VeYasin ile 70'ler psychedelic müziğinin bugünlerde gördüğü rağbetin nedenlerinden, Hey Douglas'ın akıbetinden, Mode XL'in nereden gelip nereye gittiğinden uzun uzun konuştuk. Hey Douglas'ın şu aralar altın çağını yaşayan bir proje olduğu doğru, fakat VeYasin'i dikkatle dinlerseniz aslında her şeyin yeni başladığını anlayacaksınız.
Öncelikle şunu açıklamam gerekiyor ki Hey Douglas, yani VeYasin arkadaşım değil. Açık hava festivalleri, küçük kulüpler, büyük sahneler, hatta plajlar derken bugüne kadar sayısız defa farklı mekânlarda dinlediğim ve daima övgüyle bahsettiğim için çevremdeki pek çok insan kendisinin arkadaşım olduğunu zannediyor. "Bizim bir etkinlik var/Röportaj yapmak istiyorum da, Hey Douglas'a nasıl ulaşabilirim?" gibi sorulara artık alıştım. Kendisi arkadaşım değil, fakat vaktim olduğu sürece hiçbir Hey Douglas performansını izleme fırsatını kaçırmıyorum. Bugüne kadar Hey Douglas'ın çaldığı hiçbir mekânın boş kaldığını görmedim veya mekânda ortama ayak uyduramayıp sıkılan birilerine rastlamadım. Set başladıktan sonra çok geçmeden herkes kendisini dans ederken buluyor.
Büyük sahnelerde gitar ve bağlamada VeYasin'e eşlik eden Tolga Böyük'ün de projeye eklenmesiyle Hey Douglas canlı setlerdeki cazibesini artırarak bildiği yolda on kaplan gücünde ilerlemeye devam ediyor. Bugünlerde İstanbul'un en çok aranan dj'i olduğu su götürmez bir gerçek; fakat kendisiyle tanışmadan bile emin olduğum bir şey vardı: Hey Douglas birden parlayıp kısa süre içinde tükenecek bir proje değil. VeYasin'in müzikal geçmişini, özellikle kayda değer bir süredir tabir-i caizse bir "dava" anlayışıyla devam ettirdiği Mode XL'i biraz olsun bilenlerin Hey Douglas'ın ayaklarının yere nasıl da sağlam bastığından şüphe edeceklerini sanmıyorum. VeYasin'in diğer vukuatlarını bilmeyenleri aydınlatmak amacıyla uzun zamandır gerçekleştirmek istediğim bu röportaj için kendisini stüdyosunda ziyaret ettim.
İki sene önce setleriniz internette sıklıkla paylaşılmaya başlamıştı, ama yaklaşık bir senedir Hey Douglas'a ilgi çok arttı. Bu ilgi patlamasının başlangıcı İstiklal Re-Edit projesinin yayınlanma zamanlarına mı tekabül ediyor?
Aslında bu kulaktan kulağa yayılmış bir proje diyebilirim, ama zirve yapması İstiklal Re-Edit ile beraber kendisini ispat etmesiyle oldu. Çünkü herkes bir şeyler tavsiye ediyor ama tavsiye edilen şeyler bir sonraki aşamada tökezleyip düşüyor veya çelimsiz çıkıyor, bir tarafı iyi olsa da diğer tarafında boşluk oluşuyor. Dinleyici bir müziği dinlerken yalnızca o müziği icra eden kişinin taraftarı olmuyor. Bence o kişinin, o müziğin arkasında durabildiğini göstermesi ve müzik haricinde başka vizyonlarını da ortaya koyabilmesi gerçek dinleyiciyle arasındaki samimiyeti sıkılaştırıyor. Bu da dikkat çekiyor. Bu aslında biraz disiplinler arası bir durum, “sadece müzik yapmakla bir yere varılmıyor”un özeti olarak düşünülebilir.
Ben de organik geliştiğini düşünüyorum, fakat bu süreci sizin nasıl yorumladığınızı özellikle merak ediyorum.
Hey Douglas'tan önce de müzikal bir geçmişim var, orada da bir kitle vardı. Benim ne yaptığımı takip ettikleri için o kitlenin de bir desteği oldu. Sonrasında Hey Douglas oluştu. Yaptığımız bütün projeler birbirini besliyor. Sadece müzik, resim, sinema gibi değil de bunların hepsini beraber düşünüyoruz. Hepsini beraber ele aldığımız için de bunlar birbirlerini daha güçlü bir şekilde destekliyor.
Kitleyi bir yana bırakırsak, kendi müzikal background'ınızdan ötürü Hey Douglas'ın bu kadar başarılı olacağını bekliyor muydunuz?
Ben dinleyicinin zeki olduğunu düşünüyorum. “Dinleyici bunu anlamaz” diyen müzisyen egosuyla bunun tam tersi olan “Dinleyici bunu istiyor” görüşleri iki ayrı uç. Ben dinleyiciyi kendim gibi görüyorum.
Aslında ben sizin iki işinizde de -hem Mode XL'de hem de Hey Douglas'ta- ortak bir yön görüyorum. Üstünkörü bir iş yapıp da sonra “dinleyici müziğimi anlamadı” diye şikayet etmektense, yaptığınız işi uzun zaman boyunca, kendini geliştirerek, üzerine sürekli bir taş daha koyarak ama inandığınız, bildiğiniz şekilde yapmaya devam etmek. Siz doğru bildiğiniz işe yeterince inanırsanız ve iyi yapmaya çalışırsanız eninde sonunda dinleyici kayıtsız kalamıyor mu acaba?
Ben bu işe başlarken “bu işten şu kadar para kazanayım, şöyle bir proje yapayım” diye yola çıkmadım. O yüzden de bu benim için bir yol ve bunu yaparken ilk önce kendim eğleniyorum.
Şu an bu kadar ilgi çekmiyor olsaydı da bu projeye devam edecektiniz ve belki de birkaç sene sonra Hey Douglas bu noktaya gelecekti diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Bu tip çalışmalar aynı zamanda beni zinde tutuyor. Bugün Tolga Böyük (Islandman, Mode XL, Hey Douglas) ile de yeni neler yapabileceğimizi konuştuk. Hey Douglas Türkçe şarkıları günümüz teknolojisiyle ya da sound'uyla birleştiriyor ama bilgisayarıma girip baktığınız zaman suyun içerisinde birçok değişik proje çıkartabilecek türde çalışma var. Bunları nasıl değerlendireceğimizi aramızda konuşuyoruz.
Hey Douglas'ın içine İstiklal Re-Edit projesi gibi çok da çıkış noktasıyla alakası olmayan başka projeler katmak gibi fikirleriniz var mı?
Hey Douglas'ın şu an elindeki parçaları yayınlaması gerekiyor. Ondan sonra da Hey Douglas'ın yapacağı şey kendi özgün müziğini yapmaya başlamak. Şu anda önceden bildiğimiz Türkçe şarkıları tekrar düzenleyip dinleyiciyle buluşturuyoruz ama bundan sonra kendi türkülerimizi yapmaya, sonra da onları tekrar düzenlemeye başlayacağız, öyle gidecek...
Bu yaptığınız bir yandan da riskli bir iş. Çok fazla deneyen var ama aradan sıyrılabilmek için de ortaya farklı bir şey koymak gerekiyor. Bunu size sormak ne kadar doğru bilmiyorum ama, ortaya farklı ne koydunuz da bu kadar ilgi çekti?
Bence benim bu konuda bir fikrim olduğunu gösterdim. Muhakkak bu işi yapan herkesin bir fikri vardır, yaptıkları şey onlara göre iyiyse iyidir, kötü de demiyorum. Sadece benimki bol şaşırtmacalı, şakalı diyebilirim. Bu sebepten dolayı biraz daha dikkat çekici oldu.
Acaba biraz da sizin müzikle bu türler arası alakanız ve prodüksiyon background'ın mı etkili oldu?
İlk başta konsantre olduğum nokta şuydu: Bizim 70'lerdeki Türk müziğini hor görmemek, buna dikkat çekmek. Dikkat çekmek için de bunu günümüz müziğiyle çarpıştırmak gerekiyordu. Ben de bunları biraz sert bir biçimde çarpıştırdım. Bu tarz yapan diğer arkadaşlar da 70'lerdeki Türk müziğini, veya 80'ler, 90'lardaki, kısacası geçmişte kalan müziği seviyorlar. Çalışma biçimiyle de alakalı olabilir bilmiyorum ama ben başka tür projelerle de ilgilendiğim için bu konuda daha cesur davrandım diyebilirim.
İki, üç saatlik bir sette dinleyicinin dikkatini canlı tutmak, sonuna kadar dinletebilmek hiç kolay değil. Sizin alametifarikanız set boyunca groove'u hiç kaybetmemeniz ve sürekli şaşırtmacalarla dikkati canlı tutmanız gibi geliyor bana.
Sen dinleyici olarak öyle diyorsan senin yorumun benim için daha önemli. Ben hakikaten de bu müziği duymak istediğim şekilde icra ediyorum.
60'lar, 70'ler psychedelic Anadolu pop-rock müziği konusuna girmişken; sizce neden bu müzikler son senelerde bu kadar ilgi görmeye başladı? Finders Keepers Records, Guerssen gibi plak şirketlerinin bu müziklere gösterdiği ilginin geri dönüp buraya gelmiş olmasının bir nebze etkisi olabilir mi?
Zamanında yurt dışında plak çıktığı zaman sekiz sene sonra Türkiye'ye geliyordu ama şu an dünyanın bir ucunda bir şey çıksa hemen bizim haberimiz oluyor. Dinleyiciler de araştırma yapıyor, dinledikleri şeyin ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorlar. Aslında bu sadece Türkiye'de yapılan bir şey değil. 70'lerin, 60'ların, belki de daha eski 1950'lerin sample'larını şu an günümüzde hâlâ kullanıyorlar; mesela Bruno Mars'ın yaptığı şarkı (Uptown Funk) Amerika'nın soul funk şarkılarının uyarlaması. Jennifer Lopez de bir dönem bunu yaptı, aslında herkes yapıyor, rapçilerin hepsi... The Doors'un Riders on the Storm'u yapıldı mesela. Popüler MTV dünyasında bu zaten var ama bunu Türkçe olarak yapmaya başladığında "ne oldu, bizim Türk müziği geri mi geliyor, 70'lere bir geri dönüş mü var" gibi algılandı. Aslında bu bir çalışma tarzı, mesela hip-hop müziğinin doğuşu ve müzikal altyapısının oluşumu sample'lara dayanır. Bir gün Mode XL ile bir radyo programındayken canlı yayına bağlanan bir dinleyici "Abi neden hep rock enstrümanları kullanıyorsunuz?" diye sordu. Hip-hop enstrümanı biliyorsan bir sonraki albümde onu kullanayım dedim. Hiphop'ın enstrümanı zaten o sample'lar. Ben de o kültürden gelme birisi olduğum için doğal olarak bununla uzun zamandan beri haşır neşirim aslında. Bu benim durduk yere "bir dakika, ben şu sample'ları kesip biçeyim de bir şeyler yapayım" dediğim bir durum değil. Bu benim müziğe başladığım andan itibaren bir teknik olarak devamlı oturup çalıştığım bir durum.
Aslında yalnızca sizin işinizle alakalı değil bahsettiğim durum. Genel olarak müzik yapan diğer gruplarda da o dönemin psychedelic rock sound'una daha fazla ilgi var, o dönemden yoğun olarak besleniyorlar ve seyircide de bu yönde artan bir ilgi gözlemliyorum.
Şöyle söyleyeyim, mesela Cem Karaca ve Barış Manço İngilizce şarkılar yaptılar. Sonra baktılar İngilizce şarkı yapmakla bir şey olmuyor. Yurt dışındakilerin kopyası oluyor... Yurt dışındaki imkânlar daha büyük olduğu için sound kalitesi olarak da bunlara yetişemiyorlar. Sonra dediler ki "bizim türkülerimize geri dönüp bir bakalım neler varmış". 70'lerdeki psychedelic müzik olarak bahsettiğimiz her şey bizim türkülerimizden yola çıkarak oluşmuş bir dünyanın müziği. Şu an benim yaptığım da aynı şey, hiçbir farkı yok. Barış Manço'nun bir televizyon röportajı vardı, bir tane dinleyicisinin “yeni albümünüzde çok bilgisayar kullandınız, biz eski çalışmalarınızı özledik” diyerek kendisini eleştirmesi üzerine şöyle söylüyor: “Mozart da şu an yaşıyor olsaydı o da bilgisayar kullanıyor olurdu”. Artık müzik de senfoni orkestralarından dj kabinlerine kadar indi. 50 kişinin yaptığı müziği şu an bir kişi yapabiliyor. Artık 10-20 kişilik ekipler halinde sahneye çıkmak imkânsız gibi bir şey oldu. Bunu yapan gruplar hakikaten çok zorlanıyorlardır.
Sizce bu işi 10 veya 15 sene önce yapsaydınız bu kadar ilgi çeker miydi? Bence daha genel bir şeyden bahsediyoruz, Türkçe sözlü veya yerli üretim müzik dinlemeye karşı da bir geri dönüş var. Mesela benim gençliğimde “ben Türkçe müzik dinlemiyorum” tavrı yaygındı.
Benim gençliğimde Türkçe müzik dinleyebiliyorduk, mesela bir İlhan İrem dinleyebiliyorduk. Şu anda İlhan İrem gibi tınlayan veya o duyguyu sana veren yeni çıkan bir müzik duymadığın zaman ister istemez eskiye geri dönüyorsun.
Güzel, tam olarak böyle bir noktaya ulaşmaya çalışıyordum. Bu geri dönüşün arkasındaki nedenin yenilerde aradığını bulamamak mı olduğunu merak ediyorum ben de.
Dediğim gibi, bana göre birinci sebep artık herkesin bütün dünyayı tarayıp istediği müziği dinleyebildiği bir ortamda kendisiyle ilgili bir şeye, özüne dönmesiyle ilgili. İkincisi de baktığınız zaman yapılan müziklerin hepsi reklam sektörüne hitap eden, gündemlik işler. Kalıcı gözle bakılmayan, sadece “yazlık”, “mevsimlik” gözüyle bakılan işler. Hâl böyle olunca Türkçe müzik dinleyen bir dinleyici de ister istemez kulağını geçmişe doğru çeviriyor. Böyle üçüncü, dördüncü sebepleri de buluruz aslında. Birçok faktör olduğunu düşünüyorum.
Birçok faktörün aynı dönemde bir araya gelmesi.
Aynen öyle. Edit yapan diğer arkadaşlarla da bir şekilde böyle bir kültür ve camia oluşmaya başlıyor, bu da hoş bir şey. Yapanlar arasında beğendiğim isimler de var ama dediğim gibi Hey Douglas full prodüksiyon.
Live setlere gitar ve bağlama eklemeye başlayalı ne kadar oldu?
Büyük sahnelerde çalmaya başladığımızdan beri. Büyük sahnelerde tek başına çıkıp çalmak için hakikaten büyük sahne prodüksiyonları gerekiyor. Yurt dışından gelen büyük dj'leri düşün. Gerçi birçoğunun da çok büyük sahne prodüksiyonları yok, mesela Skrillex geldiğinde arkada bir tane LED ekran ve görsellerle çıkabiliyor. Tabii onun müziği globalde ses getirdiği için insanlar onu görmek veya orada olmak için konserlere gidiyor olabilir ama bizim amacımız Hey Douglas müziğini sahnede de olabildiğince geniş çaplı bir orkestrayla sunabilmek.
Projeye başka eklemeler de yapmayı düşünür müsünüz?
İmkânımız olursa... Bu projeden kazandığımızı yine bu projeye harcıyoruz. Görselleri, sahnesi vs. Kendimizi yıpratmasın istediğimiz için şartlarımızı da ona göre belirliyoruz.
Peki hayal kurarsak, elinizde yeterli imkân olduğunda bu proje en uç nereye kadar gider?
Bu proje kendi müziğini yapmaya başlar. Ondan sonra da Barış Manço'nun B harfi olsa iyidir diyorum ben.
Peki siz 70'ler müziğini hiç kopmadan dinlediniz mi yoksa siz de bir yerden sonra keşfedenlerden misiniz?
Bu benim çocukken dinlediğim müzik, çünkü bu şarkıları annem mutfaktayken söylüyordu. Şu an Türk dizileri için söylenen “mutfaktan dinlenebiliyorsa bu dizi tutar” diye bir laf var. Biz de o zamanlar mutfaktan müzik dinliyorduk. Annemiz yemek yaparken veya babamız odun kırarken bizim de bu müzikleri kasetçalardan ya da plakçılardan değil de ilk onların ağzından mırıldanırlarken duymuşluğumuz var. Onun haricinde bunlar zaten bilinçaltına iyice yerleşmiş, ilk duyduğunda hemen sahipleniyorsun.
Arkadaşlarımın çoğu, özellikle 90 sonrası doğumlu olanlar birkaç sene öncesine kadar bu müzikleri çok demode buluyorlardı. Şimdilerde aynı insanlardan “Selda Bağcan bayağı iyiymiş yahu, bu ara çok dinliyorum” gibi laflar duyuyorum, adeta Amerika'yı yeniden keşfeder gibiler.
Onları bir şekilde kazanmak lazım. Bu kazanç Türk müziğine sağlanmış bir kazanç.
Doğu-batı sentezi içeren işlerde şöyle bir handikap olduğunu düşünüyorum: Ucuz görünmekle özgün olmak arasında bıçak sırtı bir sınır var. O dengeyi kurabilmek için nasıl bir background gerekiyor, ya da nasıl bir vizyon?
Şöyle aslında, Rahmi Koç'un bir sözü var: “Vizyon abartılırsa illüzyon olur”. Fazla vizyon sahibiyim, ben böyle yapacağım diye yola çıkmaktan ziyade önce o vizyonu dengelemek gerekiyor. Çünkü hakikaten de bulunduğun şart, kokladığın hava, bulunduğun her şehir bunu etkiliyor. Mesela ben dinleyiciye müziği bu stüdyoda dinletsem bütün müziklerimi çok beğenirler. Çünkü buranın atmosferi, ışığı, havası her şeyiyle onların bu müziği dinlemesine uygun bir şekilde tasarlanmış; çünkü bu müzik burada yapılıyor. Bu da onun gibi bir şey, gitmeden görmeden konuşmak gibi bir şey. Ben bile şu anda deli gibi araştırıyorum. Bir şarkıyı Soundcloud'a yükleyince altına Wikipedia sayfasını ekliyorum ki o sanatçının kim olduğunu öğrensinler. Bazen ben de onlarla beraber öğreniyorum. Aslında yolda öğreniliyor, o yüzden yolda öğrenmekten utanmamak lazım. Yoksa öğrenmiş ya da biliyormuş gibi yapmak, senin bahsettiğin şey, riskli durumlar oluşturabiliyor. Ama artık yıllardır müzik yapan kişiler olarak bu özgüvene sahip olduğumuzu düşünüyorum. Mesela Soundcloud'tan her gün “Şu şarkıya da bakar mısın?”, “Şunun da şöyle bir şarkısı var, gördün mü?” gibi mesajlar alıyorum. Ben de onlardan öğreniyorum birçoğunu. Çünkü hakikaten 70'leri sevmek, 70'lerdeki gibi yaşamak için birçok şeyden feragat etmek lazım. Şu an 2016 yılındayız. Geçmişimizi bilmemiz, bilmediğimiz için utanmamamız, yolda öğrenebildiğimiz kadarıyla öğrenmeye çalışmamız gerekiyor.
İkisini de sindirmiş olunca özgün bir şey çıkıyor sanırım, aksi takdirde oryantalizm tuzağına düşülüyor. Hâlbuki bir işin hem yerel hem global anlamda ilgi çekebilmesi için ikisini de iyi bilen birileri tarafından yapılmış olması gerekiyor.
Hey Douglas'ın şarkılarını ilk Berlin'de, ikinci olarak Münich'te çaldım. Orada benden önce çalan grup 60 yaşlarında evli bir çiftten oluşuyordu. Masanın üzerinde yemek yaparken çıkan sesleri dinleyici ile buluşturuyorlardı. Bu kadar deneysel bir şeyi dinlemeye gelen insanlar sonrasında ben Hey Douglas çalınca dans etmeye başladılar.
Dinleyicinin kulağının her türlü sese açık olması da çok önemli bir şey.
Evet, o “müzikten değil de seslerden zevk alma” olayını benimsemişler diyebilirim.
İki sene önceki bir röportajınızda Türkiye'deki müzik piyasasıyla ilgili ne düşündüğünüz sorulduğunda “iyimser bakmaya çalışıyorum” demişsiniz. Hâlâ iyimser bakmaya çalışıyor musunuz ya da bakabiliyor musunuz, son iki senede bir şey değişti mi?
Sadece bizim adımıza söylemiyorum, şu an alternatif müzik yapan insanlara daha fazla sahne hakkı tanınıyor. Bu da iyimser bakmamız gerektiğinin bir göstergesi diye düşünüyorum. Öte yandan müzisyenin algısı hep açık olmalı. “MP3 çıktı müzik piyasası bitti” dendi ama şu anda Souncloud üzerinde müziğini dinletme imkânın çok yüksek. Aslında şu anda adil bir durum söz konusu. Hangi tarz müzik yapıyor olursa olsun müzisyen bu saatten sonra bütün dezavantajları avantaja dönüştürmekle mükellef.
Uluslararası festivallerden teklifler geliyor mu?
Bu sene Fusion Fest'ten teklif gelmişti. Bu yıl yurt dışındaki festivallere gidemedik ama yurt dışı konserlerimiz oldu.
Mode XL'e vakit kalıyor mu bu arada?
Kalıyor! Geçen yıl Mevzu Makamı albümünü yaptık. Bizim Mode XL albümleri genelde iki, üç sene sonra değer görmeye başlar.
Bu sefer öyle olmadı bence, çabuk ilgi gördü.
Bu son albüm bir deprem etkisi yarattı ama şöyle düşün; deprem olmadan önce fay hattı önce bir sıkışır sonra rahatlar ya... Buna rağmen bizim tarihimizde kıtaları birbirinden ayıran bir şey olmadı bu albüm. Yine de dinleyicimiz bizimle aynı frekansta, bizi dinleyenler gayet memnun. O yüzden “herkes bizi dinlesin” gibi bir kaygımız yok.
Bana Mode XL'in süreci organik gelişiyor gibi geliyor... Katlana katlana, yavaş yavaş.
Çünkü biz de Mode XL ile beraber müzik yaparken kendimizi bireysel olarak bir adım ileri nasıl taşırız diye düşünüyoruz. Çünkü grup olmak da çok zor bir şey. Zaten iki kişinin bir araya gelmesi ve aynı frekansta bir şeye hizmet etmesi, o dengeyi tutturmak zaman alıyor. Dengeyi tutturduktan sonra yeni bir albüm, bir konser, bir klip, sonrasında yine bir beslenme dönemi. Bu tarlayı ekip sonra nadasa bırakmak gibi bir şey. Hakikaten biz Mode XL'de hissetmediğimiz, söylemek istemediğimiz bir şeyi söylemek istesek şu an her türlü imkânımız var. Aslında bu saatten sonra müzikal anlamda her şeyi yapabiliriz ama biraz da bizim kendimizi nadasa bırakıp, beslenip, kayıt sırasında/sahnede icra ederken bizi de hakikaten şaşırtacak, heyecanlandıracak durumlar yaratmamız gerekiyor.
Mode XL'de live band ile icra ettiğiniz dolu dolu müzikle normal şartlarda rap ile pek de ilgilenmeyen farklı bir kitleyi çekmeye başladığınızı düşünüyor musunuz? Aslında bu soruyu Mode XL özelinde düşünmeyin, dünyada da yükselen trend bu yönde. Burada da Mode XL bu yönelime öncülük etti, arkası da gelmeye başladı.
Biz yıllardır live olarak sahne alan bir hip hop grubuyuz. Yeri geldi Ankara'da sahnemizde saksafon, trompet, kontrbas, çello oldu. Şu anda İstanbul'dayız ve İstanbul'daki müzisyen arkadaşlarımızla beraber iki tane davulla sahneye çıkıyoruz. Bunlar tabii ki hiç kolay şeyler değil. Ama bunun zorluklarını şuna benzetiyorum: Geçenlerde bir rapçi arkadaş “live müzik yapmak, o kadar insanın bir araya gelip bir şey yapabiliyor olması çok zor” dedi. Bu şunun gibi bir şey: Ağacın olsun istiyorsun ama tohumunu bugün atmışsın.
Aslında rap dışında diğer müzik türlerinde bütün gruplar bunu yapıyor.
Rapçiler için iş biraz daha zor. Diğer gruplarda üyelerin hepsi zaten müzikle uğraşan, enstrüman çalan insanlar. Rapçilerin arasında enstrüman çalan çok az insan vardır. Hâl böyle olunca onlar şu anda ağacım olsun, dalları olsun istiyorlar ama fidesini daha bugün dikmişler. Biz bunun tohumunu 20 sene önce ektik. İşin bir de şöyle bir yönü var, bugün live müzik yapmanın en büyük avantajı gece alkol satılan yerlerde sahneye çıkabilmek. Çünkü eğer live çıkamıyorsan şu anda senin 18 yaşından küçüklere hitap ediyor olman lazım. Durum öyle bir noktaya geldi. Ama biz Mode XL olarak uzun zamandan beri 18 yaş altı konserlere çıkmadık. Yine çıkarız, çıkmayız değil ama artık bizim müziğimizi, sound'umuzu, sözlerimizi düşününce o çocukların bizi gizli gizli dinlemesi gerekiyor.
Mode XL sahnede bu line-up'ı koruyacak mı?
Biz Mode XL olarak iki davul çıkıyoruz ama belki önümüzdeki konserde hiç davul kullanmayız, bir gitar ve bir bas çıkarız. Ya da ben bir şey çalarım, Evren söyler; bu da bir ihtimal. Bir sonraki albüm projemiz böyle de olabilir. Önemli olan o müziği sahnede icra edebilmek.
Genel olarak böyle bir trend yükselir mi sizce burada?
Amerika'da live müzik daha kolay, rapçiler bunu yapmaya daha önce başladılar. Onlarda sektör ve imkânlar çok daha geniş olduğu için live çıkmasalar bile bambaşka şovlar yapıp live band'in eksikliğini unutturabiliyorlar. Eğlence sektörü Amerika'nın elinde olduğu ve bu müzik de Amerikan kökenli bir müzik olduğu için durum böyle gelişiyor. Mesela Mode XL'in son albümünde Hey Douglas'tan göndermeler de var. Dinlediğimiz ve ilgilendiğimiz şeylerin değişmesi zaman içinde doğal olarak sound'umuza yansıyor. Hakikaten de Türkiye'de rap müzik yapıyoruz ve Türk enstrümanlarını, ezgilerini de bu albümde severek ve isteyerek, olabildiğince kullanmaya çalıştık.
Geçtiğimiz günlerde bir yerde “pek rap dinlemediğinizi” söylemişsiniz.
Evet, rap dinleyemiyoruz. Ben rap konusunda 1990'larda kaldım. 90'ların sonu, 2000'lerin başında zaten bizim için belli bir dönem kapanmış oldu. Ondan sonrası kendi sound'umuza yönelmek oldu, bir yandan dünya sound'unu takip etmeye başladık ama şu an Evren olsaydı bunu daha iyi anlatırdı; onun hayran olduğu veya 90'larda dinlediği gruplar şu anda çok acayip şovlarda, başka hareketlerde. O yüzden biraz hayal kırıklığı da oldu. Bir de daha çok sound peşinde olduğumuz için neredeyse bir dinlediğimizi bir daha dinlemiyoruz, öyle dinleyiciler haline geldik açıkçası.
Hey Douglas 26 Ekim'de Gece Gezmesi kapsamında Dorock XL'ta (İstanbul Caz Festivali), 2 Aralık'ta Babylon Bomonti'de izlenebilir.