Yönetmen koltuğunda Cenk Ertürk’ün oturduğu, oyuncu kadrosunda Haluk Bilginer, Ali Atay ve Hande Doğandemir gibi birçok önemli ismin yer aldığı Nuh Tepesi, izleyiciyi baba-oğul mücadelesinden kutsal değerlere kadar birçok çatışma etrafında yeniden düşünmeye davet eden bir film. Filmin oluşum süreci, gelişimi ve kariyeri hakkında Cenk Ertürk ile söyleştik.
Cenk Ertürk ilk uzun metrajlı filmi Nuh Tepesi ile eşine az rastlanır türden bir başarı hikâyesi yazıyor. Ölmek üzere olan İbrahim’in Türkiye’ye gelmesiyle başlayan hikâye, onun oğlu Ömer ile çatışması ve dibine gömülmek istediği Nuh Ağacı üzerinden oldukça karışık bir anlatıya dönüşüyor. İzleyici bir yandan hikâyenin büyüsüne kapılırken bir yandan da kökeni çok derinlerde yatan soru(n)ların içerisinde kendisini bitimsiz bir çatışmanın ortasında buluyor.
Nuh Tepesi ilk filminiz. Ancak bir ilk film için oldukça iyi hazırlanmış ve çekilmiş bir yapım olduğunu söylemeliyim. Filmin ortaya çıkış sürecini/hikâyesini ve bu ilk heyecanın sizde ne ifade ettiğini sorabilir miyim?
Filmi, ilk defa 2013 yılında New York Üniversitesi'nde (NYU) sinema yüksek lisansımı yaparken bir ders için yazmıştım. İkinci sınıftaydım. İkinci sınıf bizim okulun en önemli yılıdır. Bugün adlarını çok iyi bildiğimiz Martin Scorsese, Coen Kardeşler, Jim Jarmusch, Spike Lee, Cary Fukunaga da kariyerlerinde kırılmalar yapan kısa filmlerini ikinci yılda çekmişler. Ben de 2013 yazında yazdığım, o zaman adı Nuh Ağacı olan senaryoyu sınıfa götürdüm. Senaryo dersi hocam 30 sayfa olan senaryoyu çok beğendiğini, bunu bir uzun metraj olarak çekmem gerektiğini söyledi. Yerine yine benzer bir temayı işleyen, Nuh Tepesi'nin ritmini de test ettiğim, başrollerinde babamla birlikte oynadığımız Uzun Bir Gün adlı bir kısa film çektim. Babam o kısa filmdeki rolüyle okulda En İyi Erkek Oyuncu Ödülü bile aldı.
2014 yılı sonbaharında Darren Aronofsky'nin NYU'da ders vereceğini söylediler. Aronofsky'nin sınıfına seçtiği 12 öğrenciden biriydim. Sömestr boyunca, uzun metrajlı filmlerimizin geliştirmekte olduğumuz senaryolarını sınıfta birlikte tartıştık ve bazı dramatik sahneleri gerçek oyuncularla sınıfın önünde oynadık. Aronofsky projeye çok inanıyordu. İşlerimi kolaylaştırsın diye projeden övgüyle söz ettiği bir destek mektubu yazdı. Daha sonra Mother filmi için katıldığı bir radyo programında da Nuh Tepesi'nden övgüyle bahsetmişti. Sonra yolum Cannes Film Festivali'nin Cinefondation Rezidansı'na düştü. Orada senaryonun son hâlini verdim. Ardından Türkiye'ye gelip film hazırlıklarına başladık.
Filmin hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstleniyorsunuz. Senaryo yazmaktan yönetmenliğe evrilen/geçen o süreçte neler oldu, ne değişti? Senaryoyu olduğu gibi çektiniz mi yoksa yolda çeşitli değişiklikler oldu mu?
Sanırım ben senaryoyu dört kere yazdım. Birincisini kelimelerle filmi çekmeden çok önce; ikincisini filmi çekmeden hemen önce sahneleri nasıl çekeceğimi düşünürken görüntülerle; üçüncüsünü oyuncularla sahneyi sette prova ederken; dördüncüsünü ise kurgularken ritim ve zaman duygusuyla… Her birinde de inanılmaz keyif aldım. Çünkü bahsettiğim bu dört farklı yazma sürecinin her biri, ortaya daha güzel bir film çıkarabilmem için bana farklı fırsatlar sunuyordu. Senaryo bu dört süreç arasında seyahat ederken değişti ama hiç değişmeyen bazı sabitlerim de vardı.
Nuh Tepesi haricinde üzerinde çalıştığınız başka senaryolar oldu mu veya sadece bu senaryoya odaklanıp mı kaleme aldınız? Yazım süreciniz nasıl gelişiyor?
