21. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyerini yapan Yuva| Home oyununun yazar ve yönetmeni Sami Berat Marçalı ile bir araya geldik. Her yıl birçok tiyatro oyunu sahneye koyan Marçalı ile yeni bir oluşum olan B Planı, Yuva| Home oyunu ve rejisör olarak bakış açısı üzerine sohbet ettik.
Sami Berat Marçalı, Yıldız Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Kariyerine rejisör olarak Korku Tüneli adlı oyunla başladı. Sıfırnoktaiki adlı tiyatroda 2010 yılının sonlarına kadar çalışmalar yaptı. Ardından İkincikat Tiyatro’yu kurdu. Olivia Han’da başlayan çalışmaların ardından biri Aznavur Pasajı’ndaki Sekizinci Kat, diğeri yeni yeri Karaköy’deki İkinci Kat olan iki tiyatroyu hayata geçirdi. Geçtiğimiz yıllarda İkinci Kat Tiyatro’dan ayrılarak kendi tiyatrosu olan B Planı’nı kurdu. B Planı ilk olarak İstila oyunu ile karşımıza çıktı. Bu yıl ise Rajiv Joseph’in Tac’ın Nöbetçileri adlı oyunu ve Marçalı’nın yazdığı Yuva| Home oyunuyla karşımızda.
İkincikat Tiyaro’da oldukça nitelikli projeler ortaya koyduktan sonra şimdi B Planı ile yepyeni bir bakışla projeler üretiyorsun. Biraz B Planı’nın gelişiminden, sahne sanatlarındaki yerinden ve bakış açısından bahsedebilir misin?
Öncesi bir arayış ve kendimi tanıma süreciydi. B Planı'na kadar çok hata yaptım, bu hatalardan çok şey öğrendim. En önemlisi kendi yapmak istediğim tiyatronun ne olmaması gerektiğini anladım. B Planı'nı yüreğimi sonuna kadar açarak savunabiliyorum. Bu da bana büyük bir özgürlük veriyor. B Planı, oyun alanı daraldığı için çemberi büyütmek isteyen, kitlesini ve sınırlarını geniş tutan, kesişen yolların güzelliğine inanan bir ekip tarafından kuruldu. Herkes samimi. Herkes dürüst. Herkes mutlu. Bunlar, yaptığımız işlerden daha önemli bizim için. Kendimizi anlatabileceğimiz yeni dilleri, bunun bir oyun olduğunu unutmayarak arıyoruz. Yeni, dertli, ilham veren tekstlerin peşindeyiz. Göçebe bir tiyatroyuz. Her yerde oynuyoruz. Bu böyle de devam edecek gibi duruyor. Mekânsız olmak zor, evet. Sahne bulamıyorsun, sahneler sözlerini tutmuyor, seyirciyi bu gezen hale alıştırmak zor falan filan. Gene de bir sahne yaşatmak adına altına imzamızı atmak istemeyeceğimiz işleri yapmama lüksünü sunuyor bize. Bundan vazgeçmeye pek niyetli değiliz açıkçası. Bağımsız bir tiyatro. Ve bu hiçbir zaman değişmeyecek. Bir gün plan işlemeyecek. O zaman geldiğinde de C Planı'nımızı arayacağız.
Yuva| Home oyununu New York’ta olduğun zamanlarda LPAC'in Global Değişim Programı sırasında yazdığını biliyorum. Metnin gelişim aşamasından ve bu süreçte nasıl bir zaman geçirdiğinden bahsedebilir misin?
Handan Özbilgin Bromley davet etti beni oraya. İki yılı geçen bir süreç geçirdik. İlk ayağında New York'taydık. Evrim Doğan ve Bedir Bedir'i yanıma alıp gitmiştim. Orada henüz kurmakta olduğum hikâyemi doğaçlayarak, oyunlar oynayarak, egzersiz yaparak geliştirmeye çalıştık. İlk sahneyi orada yazdım ve bu sahneyi seyirciyle paylaştık. İstanbul'a döner dönmez de ilk taslağımı bitirdim. İnternet üzerinden LPAC'e benim oyunumu yönetmek üzere başvuru yapan yönetmenlere seçme yaptım ve en Amerikalısını seçip - projenin amacında iki ucu birleştirmek hedeflerden biri olduğu için doğru bir seçim diye düşünüyorum - onun eşliğinde ikinci ayağı İstanbul'da gerçekleştirdik. Sahneleri anlamaya çalıştık ve seyirciye bir kısmını okuduk. Sonrasında da yaklaşık elli taslak daha yazdım. Bunların yarısı bana çok faydalı oldu yarısı da zaman kaybıydı. Ama çok öğrendim diyebilirim. Sonra oyunun seyirciyle buluşması için üçüncü ayağı gerçekleştirdik. New York LPAC'te sekiz temsil yaptık. Bence iyi bir deneyimdi. Kimse gözünde bir yerleri o kadar büyütmesin. Orası sadece daha boyalı, o kadar.
