Güz okuması mı sayılır yoksa düpedüz güz kitabı mı demek gerekir, bilemedim. Güzün de yazın da bir kıymeti var tabii, olmaz mı, insan sanırım geçeni, kalanı en çok güzün düşünür, güzün kendisine acır. Yoksa kış çok zor geçer, insan kendine güzden bunca acıyıp merhamet duymazsa, ‘kış uzar yüzyıl olur’. Demek ki mevsimlerin tabiatının insanların halet-i ruhiyeler üzerindeki etkileri de en çok güzleri ortaya çıkıyor. Fakat şu da unutulmamalı: İnsan kendisine hep acıyor, hiç merhamet duymuyor. Acıdığı kadar da merhamet duysaydı…Bu cümlenin herkes için farklı bir devamı olduğunu düşünüyorum.
Bir kitaptan söz edeceğim. Bir gazetenin kültür-sanat sayfasında yazan birinin böyle bir cümle kurması biraz tuhaf gelebilir ama, burası da kitap tanıtma yeri değildir. Birkaç kitaptan, bazılarından doğrudan, bazılarından dolaylı olarak söz ettim burada. Bazen denk düşer, bazen de şimdi olduğu gibi bu ‘zamansız’ kitap nerden çıkıp geldi diye, düşünmezsiniz hayır, daha başka bir şey yaparsınız, şaşırıp kalırsınız. Kitabı okumaya başlayınca da anlarsınız ki, aslında bu da hayreti değilse de, şaşkınlığı artırıcı bir şey olarak ayrıca övgüye değer ama, sanırım bazen yazardan önce, kitabın kendisi, yani her biri ayrı bir hevesle derlenmiş sözcükler, o hevese kapılarını açmış cümleler, bunları kat kat çıkacağına bir bahçe içinde görmeyi istemiş sayfalar, hem bu şaşkınlığın onu yanlış gözlerle de tanıştıracak olmasından duyduğu kaygıyla, hem de bu övgünün onun derdini boğacağı endişesiyle, bir de tabii yazarın da bundan mahcup, belki de rahatsız olacağı düşüncesiyle, diyelim, bunu istemez.
Bazı kitaplar öyledir, şimdi ‘öteki bazı’lar hangileriydi hatırlayamayacağım ama, bu kitabın daha ilk hikâyesi “Müzik Hocası”ndan başlayarak, zaten epi topu da ikisi uzun, beş hikâye var kitapta, beş ömür, bir yandan da beş benzemez hayat var, söylediği şey, ‘ister feyz al ister zevk al, ister rüyalan ister derde dal’. Bu alıştığımız ‘anlattığım senin hikâyendir’ klişesine hiç mi hiç benzemeyen bir şey. Doğrusu ne olduğunu da pek kestiremediğim bir ‘şey’. Derin bir boşluk içindeki yaşamları, yazarımız derin bir doluluk içinde anlatıyor desem,
doğru ama, uygun bir şey söylememiş olurum. Aslında belki de boşluk dediğim/dediğimiz halin, insanın gerçek doluluk hali olduğunu sezdiren, hatta kafamıza vura vura anlatan hikâyeler bunlar. Okudum ve kitabın anafikri olarak şunu çıkardım:’İnsanın boşluğu, her şeyin farkında olmasından’. Nokta.
İnsan her şeyi fark ettiği için, küçük, büyük boşluklara düşüyor. İnsan yalnızca “Zamanın Farkında” değil, gerçi ‘sırrımızı verdiğimiz zaman mahluku’nun farkında olunca, hemen her şeyin de farkında olmuş sayılırız ya, yine de insanın en çok da ‘kendisinin farkında’ olduğunun söylenmesi gerekiyor. Kendimizin, zamanın, hayatın, başkalarının, dünyanın bu kadar farkında olunca da, artık o boşluk gibi duran doluluğa da, düşmek değil, çarpmak kaçınılmaz oluyor. İnsan da kendisine bu kadar çarpsın artık değil mi? Değil.
İnsanı kendisiyle yüzleşmeye, hesaplaşmaya iten, çağıran, sürükleyen kitaplar vardır. Bazen geçtiğimizi, çoğunlukla da geçemediğimizi buluruz onlarda, bazen de nerde kaldığımızı kestirmeye çalışırız. Hepsi de zor yaşanmışlıkların, güç zamanların, çetin koşulların, çileli hayatların sonucunda yazılmış, saygıdeğer, sevgideğer çabaların, emeklerin ürünü kitaplardır. Öyle etkilerler ki insanı, bazen yazan ya da anlatan kişiye, ‘bunları bizim yerimize de yaşamış olduğu için’ teşekkür etmek gelir içimizden. Doğrusu bize yol gösterdikleri ve yaşanacak acılardan, mutsuzluklardan önledikleri için de bunu hak ederler. Onlara bir saygı duruşunda bulunuyor ve geçiyoruz.
Bu kitap onlardan değil. “Müzik Hocası” ve “Zamanın Farkında” başlıklı iki uzun hikâyenin bize kendilerini ve başkalarını bir sohbet içinde anlatan kahramanları, boşlukla yer değiştiren doluluğu, yalanın bir gerçeklik olarak doğru gibi yaşanabileceğini, kişisel bir içdökümünün de okuru nasıl yaralayıp, kendini suçlu hissettirebileceğini, sanki tuhaf bir ‘düet’ yapar gösteriyorlar. Şule Gürbüz’ün Zamanın Farkında (İletişim) adlı kitabı ve özellikle andığım iki hikâyesi benim ‘klasik’lerim arasındaki yerlerini aldılar bile.