14 AĞUSTOS, CUMA, 2020

“Yol Kesekli de Olsa Yürümekten Vazgeçmek, Geri Dönmek Yok”

Figen Şakacı ile geçtiğimiz günlerde okurla buluşan öykü kitabı Kesekli Tarla’yı odağımıza alarak, edebiyatın kendisini, insan ilişkilerini ve kadınların kesekli tarladaki var olma mücadelesini konuştuk.

 “Yol Kesekli de Olsa Yürümekten Vazgeçmek, Geri Dönmek Yok”

Figen Şakacı, yeni öykü kitabı Kesekli Tarla ile çıkagelirken bizleri düşünmeye yönlendiren bir soruyu da yanında getirdi: “Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi beceremedik?” Bizleri düşüncelere gark eden bu sorunun herkes için yanıtı parmak izlerimiz kadar birbirinden farklı! Figen Şakacı bu durumun farkında bir yazar olarak kesekli tarlalarda yürümeye çalışan fakat artık yorulmuş insanların öykülerini konu edindiği kitabı boyunca bir türlü verim alınamamış hayatlardan artan kalan, kurumaya yüz tutmuş duygu filizlerini yeşertmeye çalışıyor. Kesekli tarlalarımızda yeşermeye çalışan, büyümek isteyen filizlere şahitlik etmek isteyeceğinizden emin olarak Figen Şakacı ile sohbetimizi okumanız dileğiyle, buyurun lütfen.       

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunusunuz ve gazetecilik yapmaya başlayarak hayata atılıyorsunuz. Edebiyat ilk olarak ne zaman, neyin vesilesiyle el verdi size? Sizi etkileyen ilk okuduğunuz kitap neydi mesela? Sonra ne oldu da yazmaya başladınız? 

Masallarla büyümedim ben, hem okuyanım yoktu etrafımda hem de kitaplar... Daha çok Red KitTeksas falan... İlkokulda toplama kitaplarla oluşturulan bir kitaplıktan Şişkolar ve Sıskalar, Kemalettin Tuğcularla devam ettim. Ne zamanki ortaokula geçtim, Reşat Nuri külliyatına daldım, oradan şiire, oradan da ve özellikle evet çok erken bir zamanda Adalet Ağaoğlu’nun kitaplarıyla tanıştım, o zaman ben yazar olacağım dedim. Adalet Hanım’ın kitaplarındaki dil dünyası beni ağlatacak hatta ileri gidip ona mektup yazdıracak kadar çok etkilemişti. 10’lu yaşlarımda günlük tutmaya başladım, o gün bugündür de tutarım. Heves etmek Adalet Hanım sayesinde, yazmanın, yazar olmanın bitmeyecek bir serüven, bir yaşama yordamı olduğunu öğrenmemse Tomris Uyar’dan aldığım derslerin bana bellettiğidir. O derslerde o kadar güzel öyküler, romanlar okurduk ki, bu kadar büyük isimlerin dünyasında bana yer yok diye düşünmüşlüğüm, yine de gizli gizli yazmışlığım oldu. Bitirgen’i de zaten kimselere söylemeden yazdım, ne zaman ki yayımlanma aşamasına geçildi o zaman “edebiyat sahnesi” ne adım atmak demeyeyim de, yavaş yavaş adım duyulmaya başlandı. 

Bitirgen, Pala Hayriye, Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? Çocukluktan, ilk gençliğe, oradan hanımlığa doğru yol alınan büyümenin kadınlık evreleri, hâlleri söz konusu bu üç eserinizde; yani bir Figen Şakacı külliyatı söz konusu. Kesekli Tarla’da ise öykülerinizle karşımıza çıktınız. Öykülerinizi bir araya getirme fikri nasıl oluştu?  

Öyküleri kitap olsun diye yazmadım, birikince ve bütünü kendi başına bir gövde hâline gelince kitap oldu. Birkaçı dergilere verdiğim öykülerdi, diğerlerini de yeni romanıma geçmeden önce yıllar içinde yazdım. Diyeceğim bir oturuşta başladım ve bitti diyebileceğim bir kitap değil, zamanla demlenen ve demek bugünleri bekleyen öykülerden mülhem bir kitap Kesekli Tarla

