Yakın zamanda Moda Sahnesi’nde iki oyununu izledim. İkisinin de çıkışında hayranların fotoğraf çektirmek için sıradaydı. Bu uzun sıralar sana nasıl hissettiriyor?
Bu bir muhabbet aslında. Tanış olmak, dokunmak, gözüne bakmak, naber demek… Bazen işimizin böyle bir etki doğurması ilginç geliyor tabii. Ama genelde yabancılaşmıyorum. Artık alıştım bu duruma. Bu ilgiyi görmemeye alışkınım aslında. Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli olarak çalışmaya başlamamı baz alırsak, sahneye çıkalı on dört yıl olmuş. Bu on dört yılın son yedi yılında ünlendim. Öncesinde ben sahneden indiğim zaman kimse ‘merhaba’ demiyordu. O yüzden bu ilgi beni bozmaz. İleride olmaması da aynı şekilde bozmaz. Biliyorum, o zamanlar da gelecek. Belki 50’li yaşlarda ünlü olmayacağım. Veya benim 60 yaşımdaki halimle değil, benimle aynı oyunda rol alan 19, 20 yaşındaki çocukla fotoğraf çektirmek isteyecekler. Bu doğanın döngüsü. Bu nedenle bu durum beni öyle çok iyi hissettirmiyor. Diğer taraftan ilgi görmek tabii ki güzel bir şey. Bu arada kimin oyunu beğendiği için kimin de sadece fotoğraf çektirmeye geldiğini, kimin neyi takip ettiğini gözlerinden ve söylediklerinden anlıyorum.
Nasıl peki oranlar? Ne için gelenler çoğunlukta?
Fena değil. En azından çok can sıkıcı değil (gülüyor).
Moda Sahnesi yazın ara verecek mi? Gelecek sezonda bizi neler bekliyor? Yeni oyunlar hakkında ipuçları verir misiniz?
Evet son oyun 22 Haziran’da. Yeni oyunlara da karar verdik ama henüz açıklamayacağız. Sırasıyla yeni çalışacağımız oyunlar var. Bir ay içinde herhalde paylaşırız. Benim oynadığım Parkta Güzel Bir Gün ve Bütün Çılgınlar Sever Beni yeni sezonda da devam edecek.
Parkta Güzel Bir Gün siyasi bir komedi. Bu kadar siyasal çatışmaların sıcak olduğu bir dönemde, her oyunda seyirciden farklı tepkiler alıyor musunuz?
İlginç bir topluluğa oynamıyorsak, bir toplu satış söz konusu değilse veya gittiğimiz şehirlerde mevzuya özel bir refleks yoksa, genellikle hep beklediğimiz yerde beklediğimiz tepkiler geliyor. Aslında her oyun biraz siyasidir. Bugün oynadığımız Bütün Çılgınlar Sever Beni de politik bir oyun. Sermayeyi ele geçirmiş tarafı iktidar olarak görebilirsin, benim canlandırdığım karakter AKP’li bir milletvekili de olabilir veya iktidara çalışan bir mimar da... Güçlü olanın tarafında çalışan biriysen öyle davranırsın, öyle delirirsin. Egemenin dili, egemenin tavrı, egemenin kadına ve duruma yaklaşımı… Veya Romeo Juliet, o da dibine kadar politik bir oyun. Her ne kadar teması aşk olsa da, kökende sınıfsal bir kavga var.
Parkta Güzel Bir Gün’de direkt göndermeler var…
Parkın Gezi Parkı’na bir göndermesi yok aslında. Dolaylı göndermeleri var. Ve üstelik aslına bakarsan bir sınır hikayesi. Türkiye’nin Suriye veya Yunanistan sınırını baz alabilirsin. İnsanların birbirine koyduğu sınır, aidiyet, mülkiyet, varoluş, vatan, vatan toprağı, bayrak… Bütün bunları irdeleyen, bunlara mesafeyle bakıp, seyirciye de irdeleten bir oyun.
Moda Sahnesi’nde hep yabancı yazarların oyunlarını oynuyorsunuz. Yerli yazarlara yer vermeyi düşünüyor musunuz?
Türkiyeli yazarlar çok iyi şeyler yazıyorlar bence. Ama biz hangi oyunların oynanacağına 12 ortak hep beraber karar verdiğimiz için bazen topluca ikna olamıyoruz. Önemli olan hepimizin ikna olması. Ben her yıl bir Türk yazardan oynamamız gerektiğini düşünüyorum ama oynamış olmak için de oynayamayız. O nitelikte bir şey gelirse tabii ki açığız.
Oyun seçimlerini nasıl yapıyorsunuz?
İlk önce diğer oyunlarımız içinde nasıl konumlandıracağımızı düşünüyoruz. Diğerlerinden farklı bir yapısı olması lazım. Sonrasında cast’ı düşünüyoruz. Onun dışında söylemek istediğimiz şeye hizmet ediyor mu, biz söylemek istediğimiz şeye doğru evrilecek miyiz, tekstin yapısı buna müsait mi, aynı zamanda oyun oynamaya müsait mi, bunlara bakıyoruz. Bazı oyunlar daha diyaloga dayalı olabiliyor; oyuncuyu oynatmaktan öte bir sahne matematiği olan, daha çok kendini dayatan oyunlar oluyor. Biz bu tarz oyunları değil de, hem sözümüzü, duygumuzu, durumumuzu iletebileceğimiz hem de oyun çıkarabileceğimiz, yani sahne üzerinde devinime hizmet eden, herkesin anlayabileceği oyunları tercih ediyoruz. Ve Moda Sahnesi olarak daha iyi oyunlar oynayabilmek, içeriği zenginleştirmek, daha çok imkan yaratabilmek, daha çok seyirciyle buluşabilmek için çalışıyoruz.
Tabii tek sorumluluğunuz Moda Sahnesi değil… Diğer taraftan Kutu Film var...
Evet, Moda Sahnesi’nin ortaklarından biri olan İlksen Başarır’la birlikte Kutu Film’de yürüttüğümüz projeler var. Her sene bir film yapıyoruz. Önümüzdeki günlerde yapımcısı olacağımız iki film yapacağız. İkisi de komedi filmi. Onun haricinde bir tane festivale yönelik duran, piyasanın ne yazık ki öyle konumlandırıp, öyle adlandırdığı bir film çekeceğiz. Piyasacı zihniyetin konumladığı bir yer bu. Üçü de bu yaz çekilecek.
Bu arada Kürk Mantolu Madonna uyarlamanız da merakla bekleniyor. Ne zaman izleyeceğiz bu filmi?
2016 yılının Ekim ayı gibi çekimlere başlayacağız. Kadın cast’ının kim olacağı hala belli değil. Ama yabancı bir oyuncu olacağı kesin. Kürk Mantolu Madonna 100. baskısına doğru gidiyor. Özellikle son altı-yedi yıldır çok popülerleşti.
Sizin Kürk Mantolu Madonna hikayeniz nasıl başladı?
Ben Sabahattin Ali’yi zaten çok severdim ve keşke biri Kürk Mantolu Madonna’yı çekse diye de konuşurduk. Ama bir türlü gerçekleşmiyordu. Sonra bir gün yapılacağını duyduk. Fikir alışverişinde bulunmak için bir araya geldik. Oturduk senaryoyu okuduk. Sonra bize “Şu anda bu projeyi çalıştığımız ekiple çok iyi anlaşamıyoruz. Siz yapar mısınız?” dediler. Biz de kabul ettik ve çalışmaya başladık. Derken, o grup yapmaktan vazgeçti. Sonra biz telifi için gittik, Filiz Ali’yle (Sabahattin Ali’nin kızı) konuştuk. Filiz Ali, “Mert oynarsa İlksen çekerse tamam” dedi. Zaten çok istiyordu bu projeyi, bizim ortak yaptığımız filmleri, Başka Dilde Aşk’ı ve Atlıkarınca’yı da izlemiş ve beğenmiş. Son üç yıldır sağlam adımlarla bu film için ilerliyoruz. Kültür Bakanlığı’ndan destek aldık, Alman bir ortağımız var, Türkiye’den bir ortağımız var.
Raif Efendi çok naif ve özel bir karakter. Sende nasıl bir hissiyat bırakıyor?
Raif Efendi, çok özel, naif ve bozulmamış insanlardan. Aslında yaşarken intihar etmiş bir adam. Fişini çekmiş ve duruyor. Bu çok basit bir tanım tabii. Çünkü çok derinlikli bir karakter. Bir yandan da dürüst bir aşk adamı. Günümüz için fazla naif ve güçsüz gibi dursa da çok dürüst bir adam. O anlamda beni heyecanlandırıyor. Filiz Ali de Raif Efendi’yi naif birinin oynaması gerek demişti. O aslında Naif Efendi. Bende de o özelliğin olduğunu söyledi. Oyunculuk anlamında zor aslında. Çünkü uzun uzun performans göstereceğiniz bir roldense, sakin ve temiz oynamanız gereken bir rol. Üzerine düşünüyorum.
Şimdiye kadar yaptığın röportajlara baktığımda, çoğu filmlerinden yola çıkarak aşk üzerine hemen her şeyi konuştuğunu gördüm. İlişkiler üzerine konuşmayı seviyor musun?
İlişki terapisti gibi oldum (gülüyor). Ne oynarsan, onunla ilgili sorular yönleniyor. Ensest üzerine film yapıyoruz, insanlar bunun uzmanıymışız gibi sorular yönlendirmeye başlıyor. Bu nedenle sorumluluk hissettiğin için de oturup çalışıyorsun. Bu tabii çok geliştirici. Film sürecinin de böyle olması lazım. Ama yine de bu beni o konunun uzmanı yapmaz. Aşk filminde oynadığım zaman ilişki terapisti olamam. Bakış açımı sorduklarında ben de cevaplamaya çalışıyorum. Ben bir de röportaja sohbet gibi bakıyorum. Bugün oyun sonrasında olduğu gibi insanlar sana bir şey bırakmak ve senden bir şey almak istiyor. Röportaj da böyle. Örneğin sonrasında sosyal medyada, röportajı okuyan kişilerin yorumlarını görüyoruz. Desteklemek veya yemek için, ne olursa olsun bir alışveriş var. Seninle sohbetimiz vasıtasıyla, sohbet edemediğim yüzlerce kişiyle bağlantı kurmuş oluyorum. O yüzden değerli ve hiçbir sorudan sıkılmıyorum.
Mert Fırat deyince pek çok kişinin kafasında hayırlı evlat, iyi sevgili, sorumluluk sahibi vatandaş gibi ideal özellikler canlanıyor. Senin kendinden sıkıldığın oluyor mu?
Yoo hayır. Bendeki sosyal sorumluluk ruhu çok erken yaşlarda başladı. 13 yaşında kürek çekmeye başladım. Akabinde Halk Evleri çıktı karşıma, orada tiyatro dersleri derken politik olarak da bir şeylerin farkına varmaya başladım. Beşinci sınıfa gidiyordum, evdekiler Kırmızı Koltuk izliyordu, ben de izliyordum. O süreçte politik duruşum şekillendi ve bunun olmamasının bir boşluk, bir zafiyet olduğu düşüncesi hasıl oldu. Bu durum yıllar içinde doğal hale geldi. Ben kendimi özel bir şey yapıyormuşum gibi hissetmiyorum. Ama her sosyal sorumluluk projesinde var olmak rahatsız ediyor. O zaman mesele ciddiyetini kaybediyor. Her şeyi bir videoyla anlatmak, yeni bir şey denememek, bunların hepsi ciddi bir kirlenme. Tabii insanların bu bilinci birbirlerine aşılıyor olmaları çok güzel bir gelişme. Ama bir yandan da biz o insanları çok farklı kazanabilecekken, sürdürülebilir bir çalışma yapılmadığı için ve proje ihtiyaç sahibiyle ihtiyacı karşılayanı doğru bir şekilde buluşturamadığı için hevesler kırılabiliyor. Bu nedenle dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum ve her videoya çıkmıyorum. Yoksa her hafta “Şunu söyler misiniz?” diye video çekmek isteyen oluyor. Diğer taraftan Bana Göz Kulak Ol ve İşitme Engelliler Derneği gibi üyesi olduğum dernekler var.
Peki ideal eş ve sevgililik durumu?
İdeal bir sevgili olduğumu zannetmiyorum. Bir de kime göre ideal? Belki ben çok sıkıcı biriyim. Belki o kadar çok işimle gücümle ilgiliyim ki, hayatımdaki insana vakit ayıramıyorum. Aslında bütün bunlar benim için çalışma değil. Birisinin senin ücretini satın alıp, istemediğin saat aralıklarında sürekli bir şey yaptırıyor olması durumu can sıkıcı. Ben kendi filmimi çekerken öyle hissetmiyorum veya başka bir yapım şirketinin çok inandığım bir senaryosunu çekerken öyle hissetmiyorum. Çünkü bir şey yaratıyoruz.