Alberto Manguel’in Türkçede ilk kez yayımlanan ve terk edilen bir yere dönüşü anlatan novellası Dönüş üzerine bir yazı.
Hatıralar bir bakıma insanların sembolleridir. Altyazıları incelendiğinde toplumlara, hatta insan uygarlığına ait kilit taşlarını da içerdiği fark edilebilir. Bitmemiş meselelere geri dönüşler, aynı mekânlarda ya da geçmiş zamanın yeniden yaratımlarıyla kendini yaşatabilir. İnsan parçası olduğu bütünün ağrılarından muaf değildir. Bunun reddi, aynadaki yansımasına yabancılaşmasına götürür. Bitkilerin kökleri hayata tutunmalarını sağladığı gibi insan için de ait olduğu bütünle olan bağları o derece önemlidir.
“..yılların ortasında mahsur kalmış bir Cruose. Benim kahramanım tek başına kalmış biri değildi: o kurtulacaksa, kendisiyle birlikte ötekilerinde kurtulmasını istiyordu. Ben her zaman tek gerçek kahramanın pek çok insanın arasında yer alan kahraman olduğunu düşündüm. Asla bireysel bir kahraman olmadığını, yani tek başına bir kahraman olmadığını.”
Alberto Manguel, 1948 Arjantin doğumlu, babasının mesleği gereği çok kültürlü bir ortamda büyümüş bir edebiyatçı. Günümüzde deneme, eleştiri kitapları ve kütüphaneciliğiyle tanınıyor. Romanları ve çevirileri olduğu gibi, kendisini öncelikle iyi bir ‘okur’ olarak tanımlıyor. 10 yaşlarındayken, artık görme yetisini kaybetmiş olan Jorge Louis Borges’e kitap okumuş. Kitaplarında ve eleştirmenliğinde Borges ile sohbetlerinin de etkisi olmalı.
El Regreso kendi dilinde 2007 yılında yayımlanmış. Ülker İnce’nin çevirisiyle Türkçeye 2018 yılında kazandırıldı. Dönüş’ün kahramanı, Fabris, Latin Amerika’dan Roma’ya dönemin politik olaylarından dolayı yıllar önce gelir. Aynı yer değiştirmeyi, Manguel’in de yaptığını kitabın başındaki kısa özgeçmişinde görürüz. Yazar, Mayıs 68 olaylarından birkaç gün sonra Avrupa’ya gider. Kitabın görünür çatısı bu gidişle benzerlik taşır. Kurgusu görünürde bireysel bir geri dönüş hikâyesini ele almakta. Sayfalar ilerledikçe sembolizmin ustalıklı kullanımı beni derinden etkiledi. Manguel, insan-toplum ilişkisini, hafıza ve kişisel sorumlulukların çelişkisini işlemiş kitabında. Zamanın içinde tutunamayarak, geride bıraktığı arkadaşlarıyla olan, gelgit’ler yaşadığı diyaloglarını tek bir coğrafyaya ya da tek bir zamana sıkıştırmak oldukça zor doğrusu. Elbette bu diyaloglarda kendi iç hesaplaşmasını yaşamakta olduğunu da alıyoruz.
İnsan, etrafını sarmalayan doğa ve insanlarla güzellik kazanan bir varlık. Manguel’in anlatısında buradaki yabancılaşma, toplumun acımasızlığına birebir maruz kalmışların arkadaşlarını rahat bırakmaz. Onları hiç tanımayanlar, kulaklarını kapatsalar ve duymazlıktan gelseler dahi etkilenir.
Fabris, kendisini gökdelenlerden birinin çatısından, kentin tek tük ışıklarına, parklarına, ırmağına, ötedeki açık araziye varana değin bakarken anımsar:
“… onun ancak her sabah kendi aynasına yansıyan parçasını biliyordu, o önemli parça artık var olmaz olduğunda geri kalan her şey, o muazzam ve bilinmez parça, başka olası hayatlarla, izleyen olaylarla, alternatif konu başlıklarıyla dolu bir şekilde, Fabris olmayan ya da aynı zamanda Fabris de olan başka adamların hayatlarında kalacaktı. ‘Kendimi ne kadar az biliyorum,’ diye düşündü Fabris.”
Kendini sorgulaması, geride bıraktığı sevgilisinin vaftiz oğlunun düğünü için, asla ziyaret etmeye yeltenmediği şehre çok sonra dönüşüyle tetiklenir. Esasında bunca yıl süresince içindeki suçluluk duygusunu bastırmış olsa da bu duygu eski sevgilisini hiç unutmamasıyla hep canlı kalır. Görünürde ise kaçtığı ülkede kalanlarla bir daha iletişim kurmak istemez. Belki de olanlarla ve kendi yaptıklarıyla baş edememe korkusu, içindeki yıkıcı duygularla yüzleşmekten alıkoymuştur. Ne var ki hepsi, eskiden yürüdüğü kaldırımlarda, bir kez daha soluduğu havada, artık tanımakta güçlük çektiği şehir kalabalığında, arkadaşlarıyla vakit geçirdiği kafelerde karşısına dikilir. Artık kaçış yok…
Kitabın kahramanı aslında yarı uyanıktır. Proust’un deyimiyle uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir. Der ki, “Uyanan kişi uykuya daldığından beri ne kadar zaman geçmiş olduğunu bir çırpıda okuyuverir; ne var ki sıralamalarda karışıklıklar, kopukluklar olması mümkündür”. Ve ilave eder, “Hatıra denen şey kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşluktan beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli gibi, bana geri dönerdi; … , benliğimin esas özelliklerini yavaş yavaş tekrar bir araya getirirdi”.
Fabris, iç hesaplaşmalarında zaman ve ölü-diri algısı kırılmış bir karakter. Geçmişe duyduğu özlemi ve arkadaşlarını yâd etme ritüelinde kendisini işlevsiz bir duygusal olmakla yaftalar. O tren kaçmış, boş yere gelmesini bekleyenler hâlâ yolculuğun devam ettiği sanrısında.
Hayali ziyaretçilerinden biri olan Hocası’na ait bölüm, eserin bütününde başkalaşıma uğrayan zaman ile ilgili önemli ipuçları taşır:
“Bu yüzden geçmiş, o geçmişi anlatanların icadıdır. Hal böyleyken zamanın ulaşılması olanaksız bir diliminde elmas ve çelikten yapılmış bir öykü vardır, çamur ve taştan yapılmış Troya, o kör şairin, Augustus’un kulunun dizeleri için ne ise bizim uyarlamalarımız için de o öykü odur.”
Elimde tuttuğum bu kısa roman, geçmişte yaşanmış olayları, onları bize anlatan yazarın penceresinden aktarıyor. Yazar, bizim çağdaşımız... Bugün, kendi ülkesine atıfla gri küllere gömülmüş olan yakın tarih, kendini tekrar etmektedir. O; uzak, kaybolmuş bir ufukta gidenlerin değil, artık kalanların meselesi.
“Musa, mihi causas, memora…” Yazarın bu alıntısı, Romalı şair Vergilius’un kahramanı Troya’lı Aeneis destanından. Altındaki “Musetta, söyle bana neden…” ise Arjantinli Enrique Cadicamo’ya ait bir tangodan. İki alıntı da hemen hemen aynı anlamlarda. Belki de romanına bu şekilde başlayan yazarın derdi, temas etmediğimiz müddetçe aynı olayları döne döne yaşayacağımızı okuyucuya anlatmaktı. Nitekim Fabris şehre dönüşünün ilk günü havalimanında tuvalet temizleyen kadının uzattığı rozeti geri durarak almaz. Şehre karıştığında ise kendi içindeki labirentlerde eski zamanın aktörleriyle sürüklenir durur. Sonunda rozetin anlamını keşfeder. Uzun yıllardır ertelediği bu kendiyle karşılaşmalar aslında sağaltıcı olmuştur. Belki bir dahaki sefer olsa, temizlikçi kadının verdiği rozeti kabul edecektir. Temas edip, yaşanılan anları özümsemezsek, geçmişin üzerine taze bir söz söylemek nasıl mümkün olabilir?