Kesekli Tarla’yı ilk önce, biraz da yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde, genel kapsayıcı bir bakışla ele alacağım. Bir çocuğun büyüme (Bitirgen), genç kız olma (Pala Hayriye), hanım olma (Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?) evrelerini, hikâyelerini zaman, mekân, çevre etkisiyle ele alarak aktardınız. Fakat Kesekli Tarla’da öykü kitabı olmanın yapısı gereği belki de, olaylar karşısında insanlık hâllerini: düştüğü hâlleri, sıkıştığı hâlleri, çığlık attığı hâlleri, küfrettiği hâlleri, anladığı ama buna rağmen elinden bir şey gelmediği hâlleri anlatıyorsunuz. Hikâye tüm öykülerin bir araya gelmesiyle genişliyor sanki, kalabalıklaşıyor. Tek bir büyüme hikâyesinden çıkıp, çoklu büyüme hikâyesine geçmek bir eşik atlamayı da beraberinde getiriyor sanki Kesekli Tarla’da. Ne dersiniz?

Ergenliği tamamlanmamış, böyle giderse de hiç bitmeyecek bir memlekette, bağımsız birer birey olmayı, kendi olmayı önce kendinde hak görenlerin yaşam mücadelesi verdiği bir yerde elbette benim karakterlerim çığlık da atıyor, küfür de ediyor, isyan da... Bu kadar çok karaktere can verirken benim de canım çıkmadı değil. Ülke gündeminin omuzlarıma yüklediği acıdan, içimde öfkeyle patlayan maytaplardan başka bir kurtuluş yolu göremediğim için yazdıkça ruhumu sağaltmaya, ayakta ve hayatta kalmaya çalıştım. 

Son on yılda gerçekleşen kentsel dönüşüm ve insanlara etkisini anlattığınız öyküler bir toplumun kolektif bilincinin nasıl oluştuğunu çarpıcı bakış açılarıyla önümüze seriyor. “Hâl ve Gidiş” öykünüz mesela. “Ben Hangi Kutunun İçinde Gizlidir” mesela. Kentsel dönüşüm yani yenilikler, yeni düzenlemeler kurtulamadığımız kendimizden bizi kurtarabilip, hayatımıza yenilenerek devam etmemizi sağlayabildi mi? Şehirlerimiz ve şehirlerdeki evlerimiz değişince, yenilenince her şeyin düzeleceğini zannetmek çağımızın tedavi edilemez ruh sancıları olabilir mi?

Bu zanna her kim kapıldıysa ben o safta değilim, ben çocukluğumu, hatıralarımı, ilk gençliğimi bıraktığım o mekânları geri istiyorum, bana bu şehirde doğduğumu unutturdular ne dönüşümü, bu tamamen bir rant ekonomisi, yeşil gördükleri her yere gökdelen dike dike kuşları bile kaçırdılar. Yenilenen bir şey yok, çünkü yapılanlar restorasyon değil, birilerini zengin etme faaliyeti. Ben’in içindeki kutulara kadar daldılar, sadece hatıraya değil hafızaya da dozerle giriyorlar... Çok üzgünüm, ne diyebilirim ki başka. 

Öykülerdeki kadınlar ve onların hikâyeleri çok tanıdık. Ayakta kalmak ve mücadele etmek için çalışan, bıçkın, meydan okuma adına ağzı bozuk, insan gibi yaşamanın hakkını hem karşı tarafa hem de kendilerine vermesini bilen kadınlar. Kesekli Tarla en çok kadınlar söz konusu olduğunda kesekli bir hâl alıyor öyle değil mi? 

Şimdi herkesin ciğerini dağlayan kadın cinayetlerinden, 18 yılda 15 bin 557 kadının katledildiğinden bahsedersem edebiyat konuşamaz oluruz. Ama edebiyat aracılığıyla ve ondan aldığım terbiyeyle “Ağıt Sayaç” öykümü yazabildim. Kadınlar için hayat hiçbir zaman kolay da olmadı bayram da... Ne yaptılarsa kendi direnme güçleri, itiraz hakları, benlik hakları, varoluşları için yaptılar. Hele şimdilerde iyice cinsimize kastedilirken çok daha tetikte ve ayaktayız. Yol kesekli de olsa yürümekten vazgeçmek, geri dönmek yok. 

Öykülerdeki “baba” izleği. Yaşarken barışsak da, onu anlamaya başlasak da baba figürü ile (ve dolayısıyla erk figürü ile) bir türlü tam bütünlüğe ulaşamadığımız bir durum var. Baba olma, erkek olma, dünyanın erk bir düzen üzerine kurulu olması! Erkeklik kavramı hikâyelerimiz adına büyük bir boşluk ve yaraya mı sirayet ediyor? Erkekler kendi içlerinde de, (kendilerine doğuştan verilen güce rağmen) bir boşluk ve yara duygusuyla mı, yani güçsüzlükleriyle mi aslında savaşıyorlar?    