Az önce de bahsettiğim gibi Nuh Tepesi'ni yazmaya okulda başladım, mezuniyet projem de Nuh Tepesi'nin senaryosuydu. O sırada sadece Nuh Tepesi'ni yazıyordum ama 2015'te mezun olduktan sonra Los Angeles'ta çalışmaya başladım. O sıralarda yazdığım ve yönettiğim küçük projeler oldu. Ancak sadece Nuh Tepesi ile meşgul olmak istiyordum. Projemiz bir fondan para ödülü kazanır kazanmaz, yani kirayı ya da faturayı nasıl ödeyeceğimi düşünmekten kurtulduğumda işi bıraktım ve sadece Nuh Tepesi'ne yoğunlaştım.
Oldukça önemli bir ekiple çalıştığınızı görüyorum. Haluk Bilginer, Ali Atay ve Hande Doğandemir gibi sinema dünyasının gedikli isimleriyle bu filmi vücuda getirdiniz. Bu ekip nasıl bir araya geldi ve kişisel olarak bu ekiple ne tür tecrübeler edindiniz?
İlk günden itibaren Haluk Bilginer'i düşünerek kaleme almıştım senaryoyu. Kendisine ilk defa Cannes Rezidansı'nda senaryoyu geliştirirken yazdım. Daha önce tanışmıyorduk. Oyununa davet etti. Oyun sonrası konuştuk. Bana senaryoyu çok beğendiğini, bu filmde kesinlikle oynamak istediğini, takvim çalışması yapmamız gerektiğini söyledi. Çok mutlu oldum, bir hayalim gerçek olmuştu çünkü.
Sonra yine yıllardır oyunculuğunu büyük bir beğeniyle takip ettiğim ve o zamanlar yönetmen olarak tek filmi olan Limonata'sını çok sevdiğim Ali Atay'a yazdım. Buluştuk. Ali zaten ikinci dakikasında karşısındakini kendisine hayran eden bir adam. Birbirimizi öyle güzel anlıyorduk ki... Çok kıymetli bir arkadaş bulduğumu o ân anladım.
Çok özel bir cast direktörüm vardı: Harika Uygur. Birlikte çokça paslaşarak hep hayalini kurduğum ve çok beğendiğim oyuncularla çalışmış oldum. Hande Doğandemir'le buluştuğumuz günü hatırlıyorum. Onunla da tanışmıyorduk ama Elif karakteri hakkında konuştukça düşüncelerine, sorularına, merakına, aydınlığına hayran oldum. Ahmet'i oynayan Arın Kuşaksızoğlu o karakter için görüştüğüm ilk isimdi. Sonra o rol için bir dolu oyuncuyla görüştüm ama Arın aklıma kazınmıştı bir kere. Çok gizemli bir oyunculuğu vardı. Mehmet Özgür'le buluştuğumuz günü de unutamıyorum. Oynadığı Cevdet karakteriyle alakalı gelmeden önce o kadar çok şey düşünmüştü ki... O konuştu, ben dinledim.
Filmin yapımcılığını da Alp Ertürk yürüttü. Aslında bir yerde filmi bir tür “aile çalışması” olarak ifade etsek çok da yanılmayız sanırım. Buradan da yola çıkarsak aslında tüm bu süreçte gerek aile gerekse profesyonel bağlamda zengin bir ilişkiler bağı söz konusu. Birbirini iyi tanıyan iki insan olarak ortak bir çalışmak yapmak çok önemli bana kalırsa. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Filmin ana yapımcılığını kardeşlerim Alp Ertürk ve Şevki Tuna Ertürk yaptı. Kendileri zaten yıllardır sektörün çeşitli pozisyonlarında çalıştı. Birlikte kısa filmler de yaptık. Reflekslerine ve beni anlamalarına çok güvendiğim için ilk uzun metrajımı onların yapımcılığına emanet etmek istedim. Doğru da yaptığımı gözlemliyorum. Çok kısıtlı imkânlarla, hiç taviz vermediğim bir film yapabilmem için gösterdikleri özveriden ötürü kendilerine minnettarım.
Filmde Türk mitolojisinin, Anadolu kültürü ve halk anlatılarının izini rahatlıkla sürüyoruz. Tüm film aslında kökenini buradan alıyor. Bunu filmde işleyiş biçiminizden bu kültüre yakın bir yerde olduğunuzu da görüyorum. Bu motifler, dilek-ağacı, izlekler kafanızda nasıl oluştu ve şekillendi?
İçinde büyüdüğünüz dil, coğrafya, zaman, kültür nasıl düşündüğünüzü etkiliyor. Beni de etkilemiştir. Filmdeki gibi bir ağacı ya da onun gibi bir şeyi etrafımızda, bir yerlerde mutlaka görmüşüzdür.
