Yeni tiyatro sezonunda Kadıköy’ün kültür-sanat mekânlarına bir yenisi daha eklendi: Taşra Kabare. Günümüzde kabare geleneğini yaşatan mekânda oynanan ilk oyun ise bireyler arasındaki iletişimsizliğin zorluğuna dair Eugene Ionesco’nun kaleme aldığı Kel Şarkıcı oyunu. Kabare yorumuyla izlediğimiz oyunu yönetmeni Serpil Göral, oyuncuları Cemal Toktaş, Yeliz Kuvancı ve Onur Dikmen ile konuştuk.
Taşra Kabare’nin Kadıköy’de yeni mekânındaki ilk oyunu Kel Şarkıcı. Oyunu kabare yorumuyla sahneye koydunuz, biraz oyundan bahseder misiniz?
Serpil Göral: Ionesco’nun bir eseri Kel Şarkıcı. Absürd tiyatronun en iyi örneklerinden biri. Cemal (Toktaş) ve Nergis (Öztürk) yazın ortasında mekânı açmaya karar verdiklerinde oyunu, bu müzikli ve yemeli içmeli kat için kabare hâline nasıl getirebiliriz diye düşündük. Kel Şarkıcı metni olduğu gibi duruyor, onun dışına bir metin yazdık sadece. O da biraz uyarlama havası verdi. “Neden 2016 yılında Kel Şarkıcı metnini İstanbul’da oynasın ki bu topluluk?” sorusunun cevabı gibi bir şey oldu aslında.
Kabare yorumunun oyuna getirdiği farklar var mı?
S.G.: Metnin içine dokunmadık aslında, Ionesco’nun metnine sadık kaldık. Sadece çeşitli budamalar yaptık ama metnin önüne yazdığımız metin, biraz geleneksele dokunan, yani geleneksek Türk tiyatrosu nüveleri içeren bir şey olsun istedik. Çünkü hem Taşra Kabare’nin öyle bir vizyon arayışı var yani gelenekselle ilgili de bir şey yapmak istiyor, hem de gerçekten “2016 yılının İstanbul’unda niçin Kel Şarkıcı oynayalım ki?” sorusunun cevabı o bizim için. Biraz gerçeküstü bir yerden eğlenceli bir hâle getirmeye çalıştık. Çünkü Kel Şarkıcı hem ülkemizde hem de dünyada şu an olup biten tuhaflık, anlam kaymasına cevap arayan bir oyun. Bizim de ekip olarak böyle dertlerimiz var, bu oyunun repertuvara girmesinin ana nedenlerinden biri de yine o iletişimsizlik ve günümüzdeki iletişim problemleri. Ionesco’nun tarzına yakın bir yerden yine anlam kaymalarıyla absürd bir dile sahip çıkmaya çalışarak -çünkü geleneksel halk tiyatrosunda da vardır aynı absürd nüveler- biraz kavuşturmaya çalıştık. Yoksa tam olarak kabare türünde bir oyun denemez.
Kel Şarkıcı 1950’lerde yazılmış bir oyun ama iletişimsizlik, yabancılaşma hâlâ çok güncel o günden bugüne hiçbir şey değişmemiş. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
S.G.: Hatta katlanarak bir çılgınlık boyutuna varmış durumda. 1950’lerde insanlar etrafta olan biten saçmalığın belki bu kadar çok farkında değildi. Çünkü o zaman iletişim araçları da bu kadar gelişkin değildi. Ama biz şimdi telefonumuzu açtığımızda, televizyonu açtığımızda, her gördüğümüz şey “Bu ne yani!” diyebileceğimiz kadar saçma. O kadar büyük bir sarmala dönüştü ki bu bizim saatimiz gibi. (Sahne dekorunda sarmal şeklinde bir saat yer alıyor.)
