim; ‘fırlama’ nitelemesini Pıtırcık kadar hakkıyla hak edecek bir kahraman okumadım. Sadece bu nedenle bile benim kahramanım kendisi… Ayrıca; zeki ve hazırcevap olmasını geçtim, kibirli değildir, kompleksli hiç değildir. Arkadaş canlısıdır ama avanağın teki olduğunu söyleyemeyiz, yani kolay kandıramazsınız onu. Kendi başta olmak üzere kimseye ‘eyvallahı’ yoktur, iğneli eleştirilerinden herkes nasibini alır. İyi bir gözlemcidir, analitik düşünmeyi bilir. Saçma olana kansa bile bu aymazlığı kısa sürelidir. Evet, büyüklerin dünyasında yaşar ama o dünyayı acımasız biçimde ‘ti’ye alır. Üstelik bunda sonuna kadar haklıdır. Saf ve masumdur. Yalansız dolansız bir evreni vardır.
Aile, okul ve eğitim sistemi, insanoğluna has ne kadar kötülük varsa hepsi Pıtırcık’ın mizahi süzgecine takılır… Hepsini geçtim, benim için en önemlisi, Pıtırcık bir çocuk entellektüeldir. Hem de su katılmamışından.
Kim böyle bir kahraman olmak istemez?
-Ne yani yalan mı, iyi valla!
Delal Arya
Gizli Bahçe’nin Mary Lennox’u. Zavallı küçük maymun suratlı Mary! Hindistan’da en olamayacak arzuları yerine getirilerek büyümüş kaprisli, çirkin ve hırçın kız. Hiç de sevilecek bir tarafı olmaması onun en büyülü tarafı. Yemyeşil, zehirli yılanlar, ısırgan otları ve sarmaşıklar gibi. Tıpkı o uzak egzotik ülkeler gibi ölümcül ama buğulu bir çocuk Mary. Daha kitabın başında ona hayran kaldığımı hatırlıyorum. Hindistan’daki koskoca şaşaalı evde ailesi ve hizmetçiler koleradan öldüğünde, kendi başına hayatta kalmayı başarıyor. Bomboş bir yemek odasında yarım bırakılmış yemeklerden yiyip susadığında şarap içiyor. Verandada kendine küçük bir bahçe yaparak oyalanıyor. Hasırın ortasında gözlerini dikmiş bakan yılandan korkmayıp, büyük bir soğukkanlılıkla evde kendisiyle bu soğuk yaratıktan başka kimse kalmadığını fark ediyor. Ve kitabın en egzotik bölümleri bundan sonra, Hindistan’da değil, Mary’nin asıl memleketi İngiltere’de, bozkırın ortasındaki en aşağı altı yüz yıllık, yüz odalı malikanede başlıyor. “Ah Mary, seninle o kadar çok ortak yönümüz var ki,” demek istiyorum ona. İkimiz de hep yılanlardan değil, yalnız kalmak gibi küçük şeylerden korktuk. İkimiz de uzak, egzotik bir dünyada büyüdük. İkimiz de İngiltere’deki yüz odalı malikanenin duvarlarının dışındaki gizli yabanıl bahçe gibi, bakıma ve düzene sokulmaya ihtiyaç duyduk. Mary’nin hayatında özendiğim taraflar da var. Kendimi bildim bileli esrarengiz yerlere, içlerine girmesi yasak edilmiş kilitli odalara, gizli geçitlere merak duydum, sırların ince ince işlenmiş değerli Çin vazoları gibi bu dünyadaki en kırılgan şeyler olduğunu ve çok büyük bir dikkatle ele alınması gerektiğini düşündüm. Çocukken kendime gizli yerler yaratırdım. Gemide ablamla paylaştığım kamarada ranzanın üst katına çıkar, yatağın çevresindeki perdeyi çeker ve makine gürültüleriyle geminin titreyen duvarları arasında elimde fenerle haritalara bakar, uzak ülkeleri düşlerdim. Evde koltukla pencerenin arasına girer, tavus kuşu tüyleri ve Hindistan cevizi ağacının yapraklarıyla