Zaman ne zaman durup soluklanır? Biz kaçarız da zaman mı bizi kovalar, yoksa zaman kaçar da biz mi zamanı kovalarız? Duran zaman, teslim mi olmuştur, teslim mi almıştır? Zaman mı kendini durdurur, insan mıdır zamanı durduran? Başka bir şey, belki. “Zaman durmaz ki” diyen, Harikalar Diyarı’nın kapısından geçemez içeri. Ne yiyip büyüse, ne içip küçülse de geçemez işte. Harikalar Diyarı’na girebilmek için zamanı tatlı rüyalara daldırmak gerekir. Zamanın uykusunu getirebilecek tek güç, zamanı bisküvi gibi çaya daldıran bir şapkadır. Çünkü şapkanın içi kafa doludur; kafanın içi, düşünce, düşüncenin içiyse düş. Zaman, çayla hemhal oluncaya dek sürecektir Alis Harikalar Diyarında’nın Çılgın Çay Partisi.
Zamanı arkasında bırakıp, iştahlı merakıyla, Harikalar Diyarı’nda bir büyüyüp bir küçülmeye devam eden Alis, Kedi’ye ötedeki evde kimin yaşadığını sorar. Orda yaşayanların deli olduğunu öğrenen Alis, “Ben deliler arasında ne yapayım?” diye sorar. “Başka çaren yok ki, hepimiz deliyiz burda. Ben deliyim. Sen delisin.” der gülümsemesi, kendinden uzun süren Kedi. “Benim deli olduğumu nerden çıkarıyorsun?” diye çıkışır Alis. “Mutlaka delisindir, yoksa burada ne işin var?” Böylece Harikalar Diyarı’nda ne işi olduğuna dair cevabını alan okur, Alis’le beraber katılır çayların en delisine.
Yokluğun Doluluğu
Alis’in bardağına çay doldurmadan önce, Harikalar Diyarının üç filozofu, Şapkacı, Mart Tavşanı ve Tarla Faresi, telaşlı el kol hareketleriyle Alis’i, “Yer yok yer yok” diye kovar. Oysa masa büyüktür ama üçü de bir köşeye sıkışmış oturuyordur, çünkü yokluk doludur. “Biraz şarap buyurun” der Mart Tavşanı, Alis’e. Alis masaya bakınır. Çaydan başka şey göremeyince, Mart Tavşanı’nın sözünü kabalık olarak alır. Henüz bilmez ki, kimi için bir bardak kırmızı şarap demektir bir bardak demli çay. Alis’in aldığı eğitimin savunduğu üzere, düşünceyi öyle değil böyle dile getirmek bir yana, düşünceyi dile getirmek başlı başına kabalıktır. Uzun uzun Alis’i inceledikten sonra ağzını ilk kez açan Şapkacı, “Saçınızı kesmek gerek” deyince, bilmiş Alis, “Kişisel özellikleri tartışmak kabalıktır. Bunu bilmeniz gerek!” der.
Şaşkınlıktan afallayan Şapkacı, Alis’i yanıtsız bırakmaz. Harikalar Diyarı’nda yanıtlar soruyla verilir çoğu: “Kuzgun neden yazı masasına benzer?” Bu, “Hayat niye böyle?” “Ben niye benim?” familyasından bir sorudur. Bulmacaların neşelendirdiği Alis, “Eğlence şimdi başlıyor işte” diye düşünür. Peşinden sürüklendiğimiz iç sesinden biliriz ki Alis, kendine bulmacalar sormayı âdet edinmiştir. Nihayetinde, o da kendini arıyordur bizim gibi. Bize umut vermek istercesine, “Bulabileceğim galiba” der. Ne de olsa Alis’in hepimizden farkı, yaptığının düşünmek olduğunun ayrımında olmamasıdır. Onu hepimizden saf, güzel, hatta kahraman kılan da bu gelişigüzelliğidir.
