14 ARALIK, SALI, 2021

Zamanın İnsanın Varoluşuna Kattığı Anlam

Anthony Aveni’nin tarihsel bir bakış ile zamanı algılama, tanımlama ve ölçme biçimimizi; astronomiden biyolojiye, mimariden teolojiye çeşitli disiplinler çerçevesinde ele aldığı çalışması Zamanın Kültürel Tarihi üzerine bir yazı.

Zamanın İnsanın Varoluşuna Kattığı Anlam

Bir yerden aşağı,
çok aşağı düştüm
zaman:
solgun ve gri bir koridordu.

Birhan Keskin

Zaman, dünyamıza damga vuran, hayatımızın anlamını şekillendiren, yaşamsal ihtiyaçlarımıza ulaşmak ve arzularımızı doyurmak için kullandığımız maden. Zaman, heyecanla beklediğimiz bir şey olduğunda en yakın müttefikimiz, endişe içindeyken ise en büyük düşmanımız. Dünya toplumunun parçası olarak hepimiz ortak bir zamana tabiymişiz gibi görünse de zaman üzerine düşünmeye başladığımızda, onun yekpare olmadığını görüyoruz. Zamanın çeşitleri var ve bu çeşitlerin çoğu, kültürel kodlara göre şekilleniyor.

Şamanlara göre zaman döngüseldir; şimdiki an, geçmişi ve geleceği şekillendirir. Aslında son dönem kuantum araştırmaları da benzer bir şeye işaret ediyor diyebiliriz. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem ise zamanı doğrusal olarak yorumlar; geçmişte ıskaladığımız her şey, gelecekte sorun olarak karşımıza çıkabilir. İnsan, geçmiş ile gelecek arasında, sürekli bir arzu ve pişmanlık döngüsünde yaşamaya hapsolur. “Gelecekte yaşayan insan” kapitalizm ve gözetimci sistemin daha da güçlenmesi için idealdir ve bu nedenle, günümüzde hâlâ varlığını ve egemenliğini sürdürmeye devam eder. Neticede “her şey sermaye için.”

Zamanın Kültürel Tarihi, farklı kültürlerde zamanın anlamına ve zamanı ölçme yöntemlerine dair, uzun soluklu bir davet. Özenle hazırlanan kitabın çevirisi Sinan Coşkun’a ait. Kitabın başlangıcında okuru karşılayan sorular, bu davetin yol haritasına dair ipuçları da veriyor: “Zamanı, bir yöne doğru uzanan, geçmişle geleceği bağlayan, ortasından geçen son derece dar bir düzlemin şimdiki anı temsil ettiği bir çizgi ya da ok olarak düşünmek mantıklı değil mi? Hepimiz, yaşamlarımızı üzerinde yolculuk ettiğimiz bir yol ya da nehir gibi doğrusal bir şekilde düşünmüyor muyuz? Atalarımız da böyle düşünmedi mi? Yaşam yolu veya yaşam müziği mecazı nereden çıktı? Olayları, silsileler hâlinde düşünmemize yol açan şey kendi bilincimiz mi yoksa zaten var olan bir kalıbı mı benimsedik?”

​Kitap, dört ana bölümden oluşuyor: “Zamanı Hissetmek ve Hesaplamak”, “Bizim Zamanımız: Düzen Dayatması”, “Onların Zamanı: Gökteki Zamanın İzinde” ve “Zamanın Dünyası.” İlk bölümde zamanın nasıl hissedildiği ve hesaplandığına dair ilk çalışmalar ele alınıyor. İkinci bölüm, Batı’nın kültürel hegemonyasının zamana yansımaları ve sistem ile zamanı hesaplama yöntemleri arasındaki ilişkiye dair detaylı bilgi veriliyor. Üçüncü bölümde, modern olmayan, kadim toplumlardaki zaman anlayışını ve zamanın doğa ile nasıl uyumlu şekilde yorumlandığı aktarılıyor. Dördüncü ve son bölümde ise zamanın doğrusallaşması ve ritimleri kontrol altında tutmanın aslında neyi, ne şekilde kontrol etmekle bağlantısı olabileceğine dair sorular soruluyor.