üzerimi örter, uzakta, Hindistan’da olduğumu hayal ederek Gizli Bahçe’yi okurdum. Eski bir İngiliz karargahı olan ilkokul binasının en ucunda arkadaşlarımla gizli bir köşe bulup hayalimizde dedektiflik yapar, uzay gemisi planları çizerdik. Büyümüş olmama rağmen hala gizli yerlere büyük bir düşkünlüğüm var. O yüzden Mary’nin İngiltere’de yaşadığı malikane benim çocuk edebiyatında içinde en çok bulunmak istediğim yerlerin başında geliyor. O kalın duvarlar, onca karanlık ve soğuk, hep bir şeyleri korumak için var. Dünyayı keşfetmek insana yaşadığını hissettirir. Ama koskocaman bir malikanenin içinde saklı gizli bahçeyi keşfetmek dünyalara bedel bir mücevher kadar değerlidir. Gizli yerler eski moda şeylerdir. Tıpkı dantel mendiller, uzak bir ülkenin pulları yapıştırılmış mektuplar veya plaklar gibi. Nostaljiktir; geride kalan çocukluk gibi.
İshak Reyna
“70'li yılların bir erkek çocuğu olarak” gönlümün bir tarafı Pal Sokağı’nın Çocukları ve Nemeçek dese de, sanırım Alis Harikalar Diyarı'nda da başta ve sonda şöyle bir görünen Alis'in adsız ablası olmak isterdim. Sadece son iki sayfada belirmesine rağmen, hem sevip gözettikleri hem de kendi hakkında şimdinin ve geleceğin hayallerine dalan, gerçekle hayalden, gelecekle şimdiden hangisine, nasıl öncelik vereceğini hissedip bilen, “onların çocuk dertleriyle dertlenip çocuk sevinçleriyle sevinen” böyle şahane bir “abla” olabilmeyi kim istemez ki?..
Müge İplikçi
Galiba Mutlu Prens’i seçerdim. Oscar Wilde’ın Mutlu Prens’i, bugün kendi kabuğuna çekilmiş insanlara çok önemli bir mesaj verir. Paylaşmak! Kendine ait kıymetli taşları paylaşmayı başarabilmiş bir “heykeldir” o. Paylaştıkça da mutlu olur. Kaç yaşıma gelirsem geleyim her seferinde son derece duygulanarak okuduğum bir öyküdür.
Göknil Genç
Ben bir roman kahramanı olsaydım, Pippi Uzunçorap olmak isterdim. Pippi’yle ilk tanışmam, kitap sayfaları arasında değil televizyon ekranında oldu. Onu ilk izlediğim an hayretler içinde kalmıştım. Öyle tuhaf yetenekleri vardı ki, bir an için ekrandan çıkabileceğini bile düşünmüştüm. Tam odanın ortasına. Atı ve maymunu Bay Nilson’la.
Onun gibi olabilmeyi istedim hep. Her şeyi kolaylıkla kabullenmesini, bize öğretilmiş, çoğu tekdüze ve anlamsız kuralları altüst etmesini, titiz olmama rağmen pasaklılığını, attığı palavraları ve tabii ki saçlarını ve çoraplarını. Sonraki yıllarda üç kitabı da okudum. Bu kez Pippi, benim içimde başka anlamlar kazandı. Hayatta en önem verdiğim şeye sahipti o. Neşeye. Her şeyden önce atını kollarıyla havaya kaldırabilen güçlü bir kız vardı karşımda ve o yaşamla bir yoyo gibi oynuyordu aslında. Bir çocuk için hayal edilebilecek ne varsa Pippi bunların hepsini yapıyordu. Okula gitmiyor, istediği zaman yemek yiyip, istediği zaman yatıyordu. Ona kural koyan, azarlayan, bunu yapmalısın, şunu yapmalısın diyen kimse yoktu. Evet, belki şimdi okula gitmiyor, istediğim zaman yiyiyor, istediğim zaman uyuyorum ama hayatı Pippi kadar neşeli kılmak ve düşünüldüğü kadar ciddiye almamak da iş doğrusu.
