Angolalı yazar Jose Eduardo Agualusa’nın Angola’nın bağımsızlık savaşının ortasında bir dairede 30 yıl boyunca sıkışıp kalmış bir kadının hayatını anlattığı, Unutmanın Genel Teorisi adlı kitabı üzerine inceleme.
Jose Eduardo Agualusa’ya 2016 yılında Uluslararası Man Booker finalistliğini ve 2017 yılında Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü’nü getiren kitabı Unutmanın Genel Teorisi, gerçek tarihin kurguya öylesine iyi yedirildiği bir roman ki aradaki çizgi görünmez hâle gelmiş. Agualusa, romanının önsözünde ve teşekkür bölümünde romanın gerçek hikâyeye dayandığını ama her ne kadar gerçek olsa da salt bir kurgu olduğunu unutmamak gerektiğini belirtiyor. Okurken tüm bu uyarılarına ihanet edecek düşüncelere de etkileyici anlatım tarzı ve hikâyeyi kurmadaki yeteneğiyle yine kendisi davet ediyor. Kitap, Luanda’nın Sagrada Esperança Kliniği’nde 85 yaşında yaşama veda eden Ludovica Fernandes Mano’nun hikâyesiyle başlıyor: “Ludovica, hiçbir zaman gökyüzüne bakmayı sevmedi.”
Agualusa, ufak parçalarla kocaman bir bütün yaratıyor. Başlangıçta bir kadın karakterin üzerine kurulu olduğunu düşündürse de romanın tümü pek çok karakterin hikâyesine sahne oluyor. Bu karakterler de zaten bir noktada birbirlerine ve sonunda da Ludo’nun hikâyesine bağlanıyor. Angola’nın bağımsızlık savaşı sancılarını da yine direkt olarak değil karakterlerin yaşamları ile solumamızı sağlıyor yazar. Bu da salt olarak savaşı değil, sosyal ve psikolojik etkileriyle savaşı tarafları açısından okumamızı sağlıyor.
Yazar, Ludo’nun dışarıya çıkmaktan pek hoşlanmadığı ve bunun küçük yaşlardan itibaren başladığı bilgisini veriyor. Bu alan korkusunu yenmişken yaşadığı vahşetle başa dönen ve üzerine istemeden içine düştüğü savaşla şiddetlenen içeriye kapanma durumu ve onda artık hoşlanmamaktan çok dışarıdaki iyiden de kötüden de kendini sakınma; tutsaklık içinde kendi özgürlüğünü yaratmak fikrini oluşturuyor. Onu, tüm güven ortamını ve ailesini yitirmesiyle kapısına duvarlar ören bir kadın olarak okusak da aslında Ludo’nun uzun bir mücadele ve “bulma yolculuğu”na şahit olduğumuz bir roman. Agualusa, bize evin içerisinde kısılıp kalma hâlini asla sıkıcı, klostrofobik bir yerden anlatmıyor. Ludo, yaşam şartlarını hatta köpeği Fantasma’nın şartlarını bile uzunca bir süre iyi şartlarda tutan, her ne kadar zayıf yönleriyle tanısak da güçlü bir karakter olarak sunuluyor. Zaman zaman ütopik gelebilecek baş etme yöntemleri olsa da -onlarca sene dışarıya hiç çıkmadan tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyor olması, meyve ağaçları ve ekili alanın uzunca süre onu idare etmesi, yakacak şeylerin ama 30 sene gibi bir süre zarfında bitmemesi vs.- her şeyin mümkün olabildiği bir romanın içinde olduğunuzu hatırlamanızda fayda var. Ludo, yaşamın kendinden korksa da yaşamaktan vazgeçmeyen bir karakter.
Agualusa, okuruna her satırda içeriye girmesi için fırsat veriyor hatta onunla oyunlar oynuyor. Aralara serpiştirdiği vurucu sözlerle olaylara ve durumlara bakışını okurun aklına sokuyor. Portekizli Ludo’ya Angola için şu sözü söylettiriyor: “Afrika’nın gökyüzü bizimkinden çok daha büyük… bizi çarpar.” Ve asla temposu düşmeyen bir okuma seyri sunuyor. Her sayfada tanışacağınız isimler sadece anlatıldıkları yerde sınırlı kalmıyorlar sayfalar arasında dolaşıyorlar ve bir yerde hikâyeleri sonlanana kadar bu böyle devam ediyor. Yazar, ağlarla ördüğü karakterlerin arasındaki bağı hiç kimsenin öldürmeye kıyamadığı güvercinle daha da güçlendirse de Angola’nın geçmişini eski bir devlet ajanının ironik ölümüyle kapatıyor.
Yazar, romanı şiirin güzelliğiyle bezemekten geri durmuyor. Ludo’nun, duvarları kapladığı içinden dökülen satırlar okuyucuya da Ludo’yu birebire kendinden dinleyabildiği alanlar yaratıyor:
Ben bir başına düşünceli istiridye
Burada incilerimle birlikte
.
.
.
Parçaları, denizin derinliklerinde
Kaybede kaybede yeniyi, ona iyi gelecek olanı buluyor Ludo. Gören gözlerini kaybederken ışığı buluyor “ışık bu ülkede bir bayram.” Göç edip geldiği Luanda, hatta sıkışıp kaldığı o daire onun toprağı oluyor. Gerçek ailesinin yıllarca sürdürdüğü acımasız haksızlıkları, bir anda güvendiği, sevdiği tek insanın kaybı ve çaresizliğin yarattığı hapishanesinin duvarlarını şans eseri terasına tırmanan hırsız bir çocukla yıkıyor. Yıkılan duvar, köhnemiş hayattan, esaretten kurtuluşu temsil ediyor. Ludo, yeni ailesini ve yeni hayatını buluyor: “Işık, Sabalu bana kitap okuyor ve her gün bir nar sevinci.”
Kitabın sonlarına doğru “unutmak” üzerine bir tartışmayla karşı karşıya kalıyoruz. Tartışmada bir yanda hatalarımızın bizi doğru yola taşıyacağı ve unutmanın iyileştireceği görüşü dururken; diğer yanda unutmanın ölmek ve teslim olmak olduğu görüşü duruyor. Bu iki karşıt görüş “unutma” kavramı üzerine düşünmeyi kitabı kapattığınızda yanınızda bırakıyor.
“Çok üzgünüm, kaybettiğim her şey için.
Çok üzgünüm.
Ama mutsuz insanlık da senin gibi değil mi?”
Özgürlüğü için savaşan bir ülkenin apartmanlarından birinin duvarlarından çıkıp gelen bu koca roman Jose Eduardo Agualusa’nın anadili olan Portekizce aslından Sevcan Şahin tarafından dilimize çevrildi ve Timaş etiketiyle yayımlandı. Çok geç olmadan Ludo’nun hikâyesine ortak olmanız dileğiyle.