Babamı köyünde ziyaret ettiğim bir gün köy dışında yürüyüş yapıyorduk. Uzakta bir ağaç kendi kendine düşmüştü. Çok şaşırmıştım. O gün ve sonra babamla o ağaç hakkında konuştuk. "Ağaç dediğin ayakta kalır baba, tutunur, direnir; sanki çok sıradan bir şeymiş gibi çok kolay düştü bu ağaç." demiştim babama. Bana "Ağacın yıllardır neye direndiğini, neyle mücadele ettiğini bilmiyoruz ki oğlum." diyerek cevap vermişti. Ağaç ve babamın o cümlesi aklımda kalmış olacak ki yıllar sonra kendimi New York Üniversitesi'nde o ağacın ve bir babanın hikâyesini yazarken buldum.
Ömer’in bir yandan boşanma aşamasında oluşu, bir yandan yıllar sonra karşısına çıkan babasıyla çatışması ve içinde olduğu bu karmaşada aslında her şeyi yönetme çabası çok önemli. Tabiri caizse her yandan darbe alıyor ama buna karşın da büyük bir direnç gösteriyor. Ömer, bu direnci nereden alıyor?
Bu çok güzel soruyu bazı izleyicilerimizin de filmi izledikten sonra soracağını tahmin ediyorum. Benim cevabımın izleyicinin kendi cevabıyla arasına girmesini istemem. Soru bir dizeyi hatırlattı bana ama: Kimse mutlu değil evinde… O yüzden yollar yapıyorlar…
İbrahim, Paris’te geçen uzun yılların ardından aslında bir anlamda “ölmek için” ülkesine, daha da özelinde memleketine, yıllar önce köyünü terk etmeden önce diktiği ağaca dönüyor. Ana rahmine sürekli dönmek isteyen büyük bir çocuk gibi. Onun bu sürekli tekrarlayan “memleketinde ölmek” ve “diktiği ağacın dibine gömülmek” arzusu nereden geliyor? Neden ısrarla bu mücadelenin içine girişiyor?
Görünürde ne istediğinden ziyade aslında ne istediğini çok önemsiyorum, filmdeki babanın. Bu sorunuza verebileceğim bir sürü olası cevaptan bir tanesi şu olabilir: Onca yıl etrafında akmış, gitmiş, değişmiş şeylerin yorgunluğunu da hissettiği son günlerde bir sabit, değişmediğine veya değişmeyeceğine emin olduğu bir sabit sanıyor olabilir köyü. Ya da ağacı... Yanılıyor olması da kuvvetle muhtemel.
Ömer ile babası İbrahim’in ilişkisi filme en sarsıcı yolu tayin ediyor. Ömer baba olmanın eşiğindeyken kendi babasıyla olan tecrübesini oğluna yansıtmak istemiyor ama bir yandan boşanmak üzere olduğu eşinin söylemlerinden onun intikam, kin gibi duygularla hareket edebildiğini de düşünüyoruz. Onun hakkında bir yargıya varmak giderek güç bir hâl alıyor. Hem kendi babasıyla ilişkisi, hem de doğacak çocuğu ekseninde, Ömer üzerindeki bu “babalık”, “erillik”, “güç” tutkusu nereden gelir ve nereye evrilir?
Haklarında kolay yargıya varamadığımız, haklı olup olmadıklarını anlayamadığımız karakterleri çok seviyorum. Kendimizle çelişmemizi bizleri büyüten, diğerlerini anlamamıza yardımcı olan bir şey olarak görüyorum. Nuh Tepesi'ni yazarken bizi peşinden sürükleyen tutkularımızın, kendimizi kandırma gücümüzün, araçsallaştırma eğilimimizin, aşırılıklarımızın sebepleri hakkında düşünmeyi çok sevmiştim.
Nuh Tepesi civarındaki köylünün buradaki ağaca ithaf ettikleri kutsal değer sorgulanmaya ciddi anlamda mecbur. İbrahim diksin veya dikmesin, aslında biri tarafından oraya çok da uzun olmayan bir zaman önce dikilmiş bu ağaç, köye ve köylüye sağladığı çeşitli ekonomik nedenlerden ötürü ciddi bir koruma altında. Üstelik bu işe çeşitli “kutsal” nedenler atfedilmesinden ötürü kaymakam nezdinde devlet de dâhil oluyor. Öyle ki bu arazinin tapusu yok ediliyor, saklanmaya çalışılıyor, büyük bir gizeme neden oluyor. Bunun izleri Anadolu kültüründe kolay bir şekilde sürülebiliyor. Aslında bu tür ekonomi konularından ötürü kutsalların kutsallıktan uzaklaşması günümüzde de öne çıkan konulardan biri. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz, ekonomi-kutsal-günümüz bağlamında?
Bunlar içimizde ama tam içimizde ve etrafımızda olan şeyler. Ben ise bütün bunların neden öyle olduğunu daha iyi anlama çabasına girmiş bir yönetmenim. Tam burada izleyicinin ağacı gerçekte kimin diktiğine dair tahminlerini, fikirlerini merak ediyorum açıkçası.