Çocukken onun yerinde olmayı hayal etmek bile başlı başına bir serüvendi benim için. Kararlarını kendisi veren, bir şeyler yolunda gitmese bile kafasına takmayan bir çocuktu o. Onun kafasındaki özgürlük anlayışı yetişkinlerde bile yoktu.
Şimdi; gereksiz kurallara ara sıra burun kıvırıp, bir zorluk karşısında korkmadan, onu tutup kollarımla havaya kaldırabildiğim zaman, “tamam!” diyorum “işte kendi yaşamımın Pippilotta’sıyım!” O zaman neşeleniyorum işte. Her ne kadar kırmızı saçlarım, çillerim, bir atım ve maymunum olmasa da, giydiğim değişik renkte çoraplarımla, içimden gelen sebepsiz kahkahalarımla ve şişman kedimle roman kahramanımın yerine geçebiliyorum arada sırada da olsa.
Yeşim Saygın Armutak
Elbette Peter Paaaannn! Büyümeyi reddetmesi, yaşamanın işe gidip gelmek ve evlenmekten öte bir şey olduğunu çözmüş olması, düşmanlarına karşı zekasıyla savaşması, hırçın görünse de çok duygusal olması ve hikayelere bayılması yüzünden.
Koray Avcı Çakman
Bir roman kahramanı olsaydım Alice olmayı isterdim ben Harikalar Diyarı’nda… Çünkü bir tavşan deliğinden düşüp de bir sürü maceranın içine atılmak heyecan verici olurdu. Tabii o delikten çıkabileceğini bilmek de… Bir bakıma yazmak da, Alice olmak benim için: Kalemimin ucunda değişik kahramanlar, bir sürü sürpriz, bir düş dünyası bekler ve oluşur zihnimde. Sonra kurgu biter ve ben gerçek dünyaya dönerim. Alice’i benim roman kahramanım yapan, belki de küçücük bir deliğin kocaman bir dünyaya açılması… 150 yıldır Alice fısıldar kulağımıza: “Eğer herkes kendi işine baksaydı dünya olduğundan çok daha çabuk ve rahat dönerdi.” Sizce de öyle değil mi?
Melek Özlem Sezer
“Çocukluk gökyüzü gibi gitmiyor hiçbir yere” der ya, Edip Cansever; benim için Heidi o gökyüzünün binaların arasında sıkışmaktan kurtulduğu, insanın anlamsız telaşlarını ve iç sıkıntılarını bırakıp çimenlere uzandığı ve doğayı yorumlama alışkanlığını bırakıp onu yaşama huzuruna erdiği andır.
Benim kuşağım Yeşilçam’ın pompaladığı hicran bilgisini, mağdur olarak yücelme öğretisini, bağımlılığı, cesaretsizliği, farklı olan her şeyin saldırıya maruz kalacağını deneyimlemeyi evde, okulda, mahallede de öğrenmişti. Bireyin pestili çıkana kadar ezilip bir hamur haline getirildikten sonra diğerleriyle karıldığı ve kalıplara konulup pişirildiği kültür, kendini dayatıp duruyordu. Böyle bir zeminde, Heidi aracılığıyla işlenen akıl ve ruh, panzehir etkisi yaratmıştı.
Çocukken en çok Heidi’yi severdim ve şimdi en çok sevdiğim arkadaşlarımın da hep Heidi hayranı olduğunu görüyorum. Bu kadar sağlıksız bir ileti ve ideoloji pompalaması arasında Heidi, bize dayanma gücü vermişti.