​Şafak Ural’ın “Bilim Tarihi, Kültürel Zaman ve Fuat Sezgin” isimli yazısında işaret ettiği gibi, kültürel zaman, diğer zaman çeşitlerinden farklı çünkü burada her şeye rağmen “şimdi”den doğan bir anlam söz konusu: “ ‘Kültürel zaman’ kavramını bildiğimiz ‘kronolojik zaman’, ‘fiziksel zaman’ veya ‘biyolojik zaman’ gibi kavramlardan ayrı düşünmek gerekir. ‘Kültürel zaman’ kavramının diğer zaman çeşitlerinden ayrılan tarafı, ‘şimdi’nin, ‘geçmiş’e varlık kazandırmasıdır. Diğer bir ifadeyle ‘şimdi’, kültürel olarak, kendi başına ve bağımsız bir varlık kazanma özelliğine sahip değildir.”

Dillerimiz, zamanın doğrusallığına yapılan vurguya dair birçok örnekle dolu. Eylemlerimizin çekimini bile, doğrusal zamana göre yapıyoruz. Hayatımızın sonsuz bir geçmiş-şimdi-gelecek döngüsünde akıp gidiyor; şimdi, zamanın en gözden çıkarılabilir olan kısmı. Halbuki doğa, hayvanlar, ekosistem, şimdide yaşıyor ve geleceği belirlemeye dair hesaplar yaptıkları da söylenemez. O yıl bolluk varsa, doğa ve onun her bir parçası, bolluğa uyum sağlıyor. Kıtlık varsa, o zaman da o yıl, o dönem kıtlığa uyum sağlanarak geçirilmeye çalışılıyor. Bolluğu daimi kılmaya çalışan ve her mevsim, her dönem istediği her şeye ulaşmak isteyen biz insanlarız: Doğanın bir parçası olduğunu unutmuş ve gelecekte var olmayı garantilemek için doğayı tahrip eden, hayırsız evlatlar. “İnsan kültürü, zamanın büyük işlemcisi olarak karşımıza çıkar. Biyolojik dünyanın geri kalanı gibi atalarımız da önce doğal zamanın düzenli biyoritmlerini hissettiler. …bir noktada sabrımızı yitirdik. Kontrolü ele alıp düzeni değiştirdik. Zamanı manipüle ettik, geliştirdik ve iyileştirdik, işledik sıkıştırdık ve ihtiyaçlarımıza uyacak şekilde yamalı bohçaya çevirdik. Günü verimli bir şekilde bölümlere ayırmak, hem patronlara hem de işçilere daha fazla para kazandırdı.” Geçenlerde Buğday Derneği’nin düzenlediği bir eğitimde şunun altını çizdiler: Doğanın, hayvanların ekolojik yaşamaya ihtiyaçları yok. Türünü devam ettirmek ve bu dünyadan silinmemek için çabalayan insanın ekolojik yaşama ihtiyaçları var çünkü doğanın bize bilabedel sunduğu ve o sundukça bizim arsız çocuklar gibi daha fazlasını istediğimiz insan olma alışkanlığı döneminin sonuna geldik.

​Zaman, tıpkı dünyadaki geri kalan pek çok şey gibi, insanın heveslerine, hırslarına ve planlarına göre düzenlendi ve hâlâ bu düzenin içerisinde yaşıyoruz. Wittgenstein’ın işaret ettiği şekilde, dünyamızın sınırlarını belirleyen dilimizin sınırları, kültür tarafından belirleniyor. İçinde yaşadığımız kültürün önemsediği, öne çıkardığı ve palazlandırmak istediği her şey, dilimiz yoluyla hayatımıza giriyor ve fark etmeden biz de bu sınırlara riayet etmeye başlıyoruz. Bu döngüden çıkmak için kadim topluluklara dönmek, onların doğa ile dünya ile zaman ile ilişkilerine yeniden bakmamız gerekiyor. Yoksa bu medeniyet adı verilen mitosun içinde, türümüzün sonunu getirecek masalın uyumlu bir parçası olmaktan ve hayatı seyretmekten öteye gitmemiz pek mümkün gözükmüyor.

0
13620
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage