Yunan mitolojisinde rastladığımız mitlerin ve arketiplerin diğer kültürlerde, mitolojilerde ve coğrafyalarda dönüşümünü izlerken, daha tenhada kalmış efsanelerin kurgulanarak anlatılacağı "Tenha Hikayeler" dizisinin ilk hikayesi Alfa...
Güney Pasifik’in ortasında üçgen biçiminde uzanan Polinezya Adaları’nın arasında Proes adını verdikleri tekneleriyle dolaşan insanların kulaktan kulağa fısıldadığı efsaneler, Melanezya ve Mikronezya’ya da yayıldı. Anlatılanlar güzel kadınların dilinde dolaştı durdu en çok.
Rojdat’ın Kadın Avı
Yürüyüşü şehri inletiyordu. Ağaçların en yüksek dallarına erişen boyu, kapılardan sığdıramadığı omuzlarının açısız kenarları vardı. İnce belinden dökülen sarı eteklerini sımsıkı bir kuşakla sarar, uçlarını üçgen biçiminde salardı. Yakasız, göğsü açık gömleğinden yılanvari kıvrılırdı kılları. Çocuklar uzağında durup köpeğiyle atını severdi. Kadınlar önlerinden sessizce geçip hana girişini, bütün gece içip ertesi sabah gidişini kapı önlerinde konuşurlardı. Tabakları kapının önüne sıyıran bir kadının onunla bir gece geçirmek için kocasını ve çocuklarını satabileceği alışıldık sözlerdi; bir başkasının, elindeki gömleği dikerken iğne batan parmağını ağzına götürüp emdiğini, sonra aynı hareketi ondan görebilmek için anasıyla babasını öldürebileceğini gülerek söyleşi işitilirdi.
Bir gün bir evin kapısını çaldı sarı etekli adam. İçeri girip ailenin en küçük kızını aldı. Atını bağladığı ipi tek eliyle çözdü, bir nara saldı meydandan. Çocuklar ezilmemek için atın toynaklarının altında, kaçıştılar.
Vardıkları yer denizin altında bir adaydı sanki. Anakaraya incecik bir boyunla bağlanan ufak bir kafa. Birkaç karış toprak parçasının üstünde ufarak bir ev vardı. Kıza evlendiklerini söyledi. İçeri girdiler. Yağ lambalarını yakıp oturdular. Köşedeki çuvallardan su ve ekmek getirmesini istedi kızdan. Sonra eteğini sıyırıp elini karnına koydu. Uyudu. Bu, yıllar boyu kıza tek dokunuşuydu.
Kız uzadı, çatladı, genişledi. Adamın omuzlarına yetişir oldu. Gürleşen saçını ensesine dolayıp kollarını göğe kaldırdı. Sonra indirip yüzünü toprağa kapadı. Bildiği bir tanrı vardı. O da toprağın dibindeydi. Ağzını açıp kelimelerin süzülmesine izin verdi, sonra fısıldadığı haykırış oldu, ondan hiç bulamadığı yolu göstermesini diledi. Dişleri simsiyah, dudakları kızıldı. Sökülen içini oraya bıraktı kız, topak topak kan içindeydi taşlar. Atın kişneyişini duyduysa da acıdan kaldıramadı başını; onu öylece çıplak, gözyaşlarıyla çamura dönmüş toprağa sıvanan yüzüyle bulmasına izin verdi. Kızın bacaklarının arasındaki kana elini batırıp nihayet kendi adını söyledi adam: “Rojdat.”
Gün ağarmaz olmuştu evlerinde; atını sürmüyor, kızı bırakıp gitmiyordu. Kız karıncaları sayarken yüzüstü, titreyen kalçasına şöyle bir bakıp omzunun üstünden, sürmeli gözüne Rojdat’ın alnından süzülen terin tuzunu tadıyordu. Çöktükçe ağzı ağzına, bilmenin sırrı nedir bilmenin sırrı nedir diye tekrarlıyordu kendine. Artık ona baktığında, şehre girerkenki azameti, görüntüsü canlanmıyordu aklında. Ondaki şekilsizlikti belki buna sebep, belki de kıyaslayacak başka birinin olmayışı. Kocaman gövdesinde, ağır adımlarında, geniş yumruklarında, fallusuna yakıştıramadığı, gözünün ölçüsüz açılarının reddettiği bir tuhaflık vardı. Bir zaman sonra artık etine acı dahi vermeyen bir yenilgi. Tadına tuzuna son kez baktığı o gecenin sabahında, kız ona bu kez yemek bulmaya kendisinin çıkacağını söyledi. Rojdat’ın itiraza dili dönmedi. “Ne zaman dönersin?” diye sordu. “Bir süre dönmem, atını alıp şehirlere gideceğim,” dedi kız. “Beş gece sonra dönmüş olurum.”
“Öyleyse git,” dedi. “Gerektiği kadar kal.”
Kızın Yolculuğu
Yiyeceğinin peşinde, atın boynuna bir şaplak indirdi. Karnını dolduran şey umurunda değildi, o asıl kasıklarını doldurmaya gidiyordu. Üstünde atın, bir gün yol aldı. Ateşi harlı bir köyün meydanında durdu, indi çözdü göğsünü, çıkardı ileri. Adamlar, kadınlar, çocuklar etrafında halka oldu. Klanın ortasında açtı ağzını:
“Bizim erkeklerimiz, iç bölgede yaşayanlar, tutkuları bir erkek gibi gidermeyi bilirlerdi,” dedi. “Denizin ortasında yaşayan Rojdat ise yavan bir yemekten öteye gitmiyor. Beni çocukken aldı, yıllarca dokunmadı, kanım eline değince bildi erkekliğini. Buna layık mıyım? O zayıf titrek yılanbalığına? Aşağı ülkeden zorla göçtürüldüğüm sular ülkesinden buraya birleşme uğruna geldim. Bacaklarıma iki kere dolanacak fallusu aradığını utanmadan söyleyen ilk kadınım. Sizin hikâyenizi yolda işittim, ününüz kulağıma ulaştı. Kumlu sahili aşıp size geldim. Kalkın, aşkımın işini görmeye bakın!”
