28 Mayıs 1964'te doğan küçük İskender'in 50. yaşını saygı ve sevgi ile kutluyor, şairi içtenlikle selamlıyoruz. Haydar Ergülen yazdı...
Hafızamı zorluyorum, bulamıyorum, nerde yazmıştım onu da bulamıyorum, İskender’e sorsam söyler de, galiba bulamamaktan da biraz zevk alıyorum. Nedense ve nedensiz yere Michel Foucault’nun en çok Ece Ayhan’dan, belki de yalnızca Ece Ayhan’dan doğru bildiğim sözü geliyor aklıma: “Fazla anlaşıldığım için karanlıkta kalıyorum.” Bir cümle daha var, o evvelden ve Louis Althusser’den, nedense ona ‘Bizim Althusser’ demek geliyor içimden, “Hemşehrim Yunus” der gibi. Der ki: “İnsanın en temel niteliği tahmin edilemez oluşudur.” Hemen 1980 öncesiydi ve galiba Marx’ın, Lenin’in, Stalin’in, Troçki’nin, arada bizimkilerin de, Mahir’in, İbo’nun sözlerini silmese de uzunca bir süre onların yanına eklenmişti bu söz. Ece’nin de gençliği 80’lerde geçmiş sayılır, bakınız: Devlet ve Tabiat ya da Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler.
İlk şiirlerinin yayımlanması münasebetiyle “Adam Sanat” dergisinde İskender’le bir söyleşi yayımlanmıştı. Söyleşiyi okumuş, o günlerde yazmakta olduğum “Varlık” dergisinde ya da bizim “Şiir Atı”nda, ‘talihsiz’ olarak nitelemiştim. İçeriği tam olarak aklımda kalmadıysa da, galiba söyleşiyi yapan şairin yorumlarından ya da sorularından doğru kullanmıştım ‘talihsizlik’ kavramını. Bu kavramı niye kullandığımı da unuttum unutmasın ama, sonra bunun da bir hata, bir talihsizlik olduğunu düşündüm kendi adıma. İskender’le daha yolun başında gereksiz bir ‘talihsizlik’ olmuştu aramızda. Başından beri şiirlerini ve diğer yazdıklarını da çok sevmeme karşın, ilk zamanlarda İskender benim onun yazdıklarını sevmediğim gibi bir duyguya kapıldı bu nedenle. Birlikte şiir okuduğumuz etkinliklerde, kimi bar akşamlarında da bunu dile getirdi, toplam üç kez filan söylemiştir. Eh bu da bana yetti. Böyle bir talihsizliği nasıl...Yazının girişinde bulamadığımı belirttiğim, galiba artık bulmak da istemediğim işte bu talihsiz yazıdır, benim yazımdır!
Ece Ayhan’ın ‘marjinal’ tanımı Türkiye’de ve Türkçede bir kaç kişiyi tarif ve taltif ediyorsa, herhalde küçük İskender de bunların başında gelen isimdir. Gerçi Ece Ayhan, ‘marjinal’ tanımından vazgeçmiş, bunun yerine ‘marjda’ ya da daha Türkçe bir deyimle ‘uçta’ demiştir. Ki doğrusu ben de ‘uçbeyi’ sözcüğündense ‘uçta’yı yeğlerim, Ece’nin de bu sözü nasıl kullandığına da aslında hayret ederim, ‘uçbeyi’. Doğrusu Ece Ayhan gibi bir ‘mor külhani’nin, feminist bir şairin, Türkçenin ilk feminist şiirini yazan bir şairin de böyle bir tanım kullanması...’Uçbeyi’ diyorsa o zaman Ece’nin de adını değiştirip ‘Efe’ Ayhan yapmak iyi olmaz mıydı? Neyse demek ki arıyordu ve sonunda ‘uçta’yı buldu ki, sıkı ve sivil şiir gibi bir şey oldu: Şiir uçtadır, Ece uçtadır, düşünce uçtadır.
Herhalde yalnız kişiliği için değil şiiri için de, Ece Ayhan’ın bu tanımı kullanılmalıdır, küçük İskender için ‘uçta bir şiir’, ‘uçta bir şair’ denilmelidir, denmiştir. Bazen yalnızca bir şair için bile bir tarih yazılabilir, bir kavram yaratılabilir. Eh küçük İskender de bunu haketmişse artık ‘uçta’ bir ‘usta’ olarak görülse yeridir: ‘Uçta’ki usta. ‘Uçta’nın diger ucunda Nilgün Marmara varsa, herhalde İskender de bu paylaşımdan ötürü uçacaktır. Önceki uçların da Cemal Süreya ile Turgut Uyar olacağını da unutmayalım Ece için, Cemal abinin yeri değişmez, diğer ucu ise yer değiştirerek Turgut Uyar ile Sezai Karakoç paylaşırlar, öyle paylaştırır Ecegillerin Ayhan abi.
Ve küçük İskender için şair defterini şöyle açar: “küçük İskender bence hagaragort şairlerden biri...Türkiye’de böylesine pervasız ve cesaretli şair yok gibi geliyor bana. Bütün Türk şiirinde birçok şeyi ya da hiç değilse çok şeyi göze alamazsan hiçbir şey yapamazsın! Bir büyük atılım ve yırtıklık gerekiyor bence. Kopuş.” ‘Hagaragort’, Ermenice bir sözcük ve doğaçlama tiyatrosunda ‘tragedya’ yerine kullanılan argo bir sözcük olarak geçiyor sözlükteki ilk anlamı, sonuncu anlamı ise Ece Ayhan’ın İskender için kullandığı anlamda, yani ‘muhalif’, bir de dinsel anlamı var , daha doğrusu iki anlamı var, ‘rahip’ ve ‘şeytan’ demekmiş! Şerif Mardin, Osmanlı aydınının, ‘Daemon’ dediği ve insanın şeytani yönüne sahip olmadığı için sıradışı fikirler üretemediğini, dolayısıyla gerçek anlamda entelektüel olmadığını söyler. O’na göre, Osmanlı düşünce adamlarını, ‘literati =okumuş, edip’ kavramıyla açıklanmaya daha uygundur. Cumhuriyetin düşünce insanları da bu tanımdan nasiplerini alacaktır tabii. ‘Bizde aydın yoktur, okumuş vardır’ demesi de bundandır Şerif Mardin’in. Ece Ayhan da kimbilir belki de kendisine de ‘İkinci Yeni’nin papazı’ denilmiş olduğu için, Cemal Süreya’nın deyimiyle ‘oğlu’ olan küçük İskender için benzer bir sözcük kullanmıştır. İçinde rahip ve şeytanın yan yana durduğu bir sözcük hem de!
Bunları ancak bir büyük şair bir başka büyük şair için söyleyebilir, o zaman önemli, anlamlı ve değerli olur, yani yerinde olur. Benim de ‘küçük İskender büyük bir şairdir’ demem ona bir şey katmaz, ben söyler dururum yine de. Çünkü hemen her şiiri için bunu bir kez daha düşünürüm.
80 Kuşağı adı verilen şairler ya da 80’li yıllarda şiir yazanlar, konu çok tartışıldığı ve tartışma da sürdüğü için, anlaşılan o ki yeni eleştirmenlere ve şairlere göre çoğunlukla pek başarılı olamadılar. Aralarından bir kaçını yeniler de ayırıyor, yenilerin ayırdıklarından bir kaçı da kendilerini zaten ‘derin 80’ler’ diye ayırıyor (bkz.Osman Konuk), ben onların dışında kalanlardan söz ediyorum haliyle. ‘Derin 80’ler’, yani o şairler kuşkusuz zamanlarına ve bugüne bir şeyler katmışlar ve bırakmışlardır, ama doğrusu asıl olarak 1980, yani
benim ‘1980 Yüzyılı’ dediğim o başlama vuruşu olan yıl, asıl önemli katkıyı yapmıştır, hem ‘underground’(yeraltı) şiir ortaya çıkmış, hem İkinci Yeni ve gelenek yeniden gündeme gelmiş, hem de doğrusu İslamcı şiir de daha yaygın biçimde görünür olmuştur, belki de daha yaygın olmuştur. Bu değişmelerin ve yeniliklerin içinde kuşkusuz en önemli çıkışı ‘underground’ dediğimiz şiiri tek başına, sanırım hala, temsil eden küçük İskender ve şiiri olmuştur. Ece Ayhan’ın ‘kuşağına adı verilebilir’ demesi doğrudur ama aslında bir döneme ve anlayışa da adı verilebilir diye genişletmek daha da doğrudur kanımca. Kaldı ki orada bırakılacak ve yalnızca kuşağı, dönemi, akımı, anlayışıyla sınırlı tutulacak bir şair değildir küçük İskender. Yine Ece Ayhan’ın dediğini paylaşarak yazıyorum: “Adı küçük ama kendisi büyük bir şairdir.”
Bir şairin büyüklüğü, başka şairleri niye rahatsız eder? Her büyük şair, büyüklüğün kendisiyle sona erdiğini, son büyüğün kendisi olduğunu mu düşünür yoksa? Son şair. Eğer böyle bir şey varsa ve doğruysa, herhalde herkesten önce ve çok, bu küçük İskender için söylenebilir. Hem yaşayışta şair hem de şiirde. O da hayatını tıpkı Ece Ayhan gibi şiire yatırmışlardan, yani şiir için kendinden, hayatından ve istikbalinden vazgeçmiş durumda. Bu birgün şiirden vazgeçmeye de götürebilir mi onu? Bence götürebilir, ama o da büyük şiirin ya da büyük şairliğin şanından sayılması gereken bir eylem olacaktır hiç şüphesiz.
İskender’in şiiriyle ve kitaplarıyla ilgili sanırım birkaç yazı yazdım, fakat ondan önce bir şiir etkinliğinde, Oğuzhan Akay, Mehmet Yaşın, İskender ve ben katılmıştık, onun bir şiirini okumasını istedim, o ay bir dergide yayımlanmıştı, muhtemelen “Adam Sanat” dergisinde, hiç unutmadığım bir şiirdir “Uzun”. Sanırım ilk orada inandı İskender onun şiirini çok sevdiğime ve çok önemsediğime, sonra da sözünü ettiğim yazıları yazdım. Boğaziçi Üniversitesi Yaz Okulunda şiir dersi verirken de onu son derslere konuk ettim hep. O zaman da onun kendisini, şiirini, hayatını, meseleleri ne kadar derinliğine, ama aynı zamanda ironisini ve mizahını hiç eksik etmeden anlattığını gördüm. Dinletiyor derler ya, doğrusu öğrenciler de ağzının içine bakıyordu İskender’in. Evirip çevirmeden, dolaştırmadan anlatıyordu. Sonra öyle bir gelenek oldu, ben başka bir üniversitede yine şiir dersi vermeye başladım, artık her dönem sonu, İskender’in doğum günü civarında, 28 Mayıs onun doğum günü, bu aynı zamanda Edip Cansever’in de ölüm tarihi, İskender’in belki de en çok sevdiği şair Edip bey, konuk ediyoruz İskender’i. Derse geliyor, öğrencilerle söyleşip bir kaç şiir okuyor, sonra da hatıra fotoğrafları, hatıra pastaları, hatırası olan şiirler, hatıra... Geçenlerde Fatih Çekirge üniversitelere sesleniyordu, ‘Böyle bir adam, böyle bir şair var, niye okulunuzda ders vermesi için çağırmıyorsunuz?’ diye. Doğrusu çok yerinde bir çağrı, ben de bu çağrıya katılıyorum elbette ve sanıyorum şimdiye dek bir kaç üniversite İskender’i aramıştır ders vermesi için. Hem anlatır, hem dinletir hem öğretir hem de sevdirir. Şiiri sevdirmek için İskender’den daha iyi şair mi bulacaksınız? Hem öyle hem de ‘ozan’ sayılır, müzikle, rockla şiiri, sabahları değilse de öğleyin, ikindide bile buluşturabilen bir şair. Yerinde duramayan bir şiir, bir tür eylem gibi. Yazmak eylemdir artık reklam sloganı oldu ama, şiir, eylemdir sözü hala masumiyetini koruyor. İskender onun her iki kanadında da yer alıyor. Hem müzik hem şiir, hem eylem hem şiir kanadında.
İskender’i yazmak kolay değil, sözglimi Enis Batur’u yazmak da kolay olmaz. Enis Batur’la ilgili bir kaç kitap yayımlandı bildiğim kadarıyla. küçük İskender gibi bir şair, ayrıca çok iyi bir deneme yazarı için henüz bir kitap yayımlanmamış olduğunu biliyor muydunuz? Adı küçük ama yaşı o kadar da küçük değil, 48 yaşında. Ne yapıtları üzerine bir inceleme, ne şairliği ve kişiliği üstüne bir araştırma, ne de bir söyleşi, nehir olması şart değil ama, İskender’le yapılacak bir söyleşinin harikulade lezzetli bir şölen sunacağını düşünüyorum eski ve yeni okurlarına, okumazlarına, okumamışlara, henüz okuyacaklara, dostlarına ve elbette düşmanlarına. Bu seriden olmak üzere rakiplerine diyeceğimi de sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü öyle bir şey yok!
İskender’le ilgili bu yazıyı yazdım ama, sonunda demek ki diye düşündüm, bir yazıya sığmayacak, hatta bir yazıda daha başlanamayacak kadar uzun, kapsamlı ve ayrıntılı bir küçük İskender çalışması gerekiyor. O nedenle benim bu ‘yüzlerce’m onun ‘uçta’ oluşuna dair bir başlangıç yazısı diye okunmalı. En azından yazan kişi olarak ben böyle düşünüyorum.
Yukarda andığım “Uzun” şiirini de belki bu yazı bir şeye benzer diye buraya alıyorum: “uzun yazlardan sözeden kadınlardan korkacaksın / hani bir de ağustos, köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde; / hani bir de masada rakı, aşkta endişe tükenmişse / uzun yazlardan sözeden kadınlardan çok korkacaksın / bir ağaç, gece vakti tırmanmaya kalkmışsa ölü rengeyiklerine! / ... / uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden korkacaksın / hani bir de taşlı tozlu yollar, deli gibi koşuyorsa gözbebeklerinde;/hani bir de devrimde inanç, vücutta takat tükenmişse / uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden çok korkacaksın/bir çocuk, gece vakti sapanla vurmaya kalkmışsa sınırdaki askeri / ... / uzun şiirlerden sözeden şairlerden korkacaksın / hani bir de intihar fiyakalı bir sustalı gibi duruyorsa arka ceplerinde / hani bir de kağıtta mürekkep, kainatta şiddet tükenmişse/uzun şiirlerden sözeden şairlerden çok korkacaksın / bir mecnun kul, gece vakti tanrıyla peygamberin arasına girmişse! / ... / uzun sözcüğünden korkacaksın / hani bir de kısaysa yazılırken bile!”