Düşünen insan için, düşüncesini nasıl düşündüğü, nasıl dile getirdiğiyle bir hayli alâkalıdır. İfade, hata kabul etmez. Sözcüklerin anlamları üzerinde tek tek düşünmüştür Şapkacı. Anlamsızlık olmamıştır vardığı. Öyle ki hâlâ başında şapkası, o masa başında, dostları arasında, bitimsiz çay partisinde, yanıtsız sorularda kendini aramaktadır. Sonu olmadığını bile bile çayını içip sorusunu sormaktadır bilgece. Harikalar Diyarı’nın Kraliyet ailesi dışındaki tek insanı olan Şapkacı’nın özellikle “çılgın” diye vurgulanması tesadüf değildir tabii.
Şapkacı’yı çılgın kılan, anlam denen şeyin kafamıza taktığımız şapkalar gibi sözcüklere seçerek taktığımız şapkalar olduğunu ve bizi biz yapan somut bir parçamız olduğunu çoktan anlamasıdır. Öyle ki, Mart Tavşanı’nın “Ne demek istiyorsan onu demek gerekir” sözüne karşı Alis, “Yani ne diyorsam onu demek istiyorum, ikisi de aynı kapıya çıkar.” deyince, Şapkacı, “Hiç de çıkmaz. O zaman yediğimi görüyorum demekle gördüğümü yiyorum demek de aynı kapıya çıkar diyeceksin.” buyurarak karşı gelir. Her deli gibi, Şapkacı da olağanüstü mantıklıdır. Sessizlik, Şapkacı’yı haklı çıkarır.
Zamana Tereyağı Sürmek
Sessizlik boyunca Alis, kuzgunlar ve yazı masaları üstüne düşünedursun, cebinden çıkardığı saatine kaygıyla bakan Şapkacı, “Bugün ayın kaçı?” diye sorar. Soruya verilebilecek en güzel yanıtı, arkadaşının dilinden iyi anlayan Mart Tavşanı verir: “Ben sana o tereyağı işe yaramaz dememiş miydim?” Alis hayretler içinde ziyafete alışmaya çalışırken, bilge deliler, zamana tereyağı sürer. Tereyağına bulaşan ekmek kırıntısından mıdır nedir, zaman bir türlü akmaz. Saat hep çay saatidir. Zaman, çaya batmıştır bir kere.
Zaman, kim ne derse desin, hep kişiye özgü bir şeydir ama saatler, kimin olursa olsun, hep bir örnektir. Saatler hep bildiğini okur. Duran saat bile günde bir kere değil iki kere doğruyu gösterir; oysa duran zamanın doğrusu yanlışı yoktur. Duran zaman, her zamandır. Zamanı durduran kişi her zaman kendisi olabilendir. Kendisi olabilmek için bir parça tereyağlı ekmek kadar deli olabilmek lâzım gelir. Yeterince delirebilmek içinse etiketi üzerinde şapkalar yapmak, yapmakla da kalmayıp kafaya en az bir tane takmak lâzım gelir.
Delilik, basitin mantığını kanıtlar. “Ne tuhaf saat! Ayın kaç olduğunu gösteriyor da saatin kaç olduğundan haberi yok?” diyerek mantığını zorlar Alis. Saçmalıklara karşılık basit yanıtlarını sürdürür Şapkacı: “Niye göstersin? Senin saatin kaç yılında olduğumuzu gösteriyor mu?” Şapkacı, en az başındaki şapka kadar aklı başında konuşsa da Alis’e anlamsız gelir sözleri. Halbuki Şapkacı’nın kurduğu cümleleri sözdizim kurallarına uygun buluyordur, düşüncelerin alışageldiği kurallar ve hareketlerle dillenmesini bekleyen Alis.