Klanın kadınları gölgelerini çekti halkadan. Erkekler bir ağızdan: “Haydi,” dediler. “Yolun ileride. Biz yılanbalığı fallusun karısını almayız.”
Yoluna devam etti. Sularını koskoca yapraklar üzerinde biriktirmiş bir köyün meydanında durdu, tekrarladı sözlerini. Erkekler kadın gölgelerinin ardına gizlendi. Seslerini derinden duydu: “Haydi,” dediler. “Yolun ileride. Biz yılanbalığı fallusun karısını almayız.”
Sürdü atını, denizin çakıla kavuştuğu çizgiyi izlemeye devam etti. Toprağı öbekler hâlinde yığıp şehirlerine set çekmiş bir klanın içine girdi. Tekrarladı sözünü. Aynı yanıtı aldı. Tam dönüp gidecekken yaşlı bir kadın adını sordu.
“Hinsa,” dedi kız.
“Meshel!” diye bağırıverdi yaşlı kadın. “Meshel! Gel şu kadını kendine al!”
Evlerin ardında bir evden Meshel çıktı. Topallıyordu, eksikti. Hinsa onun kancamsı burnuyla üstü bükük kulağını gördü. Onca yolu bunun için mi gelmişti? Meshel’in anası, sen merak etme dercesine, sırtına koydu elini kızın, oğlunun uçkurunu çözdü.
Kaldı orada Hinsa, çorbayı beraber kaynattılar.
Rojdat’ın Öfkesi
Günlerce ter içinde, sayıklamalarda yatmış, beş gün dönmeyince, dudağını kendi yaralamış, yiyip bitirememiş; aralamışlar kapısını başka şehirdeki ahbapları, “Senin karını Meshel aldı, ulu toprakların klanından,” demişler. Aldırmamış. Hepsini def edip, atsız, bir köpeğiyle kalmış. Bir başına geceleri saymış. Yeniden gelmişler, bir kez daha: “Senin karını Meshel aldı, ulu toprakların klanındalar,” demişler. Bu kez merak edip sormuş Rojdat: “Şu Meshel nasıl biri?”
“Çarpık fallusun biri o,” demişler Rojdat’a. “Bir kulağı yarım, yüzünde de çıbanlar var. At binemez, mantarları ayırt edemez, ateş bile yakamaz derler.”
Rojdat göğsünü germiş: “Bacaklarımın arasındaki kudrete baktığında gözlerini alacağım,” demiş. “Varın biriniz Toprak klanına, onun canı için yola çıktım, söyleyin alayına.”
Meshel ve Rojdat
“Geliyor, canını ve karısını senden almaya,” diye haykırdı haberci varıp Rojdat’ın klanına.
“Gelsin,” dedi Meshel. Çirkinliği büyüdü. Gönendi. “Nasıl biriymiş bu, sen gördün mü?”
“Yılanbalığı gibi ince uzun,” dedi adam.
Rojdat’ın adımları klanı inletti. Hepsi halka içinde halka oldular, Hinsa onu lanetleyenleri duydu:
“Daha önce bir kadın için savaşmadı kimse bu köyde, asıl onu göndermeli.”
Durdu iki adam karşı karşıya. Rojdat: “Hemen çıkar göster erkekliğini,” diye bağırdı.
Meshel uslu çocuklar gibi söz dinledi. Üstündeki entariyi sıyırıp herkese bacağının arasındaki o çok küçükken büyümüş kırılgan kası gösterdi. Rojdat, Meshel’e düello etmeleri gerektiğini söylediğinde, Meshel hiç karşı çıkmadı: “Sen seç nasıl olacağını,” dedi.
“Önce,” dedi Rojdat. “Ben senin vücuduna gireceğim, sonra sen benim. Bu acıdan sağ kalan, karısını alıp ya gidecek ya kalacak.”
Meydanda bir çadır kurdular. Kimseyi içeri almadılar. Onlara günlerce yetecek ekmek, su, şarap konuldu çadıra. Uzakta dizilip birinin galip çıkmasını beklediler. Geceler söndü, gün ışıdı kaç kez. Hinsa dayanamayıp gözünü çadırın aralığına uydurdu. Kılsız, tümseksiz bir bedenin üzerine uzanmış kara kıllı, şekilsiz bir insan gördü. Dudakları yara içindeydi, elleri seviyordu birbirini. Rojdat bir gizi saklar gibi fısıldıyordu Meshel’in kulağına: “Yılanbalığım, sallanır eğilirsin içimde/Sen başını eğdikçe/Küçük bir adam kaldırır belimden dünyayı”
Hinsa, aştığı sahillerin kumunu taşımamıştı ki Rojdat’ın ruhunu Meshel’e taşısın. İkisini birbirine çekecek özü o mu koymuştu içlerine? Ondan olma parçaları mı tokuşturmuştu sonsuz boşlukta? Göze aldı çünkü aşağıdaki dudağının arasından öyle yap dedi ona parçası. Açıp çadırın perdesini, içeri girdi. İki çıplağın arasında kendine bir boşluk buldu. Kim yaralar dudağını, çocukluğunu örseleyip hangisi hatırlatır, düşünmedi. İkisini şakaklarından yakalayıp, iki yanağına koydu başlarını. Gözlerini kapadı.