Yeliz Kuvancı: Artık dünyanın öbür ucunda patlayan bombayı da bir saat içinde duyup, oradaki acıyı da iliklerine kadar hissediyorsun. Dolayısıyla her bir birey artık dünyanın derdini içinde hissediyor. Bütün evrensel sıkıntıları içinde hissettikçe depresyon da belki kat be kat arttı, mutsuzluk da o yüzden çoğaldı. Tam olarak bu durumu tanımlamak gerektiğinde; belki senin bir kilometre ötende bir yerde bomba patlıyor ve sen bunu televizyondan izliyorsun. Sonra başka bir kanala zaplayıp bir yarışma programını izleyerek kahkaha atabiliyorsun. Yani bir duygunun devamlılığı kalmadı artık, herhangi bir duygu 10 saniye falan vücudumuzda barınabiliyor.
Onur Dikmen: Bir de daha ötesi var. Bu meseleyle ilgili eleştiriyi Facebook’tan mesaj olarak atıp rahatlıyorsun.
Y.K.: Herkesin yapabilecekleri de beklentileri de aslında soyutlaştı bence. Tuhaf aletler vesilesiyle havalara yazılar yazıyoruz ve bunu yaparsak kendimizi bir şey yapmış kabul ediliyoruz. Yapmazsak mesela yapmamış, eksik kalmış olarak değerlendirilebiliyoruz. Dişe dokunan bir şey var mı ya da en ufak somut bir katkısı var mı dersen asla yok. Tuhaflaştık.
S.G.: Aslında çok eylem içindeymişiz gibi bir sürü hareket var ama somut ya da dişe dokunur hiçbir şey yapmıyoruz hiçbirimiz. Dolayısıyla gerçek manada eyleme geçmek, dolayısıyla birey olarak kendini ifade etmek neredeyse hayalleşti. Onur’un dediği gibi, Twitter’a bir cümle yazmakla, kendimizi ifade etmiş zannediyoruz.
Kabare yorumunun oyuna getirdiği seyircinin dâhil olma süreci dikkatinizi dağıtmıyor mu? Seyirciyle ilişki kurma deneyimi sizde nasıl bir etki yaratıyor?
S.G.: Kurduğumuz dış çemberde bir hikâye oluştu. Oyunda iki tane sinek var. Birini kadın olduğu için mecburen patroniçe oynuyor; diğerini de bu ikisinden hangisi oynasın diye seyirci seçiyor. Yani o alanın seyirciye açılması bence keyifli.
Cemal Toktaş: Biz bu oyunun provasını yaparken Taşra Kabare mekân inşaat halindeydi. O yüzden hiçbir şey dikkatimizi dağıtamaz, yani bu konuda çok iddialıyız. Burada seyircinin kendi arasında fısıldaması veya garsonların servis yapması bizi bölmez aksine istediğimiz şey zaten bu.
Oyunda diyaloglardan bir anlam çıkartmak zor. Bu seyirci için anlaşılır olmama ihtimali sizde tereddüt yaratmadı mı?
O.D.: Ionesco metnin çoğunluğunu Fransızca-İngilizce bir çeviri kitabından alıp kopyalıyor; yani metinde anlam aramak çok da doğru değil. O yüzden seyirci metne uzak kalıyor. Bu da Ionesco’nun yapmak istediği şeylerden bir tanesi.
C.T.: Aldığımız geri dönüşlerde “Ionesco’nun metni dinleniyor” diye bir yorum geliyor. Bu bence bizim için çok güzel bir yorum.
S.G.: Çünkü çok kakafonik bir diyalog var aslında “İnekler sineklidir, sinekler ineklidir. Herkesin kaderi kendine” diyor. Tutar yanı yok diyalogların, Ionesco bunu tercih etmiş zaten, absürd neredeyse bu demek. Absürd, o anlamın boşaldığı yerden ekmek yiyen bir şey aslında. Aslında absürd bizim Türkiye’de hiç de yabancı olmadığımız bir şey. Anlam arayıp bulamadığımızda, o elimizde kalan boşluk işte, Ionesco da oraya dikkat çekmiş. Cemal’in bahsettiği şey bence önemli. Okurken mesela bu diyalogla karşılaşıyorsun ve kendi alt metnini oynarken, kafanda oynatırken kurabiliyorsun. Ama tabii ki kim oynuyorsa o kendi seçimiyle kendi alt metniyle oynayacak, biz de nitekim öyle yaptık. Bizim tek yaptığımız o bağdaşmazlığın altını çizmek oldu. Aslında absürd komedinin altını çizmeye çalıştık. Mesela şöyle bir metin var: “-Ben bir yere ziyarete gittiğim zaman ilk önce kapıyı çalarım. -Aaa!”. Biz orada “Aaa!” demeyi tercih ettik. Çünkü denmezse o cümlenin ne kadar da tuhaf olduğu belki anlaşılmayacak. Yani aslında biz komediyle absürd arasında bir şey yapmaya çalıştık.
Aslında saçma gibi görünen metinlerin seyirci tarafından algılanabilirliğini sağladınız diyebilir miyiz?
Y.K.: Bence yaşadığımız coğrafyayla da çok alakalı olabilir. Bu tür bir metin dünyanın başka bir yerinde oynansa, bu kadar tanıdık gelmeyebilir, bu kadar net anlamayabilirler ya da yabancılaşabilirler meseleye. Ama düşünüyorum mesela E-5'te inek koşar, peşinden birileri koşar biz haberlerde onu izleriz ya da metrobüs düz yolda takla atarak uçup üç-dört tane arabayı ezer biz yine izleriz. Bunlar inanamadığımız, aklımızı kaçıracak kadar şaşırdığımız şeyler değil asla. Yani değişik bir ülkeyiz, o yüzden bence bu oyunda bağ kurmakta çok zorlanmıyor insan.
S.G.: Seyirci sadece biraz ağır entelektüel bir şeyle mi karşı karşıyayım diye ürkebilir ama oyunun başında niyetimizin hiç de o olmadığını anlayacaktır. Biz elimizden geldiğince seyircinin gerilip “ağır entelektüel bir şey izlemeye geldim, bu da absürd tiyatro” gibi bir kasavetin içerisine girmemesine çalıştık. Çünkü biz bunu sahiden komik buluyoruz. Biz buradaki komedide gerçekten eğleniyoruz ve ben Kel Şarkıcı metninde herkese tanıdık gelecek, yani entelektüel kaygıları olmayan birine bile çok tanıdık gelecek bir sürü şey olduğunu düşünüyorum.
Taşra Kabare olarak kendi mekânınızda seyirciyle ilk kez buluşuyorsunuz. Bu oyunla çok mu entelektüel karşılanırız, anlaşılır mıyız kaygısı olmadı mı?
C.T.: Hayır, hiç olmadı. Serpil'in az evvel dediği gibi; Taşra Kabare'nin geleneksel halk tiyatrosundan da almak istediği bir pay var ve biz kendimize güveniyoruz. Repertuvarımızı oluştururken bu yoldan hiç şaşmamaya çalışıyoruz. Adı üzerinde Taşra Kabare diyoruz. Bu Taşra Kabare'nin altını da çeşitli farklı kavramlarla doldurmaya çalışıyoruz. Bu yüzden toplumun her kesiminden insan burada kendine göre bir şey bulacaktır, bundan eminiz. Taşra Kabare yıllar sonra bir ilk olmasıyla birlikte çok sayıda ilke de ev sahipliği yapıyor. Mesela yıllar sonra Türkiye'de açılan tek kabare mekânı. Serpil'in ilk profesyonel yönetmenliği, iki tane arkadaşımızın ilk profesyonel sahneye çıkışları. O yüzden hiçbir endişe duymadık açıkçası, tamamen bu işe güvendik ve çıkması için elimizden geleni yaptık.
Oynadığınız karakterler hakkında ne söylersiniz?
O.D.: Öncelikle oyunda karakter yok aslında biz birer figürüz, birer “şey”iz. Hatta bahsettiğimiz o dış çemberde, kavanozun içindeki sinekleriz gibi bir tarif de söz konusu. Ionecso'nun metniyle karşı karşıya geldiğimde, klasik oyuncu yaklaşımıyla bir anlam arama, bir alt metin oluşturma gibi yollara sapsam da; Serpil hocamız onları hep ekarte ederek “Sizler düşünmeyin, alt metin başka bir şey” diyerek bizi buralara kadar getirdi. Yani enteresan bir deneyimdi, hepimiz için öyle oldu, düşünmedik.
Tiyatro sahnesi her zaman ekip işi gerektirir, ama bu oyunda -özellikle reflekslerde- her bir oyuncunun eylemi çok önemli...
O.D.: Evet, oyunun biçeminde birlikte hareket edilen bir durum var. Az önce de bahsettiğimiz bu “şey”ler için temel bir şey var, hepsi bir anlam arayışı içerisinde ve bu anlam da gittikçe yok oluyor. Bu anlam arama çabası içinde anlık süreçler yaşanıyor, o süreçlerde de refleksler söz konusu.
S.G.: Kendi idraklarıi yok tabii, inisiyatiflerini kullanabilme güçleri olan şeyler değil de daha çok patroniçenin oynattığı kuklalar gibiler. O yüzden zil çaldığında hepsi birden aynı şeyi yapıyor. O yüzden özgün bir Bayan Martin’den bahsetmek mümkün değil; ama onların sonradan onları oynatan kuklacılarına karşı bir itaatsizlikleri söz konusu. Bu beyhude anlam arayışı, onları bir şekilde sakatlıyor diyebiliriz. Bir tür itaatsizliğe doğru götürüyor.
Y.K.: Eğer formülüze edilecekse, bunun iskeletleri Onur’un dediği gibi anlam arayışında. Mesela iç organları tamamen anlamsızlık. Dış dünyadan hemen etkileniyor. Tam bir şey yakaladığımız sandığımız anda; belki de hiçbir şey yakalayamıyor oluyoruz. Hayatın kendisi gibi yani.
C.T.: Ben bu toprakların çocuğu olarak Bay Smith’in içinde olmaktan çok memnunum. Çok rahat hissediyorum kendimi Bay Smith olarak.
Oyunun dekor ve kostümleri de çok renkli ve canlı. Müzik de öyle...
S.G.: Burada Hilal Polat’a teşekkür ediyoruz, dekor ve kostümde harikalar yarattı. Müzikte Erkan Karaosman, hem özgün besteler onun hem de orkestramızın şefi. Canlı müzikle oynanan bir oyun olmasının da çok büyük bir farkı var bence; çünkü canlı müzik gerçekten bir oyunu kalkındırıyor. Burada içkini yudumlarken, oyun izlemek de ayrı bir deneyim. Kostümler açısından Hilal’le el sıkıştığımızda yapmaya çalıştığı şey, o sinekler ve o “şeyler” dediğimiz tayfada biraz gerçeküstü, jelibon şekeri gibi bir hazırlanılmış kostümlerdi. Çünkü bunlar yıllardır bu oyunu oynamak istiyor, yani yıllardır jelibon şekeri gibi hazırlar. İki diğer oyuncu Onur Mahir ve Mehmet Akif Kızışar ile birlikte oynadığımız o dış çember tayfasında; garsonlar ve patroniçe de seyircinin dünyasına daha yakın bir gerçeklik dokusu tutturmaya çalıştık. Bence uygulamada da o başarıldı. Yani onlar biraz daha parlaklar biz birazcık daha puslu gibiyiz.
O dış çemberde seyirciyi de oyuna dâhil ediyorsunuz. Seyirciden nasıl bir beklentiniz var ya da var mı?
Y.K.: Alkış.
S.G.: Bence rahat rahat izleyip, keyifli bir akşam geçirsinler. Akıllarında bir şey kalıyorsa da ne âlâ.
İzlediğim oyunda seyircinin oyuna dâhil olmaktan çekindiğini düşündüm. Dikkatlerin üzerinde toplanacağına dair bir kaygısı vardı sanki...
S.G.: Bu bizim Türkiye’de tiyatro izleme alışkanlığının yerleşikliğiyle ilgili bir şey, buna çok alışkın değiliz. Buna bir “bar tiyatrosu” diyeceğim. Birtakım yerlerde doğaçlama tiyatrolar yapılıyor, böyle mekânlar da var ama oradaki seyirci doğaçlama bir şey izlediğinde tabii ki daha rahat olabiliyor. Seyirci “Ionesco’dan Kel Şarkıcı”yı duyunca bir ağırlıkla karşılaşacağını zannediyor olabilir. O çekingenliğin sebebi biz de olabiliriz, senin izlediğin oyunda biz de azıcık çekinmiş olabiliriz. Biz onlara yavaş yavaş açıldıkça, onlar da bize açılacaklar nitekim öyle de oluyor. Sonrasındaki oyunlar çok daha rahat geçti.
Y.K.: Bir de karanlıkta olmamaları da büyük bir etken sanırım. Karanlıkta yok olmuş ve istediği kadar rahat hareket eden biçimde değil seyirci.
S.G.: Yani sen burada röntgencisin demiyoruz ona. Sen buradasın, varsın, seninle birlikte bir şey yapıyoruz, demek istiyoruz.
Taşra Kabare’de bundan sonra izleyeceğimiz oyunlara da referans diyebilir miyiz Kel Şarkıcı için yoksa tamamen farklı türler de izler miyiz bu sahnede?
C.T.: Bu bir yorum. Anlam olarak benzer mi, illa ki bir meseleden yola çıkacak; derdi benzeyebilir tabii ama ele alış biçimleri kesinlikle değişir, değişmeli de. Çünkü biz Taşra Kabare için arabesk, pop, caz, alaturka bir yapılanma dedik. Bu türler içinde ben Kel Şarkıcı’yı alaturka olarak adlandırıyorum. Ionesco’nun bir metni için “absürd bir metin ve alaturka” diyorsunuz bu benim çok hoşuma gidiyor. Daha ileride yapacağımız projelerde ilk işimiz arabesk bir proje olacak mesela. Yine Taşra Kabare yapımları içinde kabare sahnesine değil de Sofa’ya yaptığımız Kasım ayında çıkacak iki tane oyunumuz var. Bir tanesi Serpil’lerin kurduğu ünlü bir tiyatro Perde Birun’un oyunu. Taşra Kabare yapımcılığını yapacak. Perde Birun ve yine Taşra Kabare yapımı olan Ölüm Hastalığı diye bir oyunumuz var bu iki oyun caz hâli olacak. Daha burada oynamak kısmet olmadı, Kasım ayında tekrar sahnelerde olacak, geçen yıl ki oyunumuz, yine çekirdek kadrosu aynı olan bu ekiple çıkardığımız Temizlik İşleri oyunumuz var onun için de pop hâli diyebiliyoruz. Taşra Kabare’nin yapımları bu minvalde yani arabesk, pop, caz ve alaturka olarak devam edecek.
Sofa’dan bahsettiniz Taşra Kabare’nin alt katında yer alacak bir sahne daha olacak sanırım... Peki Taşra Kabare’nin bundan sonra ki planları nedir?
C.T.: Oraya Taşra Kabare Sofa diyoruz. Taşra Kabare Sofa tiyatro, sinema, butik sergi ve dans salonu olarak tasarlanmış bir salon. Kasım ayında seyircilerimizle birlikte olacak. Konserler sürekli devam ediyor. Artık salıdan cumartesiye her gün etkinliğe geçtik. Kasım ayı itibarıyla olursa bir tek pazartesi günleri boş olacak; ama onun da boş olacağını pek sanmıyoruz. Ekimin son pazarına küçük İskender geliyor bir şiir dinletisi yapacak. Kaybedenler Kulübü ve 6:45 yayınlarıyla bir dirsek temasımız var. Füsun Demirel kasım ayında Aşk Dersleri’yle bizlerle olacak. Bu gibi sürprizlerle devam edecek.
Fotoğraf: ©Aydan Çınar, Sanem Arslantürk
©Nazlı Erdemirel