Gün gelir, insan ayın kaç olduğunu bile bilemez. Anlayabilmek için olur olmaz yerlere bakınır. Saate, çaydanlığa... Yine de bilemez. Mesele bilmek olunca, ne delilik, ne mantık, ne sözdizimleri ne zaman dilimleri tutar elinden bilmeyi getirir. Hele biraz olsun büyümüşse insan, adamakıllı bilemez. Kim bilir, belki de bilemeyeceğini anladığı an büyür insan. Bulmacanın yanıtını bulamayacağını itiraf eden Alis, merakla, “Neymiş yanıtı?” diye sorar Şapkacı’ya. Usulca, “Ben de bilmiyorum ki.” yanıtını alır.
Büyümekle çocuk olmak arasındaki o insani dengesizlikte duran Alis’in, “Zamanı böyle yanıtsız bulmacalar sormakla harcayacağınıza daha yararlı bir iş yapsaydınız.” diye bilgiçlik taslaması Şapkacı’yı kızdırır: “Sen de zamanı benim kadar iyi bilseydin, onu harcamaktan söz açmazdın. Ondan daha saygıyla söz ederdin. Mutlaka zamanla hiç görüşmemişsindir.” Zamana saygı duymayı anlamaya çalışan Alis, “Piyano çalarken ayağımı vurup zaman ölçmeye çalışırım” der. Tabii, zaman, düzeni destekleyen, istikrarı tembihleyen, kuralları hatırlatan şey olarak öğretilmiştir Alis’e.
“Şimdi anlaşıldı! Vurulmaya hiç gelmez o. Onunla iyi geçinmeye çalışsaydın, saati senin keyfine göre işletirdi, ne istersen yapardı. Diyelim saat sabahın sekizi, tam derse başlama zamanı. Zamanın kulağına bir fısıldardın, bir de bakardın ki, göz açıp kapayana kadar saat bir buçuk olmuş, yemek saati.” diyerek zamanın gerçeğini öğretir Şapkacı, Alis’e. Sonra başlar içini dökmeye. Meğer vaktiyle, zamanla kavga etmiştir Şapkacı. Hem de ne kavga! Dişe diş kana kan!
Kupa Kraliçesi’nin verdiği büyük konserde bir şarkı söylemiştir Şapkacı. Şarkı olabildiğince saçmadır ancak Alis’e bildiği bir şarkıyı hatırlatır. Bunda şaşılacak bir yan yoktur; ne de olsa Şapkacı, Alis’e bildiği şeyleri bilmediği şekilde söylüyordur. Asıl anlam, böylece açığa çıkıyordur. Konserde de aynı tavırla, şarkıyı kendi yorumuyla, pek bir uzatarak okuyunca Şapkacı, Kraliçe atılıp, “Zamanımızı öldürüyor! Vurun kafasını!” diye buyurmuştur. Şapkacı’yı zaman kurtarmıştır. Özgürlüğünün karşılığında Şapkacı’ya cezasını kendi elleriyle vermiştir zaman: “O günden beri zaman, hiçbir dileğimi yerine getirmiyor! Artık saat hep altı!”
Zaman olmaya cüret eden, yenilmeye mahkumdur. Şapkacı, bu büyük masa başına, bu hüzünlü çay partisine mahkum edilmiştir. Nedeni basittir. Zaman, olunamayacak kadar büyük bir yokluktur. Zamanın bereketli varlığı, yokluğuna bağımlıdır. Zaman her an ölür. Ki bir an içinde yeniden doğsun. Hiçbir insanın gücü yetmez anlarda ölüp anlarda doğmaya. İnsanın gücü altı üstü bir kerecik ölmeye yeter, bir kerecik de yaşamaya. İnsan, olsa olsa insan olabilir bu dünyada. İnsan olmanın da iki yolu vardır galiba: Kendin olmak ya da başkası olmak.
Şapkacı bizim dünyamızda değil de Harikalar Diyarı’nda yaşar çünkü zamanı durdurabilmiştir o. Dünyada yaşayıp da dünyadan değilmiş gibi duran, o deli addedilen insanlar da zamanı durduranlardır. Onlar, içlerindeki Harikalar Diyarı’nda yaşarlar durmadan. Büyümek için değil. Küçülmek için de değil. Kendileri olabilmek için dünyada. Ve Alis sorar: “Onun için mi masada bu kadar çok çay takımı var?” Alis, kendi oldukça hakkını teslim eder Şapkacı: “Hep çay saati ve takımları yıkayacak vakit bulamıyoruz ki.”
Bir Şapkacı Kadar Deli
Alis, kendi aklıyla düşündükçe, deliliğin o güzel mantığına kavuşmaktadır: “Herhalde boyuna yer değiştirip duruyorsunuz.” Alis’le anlaşmaya başladıklarını görür görmez, “Biraz daha çay almaz mıydınız?” diye sorar Mart Tavşanı. Yokluğun çoklukla olan münasebetini, masadaki çok çok çay takımından kavrayan Alis, hazırlıksız yakalanmıştır: “Daha ağzıma bir şey koymadım, biraz daha almam söz konusu değil.” Şapkacı, “Yani biraz daha az alman” diye burun kıvırır, “hiçten daha fazlasını almak, çok kolay olsa gerek.” Şapkacı’nın kendi dilinde dönen zamanı şapkanın maharetinden midir, dilin mi? Unutmamak gerekir ki, Harikalar Diyarı’nın özü İngilizce’dir. Dilin güzelliği, deyişlerinde gizlidir. Şapkacı’yı Şapkacı yapan da İngilizce bir deyiştir: “bir şapkacı kadar deli”.
Bu tuhaf deyişin mantığıysa şöyledir: 19. yüzyılda, şapka yapımında, deve tüyünü nemlendirip şekillendirmek için cıva nitrat kullanımı yaygınlaşmışmış. Cıva nitratla uzun süreli temas hâlindeki şapkacılarda cıvadan kaynaklı sarsıntılar, ruhi gelgitler, kontrolsüz hareketler ve halüsinasyonlar meydana gelir olmuşmuş. Böyle böyle şapkacılar deli varsayılmış. Deyiş de böylece tescillenmiş. Anlayacağımız, şapkanın bir günahı yok. İşin acıklı yanı, Şapkacı da günahsız! Şapkacının yaptığı tek şey şapka. Yapsa bir türlü yapmasa bir türlü... Harikalar Diyarı’nın Şapkacısı’nın deliliğine hem İngiliz dilinden hem Şapkacı’nın dilinden tanığız. Şapkacı’nın satmaya vakit bulamadığı, bulsa bile büyük ihtimalle satamayacağı şapkalar, bir bir ürettiği özgün, kişisel düşünceler. Şapkacı, düşünen insan olarak var Harikalar Diyarı’nda. Harikalar Diyarı, Şapkacı’nın mahkum edildiği cennet; mahrum edildiği zaman.
Uyurken bile cin gibi olan Tarla Faresi, partiyi canlandırmak için günbalı kuyusunda yaşayan üç kız kardeşin öyküsünü anlatır. Alis, ilgiyle, kızların neyle beslendiğini sorar. Kuyudan çektikleri günbalıyla beslendiklerini öğrenir. Saat hep çay saati olduğundan, tabağı çanağı yıkamaya vakit bulamayan parti davetlileri, saat yönünde yer değiştirerek tabaklarını yenilerler. Saat yönüne göre en önde Şapkacı oturduğundan, temiz tabağa ulaşan yalnızca odur. Diğerlerinin yenilenen tabağında, Şapkacı’dan bulaşan cıva tadında delilik vardır.
Yiyip içmeye koyulduğu çılgın tereyağlı ekmekle çayın etkisinden midir, yoksa halihazırda içinde durup hayata karışmayı bekleyen deliliğinden midir nedir, Alis hepsinden akıllı bir söz eder: “Ama onlar kuyunun içindeydiler zaten”. Tam bu hayati anda, Tomris Uyar şaheser çevirmenliğini konuşturarak, Alis Harikalar Diyarında’nın yalnızca İngilizceye değil Türkçeye de ait olmasını sağlayacak şu sözlerle konuşturur Tarla Faresi’ni: “Tabii, bal gibi kuyunun içindeler!” Üç kız kardeşin öyküsü, Şapkacı, Mart Tavşanı ve Tarla Faresi’nin öyküsüdür aslında. Kız kardeşlerin içinde yaşayıp, özünden beslendikleri kuyu neyse, zaman da odur çay partisi müdavimleri için.
Bulamamacasına Bulmaca
Şapkacı, Mart Tavşanı ve Tarla Faresi, zamanın içinde yaşarlar. Zamanla beslenirler. Sürekli tek bir anın içindedirler: Kendi zamanlarının. Bu nev-i şahsına münhasır an, bir zamansızlık değil, zamanüstülük de değil, zamandışılık hiç değildir. Zaman da olmamışlardır hiçbir zaman. Ya peki ne olmuşlardır? Zamanı durduran düşünce olmuşlardır. Zamanı kendi istediği gibi kullanınca insan, zaman durur. Zamana, ya sen akacaksın ya ben der. Ama ne zaman akar, ne insan. Aka aka çay akar bardaklara.
Çayla dolup taşan, yine yine dolan bardaklar pislenir. Tabağı bardağı pislendikçe yer değiştirir insan. Yanına biri yaklaşmayagörsün, “yer yok yer yok” diye endişe eder. Ama “dolu yer var”dır her zaman. Masasını paylaşmadan, çayın ve tereyağlı ekmeğin tadına varabilmek için ara sıra yer değiştirmeden, kafasındaki hareketi hayatına yansıtmadan, tereyağlı ekmeği, en çok da çayı bölüşmeden hayatı yaşayamaz insan. Zaman gibi, masa boyunca, saat gibi dönüp ilerler. Uzak diyarlara gitmiş kadar olur masa başında kafa patlata patlata. Belki de başından kalkmadığı masa, bir yemek masası değil bir yazı masasıdır vakti zamanında. Algılanamaz ki üzerindeki yaşam karmaşasından. Hem her masa, bir yazı masası değil midir canı istese? Her yazı masası kuzguna benzemez mi? İyi de neden? Umurumuzda mı nedeni? Delice umurumuzda.
Ama doğru yanıtı bilseydik, yaşamanın güzelliği diye bir şey kalır mıydı elimizde avcumuzda? Garip sorularımız, bulamamacasına bulmacalarımız, aklıselim tuhaflığımız olmasaydı, zamanın anlamını hissedebilir miydik ta şuramızda? Bizi anlaşılmaz belleten, başkalarının nazarında deli eden kalbimizin dolduruşa getirdiği kafamız ve gözlerimiz değil de nedir? Kafamızın içinin tıkabasa doluluğundan nasıl kurtulmalı? Elimizi avcumuzu çay bardaklarıyla ısıtıp, kafamızı büyüten şapkalar takarak! Kendi ellerimizle kafamıza yer açarak... Düşüncelerimize hayatın içinde yer vererek... Zamanın içine taşınarak... Şapkamızdaki baklayı ağzımızda ıslatmayarak... Yani, biraz cesaret. Cesaret olmadan harikalar oldurulamıyor maalesef.
Çokluğun Resmi
Alis, düşünde yaşayabilecek kadar cesur bir çocuk olduğu için Harikalar Diyarı’nın kahramanıdır. Düşleyebilen, kendi düşüncesine sahip çıkan herkes, zamanı durdurup, Şapkacı gibi, Alis gibi özgürce yaşar. Özgür olduğunu hissedebilmek için insan, bazen bir bardak çaya, bazen de etiketini bile koparmadan kafasını rahat ettirdiği bir şapkaya ihtiyaç duyar. Peki kendi olmakla çok olmanın, daha doğrusu hiç olmanın ilişkisi nedir? Şapkacı Alis’e sorar; “Hiç çokluğun resmini gördün mü, nasıl olduğunu biliyor musun?” Hiçlik ve çokluk bir tabloda yan yana fazla gelir Alis’e. Bütün saflığıyla, “Hiç aklıma gelmemişti” der. Sahi, düşünceler akla nerden gelir? Nasıl gelir? Havadan mı karadan mı sudan mı? Yoksa akıl mı gider düşünceye? Aklın yolu niye birdir? Nasıl bir yoldur o?