Nasıl erkeklerin kadınlar hakkında ileri geri konuşmalarından, bilmişliklerinden, durmadan parmak sallamaları ya da bacaklarını açarak bulundukları yere yayılma ve kaplama hakkını kendilerinde görmelerinden hazzetmiyorsam erkeklerin tek bir karakter ya da çok tanıdığım biriymiş gibi özelliklerinden de bahsedemem. Evet bir erk’eklik hastalığı var; tedavisini de durmadan onlara bir şey öğreterek bulmaktan yoruldum ben. Kadınlar nasıl varoluş mücadelesi veriyor, kendilerine bu ataerkil dünyada yer açmak için dirençle çırpınıyorsa erkekler de bir zahmet nasıl daha iyi, daha eşitlikçi, daha adil birer insan olmaya çalışsın, en azından buna niyet etsinler. Onlardaki eksik gediklerin psikolojik nedenleriyle ilgilenemeyeceğim. Bakın 21 saatte yani daha bir günü bile tamamlamadan 10 kadın daha öldürüldü. Sadece kadınların değil memleketin de meselesi bu artık. 

Diğer kitaplarınızda olduğu gibi Kesekli Tarla’da da kendimizi akışa (anlatılan öyküye) kaptırmamızı sağlayan mizahi bir dil var. Harbi konuşan, küfürle hemhâl bu anlatımdan hiç de iğreti olmuyoruz. Aksine dikkat kesiliyoruz. Herkesin başaramayacağı bu kıvamı nasıl tutturuyorsunuz? 

Hamurum böyle yoğrulmuş herhalde Aynur Hanım, bilmem ki.

Tarla kesekli olmayabilirdi. Taşlarından ayıklanmış, ekilmeye ve ürün vermeye hazır ve nazır bir tarlanın (insan hikâyelerinin) öyküleri de yazılabilirdi. Ama tarla kesekli! Dünyada bir pandemi dönemi yaşanıyor. Ne oldu da, bunca teknolojiye, tıbbın ilerlemesine, böylesine bir globalliğe rağmen tüm dünya kapılarını kapattı da evlerimizden çıkamadık? Hep konuşuyorduk, iklim krizi, ekonomik göstergeler, insanlarda sevgi ve saygının kalmayışı, kişisel gelişim saçmalıkları falan ama pandemi ile birlikte ilk defa yürüdüğümüz tarla kesekliymiş yahu olduk! :) Bu dünyaya dair, insanlığa dair umudunuz var mı ya da ne ölçüde var?

Tarladan kasıt bu zalim, bu sefil dünya ve kapitalizmdir. Pandemi de uygar insanlığın saydığınız teknolojiyle, insanın bu yeryüzünü kullanma biçiminin bir sonucu, daha belki de bunlar iyi günlerimiz. Ekolojik düzenin ayarlarını biz bozduk, tüketerek, yok ederek, her şeyin hep daha fazlasını isteyerek... Nasıl umutlu olayım. Yaşadığıma ve yazdığıma, sevdiklerimin varlığına şükrederek geçiyor günlerim.

Bundan sonraki süreçte kültür-sanat dünyası nasıl bir değişim gösterecek? Ki pandemi sürecinde aslında en çok kültür - sanatın tüm dallarına sarıldık yeniden veya yeniden hatırladık diyeyim. Yeniden kitap okumaya başladık mesela. İzlemediğimiz filmleri izledik, yarım kalan dosyalarımızı tamamladık. Özellikle edebi dünya ve yayıncılık nasıl bir değişim gösterecek, ne türde hikâyeler okumaya başlayacağız sizce?

Ben bugüne kadar sözünü ettiğiniz kültür- sanat dünyasının göbeğinde yaşamadım; tanışlar vesilesiyle kapısına kadar gelip, pencereden bakmışlığım vardır ama bir kehanet ya da öngörüde bulunacak kadar içinde değilim, olmayı da tercih etmiyorum. Salgından önce de evimde yaşar, seçtiğim ve sevdiğim insanlarla görüşürdüm, şimdi de öyle. Camiadan, cemiyetlerden, gruplardan, lobilerden uzak, dağa, taşa, denize yakın olmak önceliğim.

Başlıkta kullanılan fotoğraf Gohar Dashti’nin “Home” fotoğraf serisinden alınmıştır.

0
6295
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage