Michael Jackson, Arap dünyasında oldukça popüler bir kültüre sahip olmasının yanında Batı kültürüne duyulan özentinin kısıtlamalarında en çok hedef gösterilen sanatçılardan biriydi. Batılı pop müziğini yasaklayan rejimlerde yer altında gizlice dinlenen, sevenlerinin de hayranlıklarını kolayca dile getiremediği bir pop ikonuydu. Asmaa (2011) ve Excuse My French (2014) filmleriyle daha önce birçok prestijli festivalden övgüyle dönen yönetmen Amr Salama’nın Sheikh Jackson filmi tüm bu kısıtlamalar ekseninde Michael Jackson’ı bireyin gelişim ve dönüşüm anlarında tema olarak yerleştirerek toplumun değerlerini sorguluyor. 2009 yılında Jackson lakaplı bir imam olan Khaled Hani (Ahmad Alfishawy), Michael Jackson’ın ölüm haberini alınca büyük bir şok geçiriyor. Mısırlı bir imamın Amerikan müziğinin efsane ismiyle ortak noktası ne olabilir diye sorgularken çok geçmeden Khaled’in yaşam öyküsü aktarılmaya başlıyor. Khaled, Mısır toplumunda sıkışmış bir çocuk olarak erken yaşta kaybettiği annesi ve zulüm gördüğü babasının onda bıraktığı yaraları onarmaya çalışıyor. 80’lerde çocuk, 90’larda ergen ve günümüzde evli, çocuk sahibi bir imam olan Khaled, ağlayamadığı için gittiği psikoterapistiyle yaptığı seanslarda geçmişten şimdiye hayatının her anını yeniden sorguluyor.
The Ornithologist
Yönetmen João Pedro Rodrigues’in en erişilebilir ve görünür olduğu filmlerinden The Ornithologist, ornitolog Fernando (Paul Hamy) isimli bir kuş gözlemcisinin kuzeydoğu Portekiz'in puslu ormanları ve nehirlerini saran yaban hayatı gözlemlemek için çıktığı yolda karşılaştığı insanlara ve olaylara odaklanıyor. 36. İstanbul Film Festivali'nde Uluslararası Yarışma En İyi Film Ödülü’nü alan The Ornithologist kutsal olan ile ceza arasında simgesel anlatılardan yararlanarak şiddetli bir çarpışma yaşatıyor. Ritüelleri, dünyaya yabancı olmayı, cinsel kimlikleri ve doğa karşısında insan olmayı dayatmasız ve parçalı hikâyelerde birleştiren film, görsel açıdan muazzam simetri ve fotoğraflamalara da sahip. Fernando’nun hayatı, bireyciliğini ve kendi dışında olanları sorguladığı bu yolculuk nefes kesen bir macerayı da beraberinde getiriyor. Filmin diğer oyuncu kadrosnda Xelo Cagiao, João Pedro Rodrigues ve Han Wen yer alıyor.
The Killing of a Sacred Deer
Oscar adayı The Lobster ve Dogtooth’un yönetmeni Yorgos Lanthimos’un merakla beklenen son filmi The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü), sıra dışı bir intikam hikâyesiyle izleyiciyi yine farklı bir evren tasarımının içine sürüklüyor. Başarılı bir cerrah olan Steven Murphy (Colin Farrell) ile göz doktoru olan eşi Anna’nın (Nicole Kidman) iki çocuklarıyla beraber mutlu, sağlıklı ve düzenli devam eden aile hayatı, babasını kaybetmiş bir genç olan Martin’in (Barry Keoghan) aileyi himayesine almasıyla kontrolden çıkıyor. Beraberinde bazı karanlık sırlar da getiren Martin aile fertleriyle giderek yakınlaşırken, Steven’ın çocukları ansızın yemeden içmeden kesiliyor ve yürüyememeye başlıyor. Tıbbi olanakların gelişmiş olduğu bir hastanedeki doktorlar da çocukların rahatsızlığını bilimsel olarak açıklayamıyorlar. Aynı hastanede doktor olan Steven, kendisini Martin’in dediklerini harfiyen yapmazsa aile fertlerinin sırayla öleceği gerilimli bir oyunun içinde buluyor.
İşe Yarar Bir Şey
Oyun, 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi filmleriyle ödüller alan yönetmen Pelin Esmer’in 5 yıllık bir aradan sonra çektiği ve senaryosunu Barış Bıçakçı ile yazdığı filmi İşe Yarar Bir Şey, Türkiye’de ilk kez 36. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş ve FIPRESCI ödülünü kazanmıştı. İşe Yarar Bir Şey seyirciyi çok katmanlı bir yolculuğa çıkaran bir film. İşe Yarar Bir Şey, bizi ana kahramanı olan 42 yaşındaki avukat ve şair olan Leyla (Başak Köklükaya) ile özdeşleştirerek, tren yolculuğu boyunca onun perspektifinden, duraklardaki hayatlara bakabilmemize olanak veriyor. Leyla’nın 25 yıl sonra ilk kez lise arkadaşlarıyla buluşması için İzmir’e trenle yolculuğa çıkması ve yolunun aynı trende hemşire Canan (Öykü Karayel) ile kesişmesi ikilinin öyküsünün ilk adımı oluyor. Yolculuk boyunca birçok olaya şahit olan ikilinin hayatlarından anlık insanlar da geçiyor. Bir iş görüşmesi için yola çıkan Canan’ın sessiz ve durgun hâlleri, erkek arkadaşı ile olan tartışmalı telefon konuşmaları ve bir başına takındığı endişeler Leyla’nın bir şekilde ilgisini çekiyor. Canan’ın endişeleri ile Leyla’nınkiler aynı olmasa da ikisi de yolculuğun sonunda kendilerini oldukça zor karşılaşmaların beklediğini biliyor. 24. Uluslararası Adana Film Festivali Ulusal Yarışması’nda Pelin Esmer ve Barış Bıçakçı’ya “En İyi Senaryo”, Başak Köklükaya’ya “En İyi Kadın Oyuncu” ve Gökhan Tiryaki’ye “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini kazandıran ve Türkiye, Fransa, Hollanda ve Almanya ortak yapımı olan filmin oyuncu kadrosunda Başak Köklükaya, Yiğit Özşener, Öykü Karayel ve Ayşenil Şamlıoğlu yer alıyor.
Call Me By Your Name
Call Me By Your Name (Beni Adınla Çağır); 1983 yılında, Kuzey İtalya’da tatilini ailesiyle birlikte geçiren 17 yaşında bir erkek çocuğunun, güneş, yaz ve yazlık ortamı içerisindeki birbirinin aynı ilerleyen günlerine her şeyi değiştirecek bir yabancının karışmasıyla değişen olayları konu alınıyor. İnsan ruhuna hem büyük bir yara hem de şifalı bir merhem olan ilk aşkın tohumları bu yabancının bohçasındadır. İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, James Ivory ile birlikte Andre Aciman’ın çok sevilen romanını beyazperdeye uyarlarken bütün maharetlerini benzersiz bir sinema duygusuyla bir araya getiriyor. Filmin oyuncu kadrosunda Armie Hammer, Timothée Chalamet, Michael Stuhlbarg, Amira Casar, Esther Garrel ve Victoire Du Bois yer alıyor. Call Me By Your Name, her saniyesi üstün bir sinema aşkıyla örülmüş, temas ettiği tüm hisleri izleyiciye geçirmeyi başaran muazzam bir film. Şüphesiz yılın en iyilerinden.
Happy End
70. Cannes Film Festivali’nde üç kategoride adaylığı bulunan Happy End; Michael Haneke’nin son filmi. Happy End, Haneke'nin klasik temalarının ve görsel fikirlerinin hemen hepsini prova yapıyor. Ailedeki işlev bozukluğu, nesiller arası intikam, suçluluğun zehirli bastırılışı ve bastırılanların geri dönüşü filmde göze çarpan ögeler oluyor. Happy End, jenerasyonlar arası farklılaşma ile toplum kutuplaşmalarına sosyal medya ve sanal dünya üzerinden karşılaştırmalı olarak bakıyor. Isabelle Huppert, Jean-Louis Trintignant, Mathieu Kassovitz, Fantine Harduin ve Franz Rogowski’nin oyuncu kadrosunda yer aldığı Happy End, sosyal medya ve sanal dünyanın aldatıcılığının yanında yönetmenin bir önceki filmi Amour’daki gibi ölüm korkusu ve hayattan kurtuluşun özlemi gibi çatışmaları da içine dahil ediyor.
Lady Macbeth
Nikolai Leskov’un Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i adlı eserinden, William Oldroyd yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Lady Macbeth, 36. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Bölümü’nde gösterilmişti. Film, eril topluma bireysel bir başkaldırı başlatan bir kadının gergin hikâyesini cesur bir dille anlatıyor. Lady Macbeth, kadın karakterini merkeze oturtan bir isyan ve dönem filmi olmakla birlikte, tarihte hangi çağa bakarsak bakalım binlerce potansiyel Lady Macbeth görebileceğimiz bir zaman dilimi sunabiliyor izleyenlere. Florence Pugh, Cosmo Jarvis, Paul Hilton ve Naomi Ackie’nin oyuncu kadrosunda olduğu film, 2017 BIFA’da (İngiliz Bağımsız Film Ödülleri) En İyi Senaryo, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetimi ve En İyi Kostüm Tasarımı dallarında ödüllere layık görüldü.
Goodtime
Hollywood’un yeni nesil yönetmenlerinden Safdie Biraderler’in yönettiği ve Robert Pattinson’ın sayısız kaynak tarafından “kariyerinin zirve noktası” olarak nitelenen performansıyla Good Time, son zamanların en konuşulan filmlerinden. Benny ve Josh Safdie kardeşlerin yönetmen koltuğunda oturduğu Good Time’da Robert Pattinson’a Oscar adaylığı sahibi iki yıldız oyuncu; Jennifer Jason Leigh ve Barkhad Abdi eşlik ediyor. Martin Scorsese ve Sidney Lumet klasiklerini andıran film, acemi bir soygun işine girişen Connie ve Nick isimli iki kardeşin hikâyesini anlatıyor.
New York sokaklarında bir an bile hız kesmeyen, nefes nefese bir suç ve gerilim fırtınası sunan Good Time, iki kardeşin bir bankayı soyduktan sonra başlarına gelen talihsizlikleri oldukça gerçekçi bir açıdan ele alıyor. Bankayı soyduktan sonra kardeşlerden Nick (Ben Safdie) yakalanıyor ve koşulların çok zorlu olduğu bir hapishaneye düşüyor. Kardeşini kurtarmak için her yolu denemeye kararlı olan Connie (Robert Pattinson), arkadaşı Corey’nin (Jennifer Jason Leigh) yardımına başvuruyor. Kefaret parasını bulmak için gittikleri tefecide işler daha da karışıyor. Connie kendisini bitmek bilmeyen bir gecede, kardeşini hapishaneden kaçırmaya çalıştığı, zamana karşı bir kovalamacanın ortasında buluyor.
The Square
Yönetmen Ruben Östlund, izleyeni güldürdüğü kadar rahatsız da eden özgün filmleriyle olay yaratmaya devam ediyor. Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen The Square (Kare), Stockholm’deki bir sanat merkezini mesken tutuyor. Bu sanat merkezinin artistik direktörlüğünü yapan Christian, “mükemmel” bir erkektir. Sanat sevdalısı, nazik, yakışıklı, kültürlü, donanımlıdır ve içinde yaşadığı toplum da öyle; refahla yoğrulmuş, capcanlı, zengin ve dost canlısıdır. Filmin oyuncu kadrosunda Claes Bang, Elisabeth Moss, Dominic West, Terry Notary ve Christopher Laesso yer alıyor. Östlund, imajın kâğıt üstündeliğine, refahın gizliden gizliye yarattığı yozlaşmışlığa ve beslediği riyakârlığa yönelik sivri dilli, yenilikçi ve tartışmaya açık fikirlerle dolu bir filmle karşımızda.
Rebel in the Rye
Danny Strong’un yönetmen koltuğunda oturduğu, başrollerinde Nicholas Hoult, Kevin Spacey, Sarah Paulson ve Zoey Deutch’un yer aldığı Rebel in the Rye (Çavdar Tarlasındaki Asi); 1951 yılında yazdığı The Catcher in the Rye romanıyla milyonlarca okuyucuya ulaşmış efsane yazar Jerome David Salinger’ın iç dünyasına ve dünya edebiyatının en şöhretli, tartışılan ve bilmecelerle dolu yazarlarından biri olarak bu yolda deneyimlediklerine odaklanıyor. 20. yüzyılın ortalarında, New York’ta geçen Çavdar Tarlasındaki Asi (Rebel in the Rye), genç Salinger’ın (Nicholas Hoult) yazar olarak sesini arayışını, ünlü yazar Eugene O'Neill’ın kızı Oona O’Neill (Zoey Deutch) ile yaşadığı gönül ilişkisini ve İkinci Dünya Savaşı cephelerindeki mücadelesini takip ederek yazara daha yakından bakabilmemizi sağlıyor. Yönetmen Danny Strong’un 2010 yılında Kenneth Slawenski’nin Salinger hakkındaki belgesel çalışması olan JD Salinger: A Life’ı kaynak materyal olarak kullanıp, senaryosunu oluşturduğu Rebel in the Rye, Salinger’ın üniversite yıllarıyla açılıyor. Kolombiya’da yaratıcı yazarlık sınıfındaki açık sözlü genç öğrenci Jerry (Salinger) ile üniversitedeki hocası ve Story dergisi editörü Whit Burnett’ın (Kevin Spacey) yollarının kesişmesi ve Burnett’ın Jerry’ye verdiği destek ile filmin hikâyesi başlıyor.
Band Aid
Zoe Lister-Jones'ın yazıp yönettiği Band Aid, Sundance Film Festivali'nin yarışma filmleri arasında yerini almıştı. Oyuncu kadrosunda ise Colin Hanks, Brooklyn Decker, Hannah Simone, Zoe Lister-Jones ve Jesse Williams gibi isimlerin bulunduğu film, mutsuz evliliklerini kurtarmak için türlü yollar deneyen çiftin birbirine söyleyemediklerini şarkı sözlerine dökmeye karar vermesini konu alıyor. Grafik tasarımcısı olarak çalışan Ben ile Uber şoförlüğü yapan Anna, evlerinin garajında amatör bir biçimde grup kurmaya karar veriyorlar. Kısa süre sonra komşuları Dave ise baterinin başına geçerek onlara destek veriyor ve maceraları başlıyor. Sanatsal motifleri, ataleti ve kadın-erkek bölünmesi gibi ağır konuları alçakgönüllü bir biçimde ele alan film eğlenceli olduğu kadar mücadele etmek için ilham veren dokunuşlara da sahip.
Rock’n Roll
Guillaume Canet’in senaryosunu yazıp yönettiği komedi filmi Rock’n Roll, Canet’in daha önceki filmlerini de mizahi bir dille içine dahil ediyor. Filmde, Canet ve Marion Cotillard kendi isimleriyle oynuyor ve çevrelerindeki karakterleri de kurguya dahil ederek sinema ve oyunculuk sektöründe yaşanan olayları eğlenceli bir dille anlatıyorlar. Marion Cotillard ve Guillaume Canet’in Jeux d'enfants (Cesaretin Var mı Aşka?) filminden sonra bu defa farklı bir şekilde bir araya geldikleri ve yıllar önce milyonlarca kişiyi etkileyen Cesaretin Var mı Aşka?’yı da içine alıp, mizahi bir dille ikilinin özel hayatlarından kesitler sunuyor.
Rock’n Roll, daha önce gördüğümüz gerçekçi ve sevimli orta yaş krizinin kalıplarına uymak yerine; Canet'i çaresizlik, aşağılanma ve manik dönüş alanlarında fantastik bir dünyanın içine fırlatıyor. Canet’in sıradan özgüvensizlikleri, onu evinin ortasındaki fasulye bahçelerine, korkunç botox enjeksiyonlarına ve hatta aşırı kalitesiz safari tarzı TV şovlarında tuhaf rollere kadar sürüklüyor. Gerçek hayatlarında da evli olan Marion Cotillard ve Guillaume Canet filmde de karı-kocayı canlandırıyor ve hayatlarına dair olup bitenleri, karakterlerini de biraz karikatürize ederek canlandırıyorlar. Fransız rock müzik efsanesi Johnny Hallyday, Fransız şarkıcı Maxim Nucci, Cesar Ödüllü yapımcı Alain Attal ve yine daha önce Guillaume Canet’in yazıp-yönettiği Little White Lies’ın (Küçük Beyaz Yalanlar) oyuncu kadrosunda yer alan Gilles Lellouche da kendi isimleriyle filmde yer alıyorlar.
Okja
Netflix’in 50 milyon dolar bütçeyle başarılı bir CGI tasarımı sunduğu ve şimdiye kadar yaptığı en iyi yapımlardan biri olan Okja, alışık olduğumuz kalıpların biraz dışında, kendi stilini yaratmış bir film. Bağımsız ve özgün yayınlarıyla son dönemlerde gittikçe daha da iddialı yapımlar ortaya koymaya çalışan Netflix, bu yıl Okja filmi ile katıldığı 70. Cannes Film Festivali’nde oldukça olay yaratmıştı. Güney Kore sinemasının en önemli üç yönetmeninden biri sayılan Joon-ho Bong’un hayvan hakları üzerinden küresel dünyayı sarkastik bir dille ele aldığı film, Güney Kore'nin dağlarında büyüdüğü Okja isimli değişik hayvanı ile mutlu bir 10 yıl geçiren Mija’nın (An Seo Hyun), Okja'yı deney hayvanı olmaktan kurtarma çabasına odaklanıyor. Uluslararası bir şirkette CEO olarak görev yapan Lucy Mirando (Tilda Swinton) ise kendisinin yararına olacağı ve bu durumdan kâr sağlayacağı için bir yolunu bulup Okja'yı yakalıyor ve New York'a gönderiyor. Bunun üzerine Mija onu kurtarmak için yollara düşüyor ve kapitalist, kötü niyetli kişilerle karşılaşıyor. Tek amacı çok sevdiği dostunu eve getirmek olan Mija’nın maceralı ve cesur yolculuğu başlamış oluyor.
The Insult
İlk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan ve burada başrolündeki Kamel El Basha’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandıran The Insult (Hakaret), Lübnan’da siyasetten yargı sistemine uzanan ve derin bir toplumsal eleştiri getiren bir Ziad Doueiri filmi. Sıradan bir hakaretin milli bir krize nasıl dönüştüğünü anlatan filmde Lübnanlı Hıristiyan Tony ile Filistinli inşaat ustası Yaser (El Basha) bir tamirat yüzünden kavgaya tutuşuyor. Tony, Yaser’e hakaret edince Yaser bir yumrukla karşılık veriyor. Mesele mahkemeye düşünce bütün ülke ayağa kalkıyor. Adel Karam, Kamel El Basha, Rita Hayek, Camille Salameh ve Diamand Bou Abboud’un oyuncu kadrosunda yer aldığı The Insult, Lübnan’ın Oscar adayı seçildi.
Kaygı
Dünya prömiyerini 67. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde yapan Kaygı, Ceylan Özgün Özçelik'in yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı film olarak karşımıza çıkmıştı. Başrolünde daha önce komedi filmlerinden tanıdığımız ve ilk kez bir psikolojik gerilim filminde rol alan Algı Eke’nin oynadığı Kaygı, sürekli aynı kâbusu gören 30’lu yaşlarındaki Hasret adlı genç bir kadının ailesinin araba kazasında ölümüyle ilgili şüpheye düşmesi üzerinden ilerleyen bir hikâyeyi anlatıyor.
Bir TV kanalında belgesel kurgulayan ve trafik kazasında kaybettiği müzisyen anne babasından kalan evde tek başına yaşayan Hasret’in (Algı Eke) gerilimli hikâyesinin anlatıldığı filmde Kadir Çermik, Selen Uçer, Asiye Dinçsoy, İpek Türktan Kaynak, Kerem Kupacı, Nurcan Ülger, Dilşad Bozyiğit, Aram Dildar, Nihan Aşıcı, Nazan Kesal, Taner Birsel ve Saygın Soysal oyuncu olarak yer alıyor.