Johanna Spyri’nin romanı, bizim dönemimizde aslına uygun olarak çizgi filme uyarlanmıştı. Şimdi yeniden uyarlanıyor ki umarım Heidi’nin dedesinin antikapitalist tavrı, egemen ahlâka, ideolojilere, pedagojik anlayışa ve bunları sürdürecek okullara karşı duruşuna sadık kalınır.
Heidi en çok neşesiyle ve sevimliliğiyle anımsanır. Ama ne yazık ki bu neşe pek çoklarınca sebepsiz, havada uçuşan bir şey olarak algılanıyor. Evet, bu neşe Heidi’nin içsel gücünden geliyor ama kişiliğiyle, yaşam algısıyla destekleniyor. Heidi kıskançlıktan, rekabetten, hırstan, açgözlülükten tamamen uzak, paylaşımcı, dost canlısı, her varlığa karşı duyarlı, sevgi dolu bir karakter. Neşeli, çünkü hicran arayışında değil, örneğin öksüzlüğüyle ilgili konuşmuyor, ağlamıyor. Gerçi Heidi’nin doğadan, dedesinden, Peter’dan koparıldığı, egemen eğitim sistemini, zorbalığı, diktatörce eğitimi temsil eden Bayan Rottenmeier’ın işkencesine maruz kaldığı, gökyüzünü göremediği için şaşkınlaştığı şehirde yaşadığı depresyon çok ağır. Ve çocuk depresyonu da kanımca hiç bu kadar iyi anlatılmamıştı. Ama Heidi her zaman direnen, sorumluluk almaktan çekinmeyen ve yaşamı diğerleri gibi kalıplara uymadığı için renklendirebilen bir çocuk. Kişiliği ne baskıyla, ne de rüşvetlerle değişiyor. O da dedesi gibi nesnelere, gösterişe ve bunları sağlayacak olan maddi zenginliğe hiç yüz vermediği gibi imrenmiyor da. Mutluluk için bunların hiçbirine ihtiyacı yok. Doğaya kavuşunca ayakkabılarını fırlatıp atıyor. Clara’nın onu şehirde kalması için iknaya çabalarken gösterdiği nesneler, dolaplar dolusu elbiseler, şapkalar umurunda bile değil. Başkalarının değer verdiği şeylere müdahale etmiyor, kıskanmıyor, o nesneler için kendi değerlerini değiştirmiyor, diğer arzularını baskılamıyor. Bu da onun özgür kalmasını sağlıyor. Kapitalist hayat tarafından sömürülmeyi, onun rüşvetlerini reddetmeden engelleyemezsin diyor bir bakıma. Özellikle dedesi bu fikri ayrıntılarda çok iyi işliyor.
Evet, Heidi olmak isterim. Dedesinin kızarttığı peynirleri yemek, tahta kâseden keçi sütü içmek isterim. Ben de pek çokları gibi o sahneyi çok taklit ettim. Ama Heidi’yi izlerken hayal ettiğimiz tadı alamadık hiçbirimiz. Heidi’nin kaybetmekten korktuğu tek şey, sevdiği insanlardı. Belki o dedeye, o doğaya ihtiyacımız vardı hayal ettiğimiz lezzet için. Belki de Heidi’nin yaşam enerjisine, özgür kişiliğine…
Heidi dağ yolunda nasıl da çıkarıp atıveriyordu, kapitalizmin hizmetçisi ve işbirlikçisi, çocuğun doğasını bozmak için elinden geleni ardına koymayan teyzenin giydirdiği kat kat giysileri… İşte ben de çocuklar için yazarken bu gömleklere ilik ya da düğme olmamaya; yaşamımda ve yetişkinler için yazdıklarımda ise kendi özgürlüğümle birlikte diğer yetişkinlerin de özgürlüğünü güneşten alıkoyan giysileri parçalamaya çalışıyorum. Heidi’nin okunuşunun Türkçede, hele böyle bir çabada çok anlamlı duran “Haydi”ye denk gelmesi ise bana dağlardan atılan çığlıksı bir kahkaha gibi geliyor.