Kaleme aldığı eserlerle çağın ötesine taşınacak yazarlardan Elena Ferrante’nin saklı kimliğinin ardına kitaplarının ışığında ve Nil Sakman’ın görüşü eşliğinde bakan, yazarın dünyasını yazdıklarıyla keşfetmeyi amaçlayan bir inceleme.
Kendi gerçeklerini yazanların kaleminden çiçekler, silahlar, bıçaklar, kahkahalar, gözyaşları, acı, coşku, vahşet, bir insanın tattığı, tadabileceği ve ömrü boyunca yaşamaktan kaçabileceği tüm hisler oluk oluk yağar üstümüze. Hayat, tutkulu bir şekilde yürünen bir yoldur onlar için. Yazdıklarının kurgu mu gerçek mi olduğunu düşünmeyi bile terk ederiz böyle metinleri okuduğumuzda ve yazara, eserlerine teslimiyetle biz de o yolda onun yürüyüş arkadaşları oluveririz.
Son yıllarda ülkemizde de okur kitlesini genişleten çağdaş bir yazar mevzubahsimiz: Elena Ferrante. Bu yazı, müstear isim tercihini koruyan yazarın asıl kimliğiyle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Kendisinin, deneme kitabı Bir Yazarın Yolculuğu Frantumaglia**’da da (Everest Yayınları, 2017, Türkçesi: Eren Yücesan Cendey) ifade ettiği gibi,
“... Bunun, sadece kendimle, inançlarımla tutuştuğum bir bahis olduğunu itiraf ediyorum. Kitapların, bir kez yazıldıktan sonra yazarlarına gereksinmeleri yoktur...”
* Fratumaglia: Kırık parçacıklar karışımı, başka türlü tanımlanamayan bir rahatsızlığın öznel ifadesi.
Ürkek Ergenlikten Cesur Yazarlığa Giden Yol
Gizemli kimlik tercihinin altında yatan nedenleri içtenlikle, enikonu ortaya koyan Bir Yazarın Yolculuğu Frantumaglia’da Ferrante’nin yayıncısı, kitaplarını filme çeken yönetmenler, senaristler ve yazı yoluyla söyleştiği tüm gazetecilerle yazışmaları yer alıyor. Ferrante, gizliliği yeğlemesinin altında yaratıcılığını özgürleştirme arzusunun da yattığını belirtiyor ki, zamanımızda bir yanıyla gösteri dünyası hâline gelen edebiyat dünyası düşünüldüğünde kararının makullüğünü eleştirmek güçleşiyor.
Bu yazıyı kaleme alma cüretini doğuran hiç kuşkusuz Elena Ferrante’nin hem kahramanları hem de kendisidir. Arkadaşlığa, aileye, evliliğe, ebeveynliğe, düşmanlığa, yalnızlığa, her türlü kavgaya ve yılgınlığa dosdoğru, gözünü kırpmadan bakan karakterleriyle Ferrante okuru hemen yakalıyor. Kadın bir yazar olarak, çocukluğundan başlayarak kadın karakteri anlatma biçimleri ise rahatsız edici ölçüde (ki bunu bekliyoruz iyi kitaplardan) kuvvetli ve sakınmasız.
Yazar -her ne kadar asıl kimliğini saklasa da- kendini ifade etmeyi seviyor, bir şekilde yazı dünyası dışında kalanlarla iletişimden kaçınmıyor. Sınırsız, otosansürsüz yazım tarzının altyapısının çocukluğunda gelişmeye başladığını The Guardian’da yazdığı haftalık köşe yazılarından (bir yıl boyunca yayımlanan bu yazılar Tesadüfi Buluşlar adıyla Everest Yayınları tarafından basıldı. Çeviri: Eren Yücesay Cendey) birindeki şu cümlelerinden anlıyoruz:
“Yeniyetmeliğimde birkaç yıl boyunca günlük tuttum. Ürkek bir ergendim, ya hep evet diyordum ya da daha çok susuyordum. Defterime yazarken ise kendimi hiç tutmuyordum: Her gün başıma gelenleri, en gizli sırlarımı, en cüretkâr düşüncelerimi en ince ayrıntısına dek anlatıyordum. Bu nedenle de günlüğüm bende bir kaygı yaratıyordu; aile üyelerimin, özellikle de annemin defteri bulmasından ve okumasından korkuyordum. Bu nedenle, kısa süre sonra hiç de güvenli bulmadığım güvenli zulalar yaratttım.”
Ferrante, 20 yaşında günlük yazmayı bırakıp gerçeği -en anlatılmaz gerçeklerini- anlatma arzusu için yeni bir kanal yaratmaya karar veriyor ve kurgu yazmaya başlıyor. Kurguda kendini ve kendisine ait gerçekleri biraz daha güvende hissettiğini de ifade ediyor. Devamını okuru biliyor, okuyor. Günlüklere ne mi olmuş? Attığını yazıyor Ferrante ve bir daha da günlük tutma gereksinimi duymadığını.
