Dokuz yıl aradan sonra yeni romanı Merhume ile Murat Uyurkulak aramızda. Kendisiyle “Bir cinayet romanı” olarak raflarda yerini alan Merhume’nin bu uzun hazırlık sürecini, çok katmanlı yapısını ve güncel edebiyat ortamını konuştuk.
Tol 2002 yılında, Har ise 2006'da okurla buluştu. Uzun bir aranın ardından Merhume kitapçılarda. Nasıl hissediyorsunuz?
Tedirgin ve gerginim. Bundan önceki kitaplarda olduğu gibi. Bir kitap yayınlamak, hele bu kadar aradan sonra kitap yayınlamak, çırılçıplak sokağa fırlamak gibi. Boynumu bükmüş, nasıl karşılanacağını bekliyorum.
Yıllar içinde değişiklik gösteren bir roman olmuş Merhume, ilk başta tasarladığınız karakterlerin tümü şu an elimizdeki kitapta mı? Yoksa yolda ayrılanlar, terk ettikleriniz oldu mu?
Bir metni yazarken etrafta olan bitenlerden, memlekette ve dünyada yaşananlardan kendisini ayıramıyor insan. Gezi İsyanı, Suriye’deki iç parçalayıcı iç savaş, kıyılara cesetleri vuran çocuklar, ülkede giderek artan baskı, Kürt meselesinin çözüm ihtimalinden devletin yürüttüğü kanlı bir savaşa evrilmesi... Bunların hepsi insanın zihnine, ruhuna, bağrına darbe vuruyor. Üzerine insanın kişisel hayatında da inişler çıkışlar oluyor. Gönül meseleleri, geçim derdi, kaybedilen arkadaşlar, tanışlar, yakınlar... Üzerine bir de özgüven krizlerini ekleyin... Velhasıl yazma sürecini etkileyen bir yığın mesele var. Başta ilginizi çeken bir hikâye bir yerden sonra önemini yitirebiliyor. Ya da sizi heyecanlandıran bir karakter bir süre sonra etkisini kaybedebiliyor. Yani yol üzerinde bırakıp vazgeçtiğim hikâyeler, karakterler oldu.
Peki Merhume'nin fikri nasıl doğdu?
Roman genel anlamda, tek bir parlak fikrin üzerinde inşa olamayacak kadar çok düzlemi, kanalı, sesi olan bir edebi tür. Bende şöyle oluyor: Bir hissiyat olarak, belli bir meseleye eğilim duyuyorum, sonra onun bendeki tezahürlerini tetkik ediyorum, neleri bilip bilmediğimi, bilmem gerektiğini anlamaya çalışıyorum, bir yandan yazmaya başlarken bir yandan yoğun bir okuma mesaisine koyuluyorum.
Ayyaşlar, falcılar, dansözler, fahişeler... Kitap çok renkli, bir yandan da çok karanlık. Bu karakterler nasıl bir araya geldi?
Çok katmanlı, çok sesli bir yapı inşa etmeye çalışıyorum. Bitirdiğim bölümleri defalarca yazıyorum, üstünden geçiyorum. Becerebildiğimi düşündüğüm bölümleri “tamam” heybesine, beceremediklerimi çöpe atıyorum.
"Sadece zenginler ve zalimler itirafa mecburdur, sefilin ve mazlumun itiraf edecek hiçbir şeyi yoktur, zavallılar itiraftan muaftır, hatta iftira onlara haktır!" Romanın genel dili de, havası da çok sert. Çok mu öfkelisiniz?
Bu benim güvenli bir mesafede durup tepeden bakarak tercih ettiğim bir durum değil. Konfordan uzak bir hayatım oldu. 17 yaşımdan beri it gibi çalışıyorum. Şiddet, rekabet, itiş kakış, küfür kıyamet... Yoksulluğun bütün arazlarıyla, karanlığıyla, tekinsizliğiyle iç içe yaşadım. Zenginleri, muktedirleri sevmedim. Bizi bu hayatlara mahkûm eden mekanizmalara, iktidar tertibatına, düzene öfke duya duya geldim 43 yaşıma. Sınıf bilinci benim için belirleyicidir. Ezilen olmanın bilinci... Bu da sert bir şeydir.
"Söyle bakalım meşhur edebiyat eleştirmeni ve müstakbel mevta Evren Tunga, başarılı bir edebiyat eseri nasıl olmalı?" şeklindeki soruyla başlıyor romandaki Koma bölümü ve ciddi bir edebiyat eleştirisi, popüler yazıma dair salvolar geliyor. Bunca yılın sonunda, ne diyorsunuz, nasıl görünüyor edebiyat ortamı?
Topu taca attığımı düşünmenizi istemem, ama şunu söylemek zorundayım: Zor ve şiddet dolu bir hayat yaşadıktan sonra kötü olmaya karar vermiş, kazananlardan olmaya ahdetmiş ama hayatının devam etmeyeceğini öğrendikten sonra kendisini etrafındaki bir avuç yoksul, dezavantajlı insanı kurtarmaya vakfeden bir roman karakterinin kurguladığı bir hikâye, bir manzara bu. Edebiyat ortamına dair benim düşüncelerimden ziyade, o ortamdan şikâyet eden insanlardan dinlediğim hikâyelerin bir derlemesiyle ortaya çıkan bir manzara. Yoksa ben edebiyat ortamına, ona dair iddialı fikirler veya eleştiriler üretecek kadar yakın olamadım. İlle uzak durmalıyım diye düşündüğümden değil, hayatımın seyri izin vermedi.
Kitapta geçen, Ömer Türkeş'le olan hikaye gerçek mi?
Evet, gerçek.
Türkçe yazan Kürt edebiyatçıları, şairleri nasıl değerlendiriyorsunuz, anadilleri olmayan bir dilde acıyı anlatmak kolay mı?
Acıyı anlatmak gibi bir sınırlama olmaksızın bakmak daha iyidir bana kalırsa. Ben Kürtçe edebiyat üretenleri birer kahraman olarak görüyorum. Bunu bir yazımda da anlatmaya çalışmıştım. On yıllardır inkâr edilen, yok sayılan, unutturulmak için bütün imkânların seferber edildiği bir dilin edebiyatını yapmak çok ama çok önemli bir mesai. Kürtçeyi var eden, yaşatan, diriltenler, işte bu zorlu mesaiden kaçınmayan sabırlı ve güçlü insanlar. Yıllar sonra hepimiz onlara teşekkür edeceğiz.
Bir sonraki kitap için çok bekleyecek miyiz? Ve son olarak Bazuka gibi bir kitap daha gelecek mi?
Bazuka gibi bir hikâye kitabı yazacağımı, yayınlayacağımı sanmıyorum. Bunca şahane hikâyecinin yaşadığı bir ülkede Bazuka ve oradaki hikâyeler olsa olsa birer talimdi, denemeydi. Benim harcım değil. Hikâyenin gerektirdiği asalet ve sabır bende yok. Bir sonraki kitap meselesine gelince, şimdiden bir şey diyemiyorum. Genel bir niyet mahiyetinde, daha kısa sürede bir kitap yazmayı arzu ediyorum.
Merhume
Murat Uyurkulak
April Yayıncılık, 320 sayfa, 20 TL.