Kendi olan, hiç yoktan çok bulunur. Şapkacı gibi defalarca, yok yere yargılanır. İnsanlar onun gibileri mahkemelere çıkarmaya bayılır. Şapkacı hâlâ kendi zamanında yaşamaktadır ki Alis’in de tanıklık ettiği duruşmaya, çay partisine katılırcasına, elinde çayı ve tereyağlı ekmeğiyle çıkar. Sofradan apar topar kalkıp geldiği için ayakkabılarını giymeye vakti olmamıştır. Zaman durunca ayakkabıları ayağında değilmiş demek... Kral tarafından çayını bitirmediği için suçlanır Şapkacı. Çayına başladığı zaman sorulur. Yan yana dizili sandalyelerine uygun düşerek, ardışık tarihler verir Şapkacı, Mart Tavşanı ve Tarla Faresi. Söyledikleri tarihler alt alta toplanıp jüriye aktarılır. Tarihlerin para cinsinden değeri hesaplanır. Ne de olsa mutlak düzenin olduğu her yer, paraya dönüştürülemeyecek hiçbir şeyin olmadığı diyarlardır.
Kral, Şapkacı’dan şapkasını çıkarmasını ister. Şapkacı, şapkasını öyle benimsemiştir, şapkasını kimliğinin doğal bir uzvu haline getirmiştir ki onun için tıpkı zaman gibi, şapkasının varlığı da çok kadar hiçtir. Haliyle, “Benim şapkam yok ki” deyiverir. Madem öyle, şapkayı çalmakla suçlanır bu kez de. Oysa şapkayı Şapkacı yapmış, etiketi de kaşla göz arasında onlar takmıştır. Kendi düşüncesinde suçlanacak bir yan bulunamayınca düşüncesi için çalıntı derler işte. Kaçar Şapkacı. Bu kez onu kurtaracak bir zaman kalmamıştır. Kaçar insan. Onu kurtarsa kurtarsa kendisi kurtaracaktır. Zamanı salarlar peşisıra. Zaman insanı kovalar durur. Yaşamak derler buna.
Zaman dursa da, düşünen insanı kimse durduramaz. Uykusundan uyanan Alis’i bile. Yoksa uyanır uyanmaz koşup çay içmezdi Alis! Her yudum çayda, durdukça demlenen, güzelleşen, kişiselleşen, kıymetlenen zamanın tadı saklıdır. Alis’in, Harikalar Diyarı’nın kapısından geçebilmesi için artık kendini kendinin ve başkalarının gözünde ne büyütmeye ne de küçültmeye ihtiyacı kalmıştır. Alis, kafasının kapılarını açıp, hayat karşısında şapka çıkarmak bir yana dursun, düşüncelerini koruyup kollayan şapkalar takmalıdır bundan böyle.
Birbirlerine adabıyla öğrenilmiş bir büyük sahtelikle şapka çıkartanların inadına, Alis’i Alis yapan her neyse onu hiç çıkarmadığı şapkasında muhafaza etmelidir. Kafası güçlü olanın hayallerine kimse dokunamaz. Harikulâde hayallerine başının üstünde dolu yer verenin başı önüne eğilmez. Dünya ancak bu cesur insanların hayal kurmasıyla yaşamaya değer bir diyara dönüşüverir. Kendiliğinden hiç değil. Delilik bile öğrenilen bir şeydir. İnsanoğlunun şapkalardan öğrenecekleri saymakla bitmez.