Nedim Gürsel’in ergenlik yıllarından itibaren annesine yazdığı mektuplardan oluşan ve bir dönemin tarihsel, toplumsal koşullarına ışık tutan kitabı Kavuşmak Hayal Oldu- Anneme Mektuplar, Doğan Kitap’tan çıktı.
Gürsel’in annesine yazdığı mektuplar yazma serüvenine annesini ortak eden genç bir yazarın büyüme ve yazma sancılarının da bir anlatımı. Eğitimci ve çevirmen annesi Leyla Gürsel’e yazdığı mektuplar hem “yazarın genç bir adam olarak portresi”ni çiziyor hem de dönemin Babıâli’sini şekillendiren koşulları ortaya seriyor. Bu mektuplarda ünlü Babıâli Yokuşu’nu kimler tırmanmıyor ki? Selim İleri, Yaşar Kemal, Leyla Erbil, Memet Fuat, Füruzan, Demir Özlü… Babıâli çekişmeleri, rekabetler, dedikodular, sürgünde dayanışma, askeri darbeler, kelimelerin peşinden geçen ömürler.
“15 Kasım 1971
Sevgili anneciğim, Gönderdiğin gazeteleri Mme Hatinguais’ye yazdığın mektubun kopyasını, Ortam dergisiyle birlikte yolladığın gazeteleri ve ayrıntılı mektubunu aldım. Mme Hatinguais’ye yazdığın mektubu çok beğendim. İçten, yakın şeyler yazmışsın. Önceden Babıâli’yi ben dolaşır, kimlere rastladığımı, neler konuştuğumu sana Paris’e yazardım. Şimdi sıra sende. Ama önemli bir ayrım var aramızda. Ben Paris’te değil, Poitiers’deyim. Yazdıklarını büyük bir ilgiyle okudum. Galatasaray Lisesi’ndeki 10 Kasımları, koridorları anımsayamadım nedense. Yaşadığım bir dönem önemli izler bırakmadan geçip gitmiş. Ama Memet Fuat’ın, Günyol’un, Dağlarca’nın, Demir’in yüzleri hep gözümün önünde. Vedat Bey’in sözleri çok sevindirici, Memet Fuat’a ve Günyol’a ileride mektup yazmayı düşünüyorum. Bana gelince... Geçen çarşamba öğleden sonra otostopla Paris’e gittim. Yol uzun olduğundan yoruldum biraz ama yine de şansım varmış ki, uzun süre beklemeden Paris’e direkt bir araba bulabildim. Paris’te Jean-Marie’nin kaloriferli odasında kaldım. Ama günler öyle çabuk geçiverdi ki, Paris’i yaşayamadan kendimi yine Poitiers’de yapayalnız buluverdim. Kutluay’dan bornozu ve eşofman aldım. Çekingen, iyi bir çocuk. Uzun boylu konuşamadık. Başak’ın istediği iki kitaptan birini bulabildim ancak. Posta masrafıyla birlikte 15 frank kadar tuttu. Eline geçer geçmez Tahir Bey’e –benim selam ve saygılarımı da unutmadan– verirsin. Paris büyük şehir, insanın bilinci dağılıyor. Ama yine de vazgeçilmez, insanı ansızın yakalayıveren değişik bir yanı var. Oysa Paris’e bu gidişimde çok üzüldüm. –Bazı özel ilişkilerin içinden çıkılmaz bir duruma gelmesi, beni yıkıntıya götürmesi yüzünden. Nedense tanıdığım kadınların hepsi beni öldürmek istediler–. Neyse, kendimi oldukça güçlü ve güzel şeylere başlayabilecek kadar umutlu duyuyorum şimdilik. Çağımızda yabancılaşmayı yaşamadan, gerçeklerin üstünden atlamaya çalışmak boş bir çabadan öteye geçemiyor. Aydınlığa varabilmek için yıkıntılardan bazı aşırılıklardan geçmek gerek. Sana bütün bunları yazmamın nedeni, hayatı çok kolay bir yerinden yakalamamızı sık sık söylemenden dolayıdır. Sade, alışılmış bir hayatımız olmadı ki! Bak üç ay önce İstanbul’daydım, dostlarım, kitaplarım, yazacak yazılarım vardı. Birden bıraktım hepsini. Değişik bir gerçeği yaşamaya başladım. Sonuç olarak Fransa’da olmamdan memnunum. Çünkü Türkiye’ye döneceğim nasıl olsa. İstanbul’da hep aynı yaşayışı sürdürmek belli kalıplara sokacaktı beni. Oysa burada Fransa’da yaşayan çok az yabancının tanıyabileceği bir gerçeği tanıdım. Yeni insanlar, yeni şehirler, yeni kitaplar... Bunların hepsi içimde birikse oturup yazabileceğim. Ama her sabah uyandığımda bomboş buluyorum bilincimi. Sanki hiçbir şey yaşamamış gibi. Gelecek yıl Paris’te kalmak istiyorum. Bunun için bir dahaki gidişimde Mme Hatinguais’yi yeniden göreceğim. Ayrıca senden gerekli bazı belgeleri de –Memet Fuat’tan ve başka editörlerden alınacak kâğıtlar– zamanı gelince isteyeceğim. Dersler başladı. Pazartesi, salı ve çarşamba günü altı saat kadar dersim var. Perşembe, cuma, cumartesi, pazar boş. Ama sandığım kadar kolay değilmiş 3ème degre. Epey çalışmak gerekiyor. Yalnız üniversite çevresini hiç sevmedim. Öğretmenlerin hiçbirinde iş yok. Üstelik müthiş gerici insanlar. Derslerde gerçekten canım sıkılıyor. Ağzımı açıp hiçbir şey söylemeden sadece dinliyorum. Üstelik yabancıları da dünyadan habersiz sanıyorlar. Kısacası öğrenim bakımından pek iyi değil burası. Sessiz –isterlerse bilgisiz sansınlar– bir öğrenci olarak dersleri izleyip yıl sonunda imtihanlara girmekten başka çare yok. İmtihanları verebileceğimi sanıyorum. –Eğer bir süre sonra çalışma tempomu yeniden kazanıp kendimi derslere daha yakın duyabilirsem-Ama bu o kadar önemli değil. Poitiers öylesine garip bir şehir ki, “hiçbir şey yok.” Ne sinema ne kalabalık ne kitapçılar ne de kahveler. Böyle olunca da zaman uzuyor. Sanki çok uzun süreden beri buradaymışım gibi bir duygu getiriyor bu şehir. Aklıma ne gelirse yazmaya başladım. Düşüncelerimi biraz toparlayıp daha somut şeylerden söz edeyim biraz da. Paris’ten pazar akşamı trenle döndüm. Bugün bütün gün kütüphanede çalışıp bir ödev hazırladım. Şimdi de bu satırları yazıyorum. Sağlığım çok iyi. Sen sakın Memet Fuat’a yazımı basmamasını söyleme. Ben bilirim seni, gidip “Aman Memet Bey şimdilik dursun, bizim oğlanın başına bir şey gelir sonra” demişsindir. Senin oğlanın başı bundan böyle beladan kurtulmayacak. Hem de her türlü beladan. Önemli olan belalara alışması. Hem senin oğlanın üstüne çok düştüğünü Cağaloğlu’nda pek belli etme. “Anasının kuzusu. Bir gün anası onu elinden tutup Memet Fuat’a götürdü, ‘Benim oğlum Orhan Veli’den daha güzel La Fontaine çevirdi, çok güzel hikâyeler de yazıyor’ dedi” derler sonra. Anneciğim ayrıntılı mektupların çok sevindiriyor beni. Yabancı’ları göndermene gerek yok. İleride senden bazı kitap ve dergiler isteyeceğim, onlarla yollarsın. Şimdilik bu kadar. Düzensiz, karmakarışık bir mektup oldu bu. Şu sıra kafam da biraz böyle. Akşam oldu. Kütüphaneyi kapatıyorlar.”