Dört kitaptan oluşan “Napoli Romanları Serisi” (Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım, Yeni Soyadının Hikâyesi, Terk Edenler ve Kalanlar, Kayıp Kızın Hikâyesi, Everest Yayınları, 2020, Türkçesi: Eren Yücesan Cendey) ile çağdaş dünya edebiyatının öne çıkan kalemlerinden biri hâline gelen Ferrante’nin bugün şüphesiz yaşayan en iyi kadın hikâyesi anlatıcılarından biri olduğunu söyleyebiliriz. ‘50’lerde başlayarak yüzyılımıza dek uzanan bir hikâyeyi sunan “Napoli Romanları”nda Lina ve Lenù’nun inişli çıkışlı ama bitimsiz arkadaşlığını özellikle kadın okurların aklen ve kalben sahiplendiğini görüyoruz. Dünyada çoksatar listelerine giren yazarın ünlü serisi televizyon dizisi olarak da uyarlandı. Merak edenler, serinin birinci kitabıyla aynı adı taşıyan ve 2018’de yayımlanmaya başlayan Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım (My Brilliant Friend)’i de izleyebilir. Yazarın Belalı Aşk romanı daha önce sinemaya uyarlanmıştı. 2021’de de Karanlık Kız romanının vizyonda olacağı duyuruldu.
Son çıkan romanı Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nda da (Everest Yayınları, 2020, Türkçesi: Eren Yücesan Cendey) - kitabın adına yaraşır şekilde – yetişkin dünyasını çocuk ve ergen gözüyle değerlendiriyor. Bu romanda da Napoli Serisi’ndeki tanıdık o asi, isyankâr dili, naif ve yer yer acımasız dokuyu buluyoruz. Aslında hem seride hem de son romanında bir hakikat daha sesini yükseltiyor: Çocuklarımıza neler yapıyoruz böyle? Onları “küçük gördüğümüz” için hırpalıyoruz, yaralıyoruz. Onları yalanlarımızla yanlış bir hayata yönlendiriyor, köklerimizi daha çiçek vermelerine fırsat bırakmadan çürütüyoruz.
Kadınlara ve çocuklara nefes aldırmayan erkek egemen toplumun yarattığı tahribatı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en dip yoksuldan en zengin kesime kadar dehşetli bir hızla yayıldığını, ayrımcılığın insanları ne denli gaddar, vahşi, bir o kadar da kırılgan hâle getirdiğini takip ediyoruz Ferrante yapıtlarında ve günümüzün utanç kaynakları bir kez daha yüzümüze çarpılıyor. Neyi, nasıl ve neden yaptığının son derece bilincinde bir yazar olduğunu da görüyoruz. 2014’te kendisiyle yapılan bir röportajda (Bir Yazarın Yolculuğu, Frantumaglia, sayfa 249) verdiği bir yanıttan da bunu anlıyoruz:
“Anlatması zor gelen hikâyeler yazmakla ilgileniyorum. İlkem en baştan beri şuydu: Bir öykü bende ne kadar çok rahatsızlık yaratırsa, onu anlatmak için o kadar çok inatçılık ederim.”
“Bizleri Ufak Ufak Öldürenleri Kazıyıp Çıkartır”
Tam bu noktada ülkemizde kadın yazımı ve feminist eleştiri kuramı alanlarındaki en yetkin isimlerden birinin görüşüne başvurma ihtiyacı doğuyor. Yazar, eleştirmen ve çevirmen Nil Sakman, Elena Ferrante’nin kadın edebiyatındaki yerini şöyle değerlendirdi:
“Ferrante’de güçlü, dinamik ve cesur kadın kalemlerinde hemen her vakit karşılaştığımız, bir anlamıyla hem yazarın hem de yazarın seçtiği anlatıcının yazıyla ya da dile gelme gereksinimiyle bağını kuran, bir diğer anlamıyla da anlatının hem biçimini hem de içeriğini şekillendiren üç izlek ile karşılaşıyoruz. Helene Cixous, Yazı Merdiveninde Üç Basamak (Three Steps in the Ladder of Writing) isimli seminer notlarından oluşan kitabında bu üç izleği, ölüler okulu, rüyalar okulu ve kökler okulu olarak özetlemişti. Bu üç okul, yazıyla kurulan ilişkide hem mikro ve makro tarih ile yazarın kendi belleği arasındaki ilişkinin hem de anımsama ve unutma arasındaki hassas dengenin/salınımın yazmaya karar vermiş el için ne kerte önemli olduğunun altını çizer. Benzer biçimde aynı üç okul bir dünya görüşüne sahip olabilmenin ölülere, rüyalara ve köklere doğru korkusuzca girişilen dibe doğru bir mücadele aracılığıyla mümkün olduğunu da öğretir.
Ferrante tam da böylesi zorlu bir yolculuğa girişen yazarlardandır. Köklere iner; onun anlatıcıları Napoli’yi bir flanöz edasıyla talan eder, mikro tarihlere bakma sorumluluğunu üzerine alır, hep orada olup da söylenmemişi, bizleri ufak ufak öldürenleri kazıyıp çıkartır. Aileler, ailelerin gelenekleri, şehrin zaman içerisinde geçirdiği dönüşüm, nesiller arası anlayış farkları bunların hepsi oradadır. Benzer biçimde hem fiziksel hem de manevi ölümlere, yitip giden ilişkilere, benlikte meydana gelen dönüşümlerin neden olduğu ‘son’lara da dimdik bakan bir yazardır Ferrante: Hiçbir yüzleşmeden sakınmaz.
Ferrante kurgusal bir bellek ile geçmiş ve bugünün reel zamanına işaret eden, yani koşulların insan yaşamı üzerindeki kaçınılmaz etkisini biçimlendiren tarihsel bellek arasında mekik dokuyan bir yazardır aynı zamanda. Doris Lessing, Anılar isimli otobiyografik eserinde her romanın otobiyografik nitelikler taşıdığını ancak bunların yaratı esnasında yazarın belleğinden anlatıcının belleğine farklı izdüşümlerle geçtiğini söylemişti. Ferrante’de de olan budur. Yazar yaratıcı süreçte birebir deneyimlerine başvursa da bunlar metinde yeni bir biçim ve anlam bulur. Hem otobiyografiktir hem de artık kurgunun dünyasına teslim edilmiş olmakla otobiyografik niteliğinden bir şeyler kaybetmiştir. Bu zanaatı -otobiyografik bir niteliği kurgunun bir parçasına dönüştürme zanaatı- söz konusu üç okul ziyaret edildikçe, orada yeniden ve yeniden yazma pratiği yapıldıkça, yani kirli su atılıp aktarılan deneyimden geriye dünya görüşü ya da farklı bir bakış açısı kaldıkça öğrenir yazar. Anlattıkları kadar ‘sustukları’ da okura bir şey söyler. İfşadan kurtulmuş, sadece dile getirmektedir. Ferrante bu zanaatın ustasıdır.”
Yolculuk Devam Ediyor
Gerçekle kurmacanın kesiştiği hassas noktalara odaklanarak yazmak, her yazarın altından kalkabileceği bir iş değil. Zaten Ferrante de (Tesadüfi Buluşlar’da),
“Gerçek ve kurgu öyküler arasına bir sınır çizgisi çizmeyi başaramıyorum. Söz gelişi, kırk sekiz yaşındayken, bir kış günü, boş bir kır evindeki duşakabinde kapalı kaldığım, musluğun kapanmadığı, sıcak suyun bittiği bir öykü tasarlıyorum. Bu gerçekten başıma geldi mi? Hayır. Tanıdığım bir insanın başına geldi mi? Evet. Bu kişi kırk sekiz yaşında mıydı? Hayır” diyor.
Yazar, kendi başına gelmemiş durumları da yazarken Gogol’un çizdiği şu rotadan yararlanmayı denediğini açıkça söylüyor: “Bana sıradan, gündelik bir olay verin, ben ondan beş perdelik bir oyun çıkarayım.” Ancak Ferrante bununla da yetinmeyerek kendi yöntemlerini icat ettiğini ve gerçekliğin üzerinde çalışmayı tercih ettiğini belirtiyor.
Ferrante okuru olarak elbette tanıdığı durumları ve duyguları kaleme aldığını düşündüm ben de. Ancak kitaplarında ilerledikçe aslında derin bir gözlem, empati, iç görü yeteneğinin okuru karanlık tünellere, derin kuyulara, tekinsiz yollara girmeye yönlendirdiğini anladım. Hikâyelerindeki akışkanlık, yalınlık ve keskinlik ise hiç şüphe yok ki, disiplinli ve ciddi bir şekilde yazmaya adanmış bir hayatın sonuçları. Deneme kitapları, yazarın yazın mesaisine dair birçok açıklamayı, açıklanmayan kısımlar için de ipuçlarını barındırıyor. Romanları kadar bu kitapların da okunması, yazarı derinlemesine anlamak adına fayda sağlayacaktır.
Ferrante’nin on bir kitabı var şu anda önümde. 2020’nin son çeyreğini külliyatını bitirmeye ayırdım ama hâlâ okumadığım iki kitabı var: Çocuk kitabı Kumsalda Bir Gece ve yine roman türündeki Karanlık Kız (Everest Yayınları, Türkçesi: Eren Yücesan Cendey). Kaynaklara bakılırsa, şu anda 78 yaşında (doğum tarihini de saklamış olduğu olasılığını unutmadan) olan yazarın yeni yapıtlarını merakla bekleyenlerden biriyim. İyi kitapları da beklemek güzeldir, bilen bilir. Yazının girişinde bahsi geçen deneme kitabı Bir Yazarın Yolculuğu, Frantumaglia’dan (sayfa 306) bir alıntıyla bitirelim:
“Pek çok projem var, her zaman öyle olmuştur. Tek bilmediğim, onlardan birinin kendini kitap olacak kadar kabul ettirip ettirmeyeceğidir.”
Başlıktaki fotoğraf: © Sergio del Grande/Mondadori Portfolio/Getty Images