New Yorklu bir yönetmenle çalışmanın bu kadar zor olabileceğini tahmin etmiyordum açıkçası. Bütün süreç biraz kavgalıydı. Yönetmen, Amerikalı seyirciye çok önem veriyordu. Bu sebeple metni onların anlayabileceği, kaba tabirle yüzeysel bir hale getirmem için çabalıyordu. Ben de tam tersi daha derin ve yaralarımıza-yuva bulamama halimize, daha ironik olmasına önem veriyordum. Yönetmene göre Amerikalı seyirci, tiyatrodaki evrensel seyirciyi temsil ettiği için anlaşamamamız kaçınılmaz, ödün vermelerimiz yersiz bir şekilde başlıyordu. Bunu Amerikan yapımı film vs.’lerde de görebilirsiniz. Çok düzler ve kendileri birer tanrı gibi. Kendi dışındaki herkese yukarıdan bakarak bir standart oluşturuyorlar. Sizi komplekse sokuyorlar. Onlar ne derse doğru, bende bir hata mı var acaba, derken buluyorsunuz kendinizi. Onun isteği doğrultusunda yüzeysel bir hale getirmek için çok ödün vermek durumunda kaldım. Neticede Amerikalılara gösterecektik oyunu. Ve o halini de çok beğendiler aslında. Çok önemli bir yönetmen-oyuncu, bizim yönetmene gelip şöyle bir şey söyledi sadece ve o sözün peşini bırakmadım İstanbul'a döndüğümde: "Orta Doğulu bir yazarla çalışıyorsun, neden onu Amerikalı gösterme gayretindesin? Oyun, son zamanlarda izlediğim en değerli oyun ve daha da iyi olabilme potansiyeli taşıyor. Bu potansiyel ancak sen yazara doğru gidersen gerçekleşecek. O sana doğru gelirse değil."
İstanbul'a döner dönmez on taslak daha yazıp üzerimdeki Amerikan yüzeyselliğini atmaya çabaladım tabii. Sonra da 21. İstanbul Tiyatro Festivali’ne başvurmanın izlenecek en doğru yol olduğuna karar verdim. Ve Yuva/Home prömiyerini yaptı.
Oyun, Türkiye’den de bir abla kardeşin olduğu, üç farklı ülkeden dört insanın New York’ta bir yuva arayışına odaklanıyor. Ev veya coğrafya gibi bağlamlarda bakacak olursak yuva kavramına sen nasıl bir perspektiften baktın?
Aslında benim için hiçbiri belirli bir ülkeye ait değil. Oyunda ne Türkiyeli var, ne Filistinli, ne de Meksikalı. Sadece rolleri çalışırken kolaylık olması adına tercih edilmiş şeylerdi bunlar. New York'un da geçmesinin tek sebebi bu. Daha iyi aktarabilmek için kolaylayıcı bir tercih sadece. Oyun Londra'da, Berlin'de, Tokyo'da ya da sizin için neresi hayallerinizi arayabileceğiniz, özgür hissedebileceğiniz, yargılanmayacağınız şehirse, orada da geçebilir. Soruna gelecek olursam. Handan bana bu projeyi teklif ettiğinde yuva üzerine bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Ben de düşünmeye başladım benim için yuva ne demek diye. Sonra fark ettim ki düşünerek bulmam imkânsız. Kalpten hissetmem lazım. O da sürekli yer değiştiriyor. Aklım devreye giriyor ve gene yuva arıyorum. Bitmek bilmeyen bir arayış bu. Bir an yuvanda hissediyorsun, diğer gün değil. Bu oyunu yazarken birçok yuvamı terk ettim. Çünkü fark ettim, oralar yuvam değil. Hem kendi arayışımı baz alarak, hem de bu kavrama evrensel bakışımla yazdım oyunu. Oyun size dokunuyorsa bir anlığına, ne mutlu bana. Dürüstse kalpleriniz o kadar, ne mutlu size.
Oyundaki karakterlerin yapılarından bahsetmek gerekirse; engelli bir kardeş, savaştan kaçan bir abla, eşcinsel bir dansçı ve şarkıcı olma hayaliyle New York’ta bulunan bir taksi şoförü. Bu karakterlerin rastlantılarının arka planında neler var?
Klişeler ve prototipler üzerinden seçtim bu karakterleri. Zaten en klişe ve prototip dediğiniz karakterler de öyledir aslında. Onu ne kadar gizlemeye çalışırsan o kadar gizliyorsun derdini. Ben de daha çok üstüne gitmeye çalıştım karakterlerin. Hepimizi temsil edebilir, herkese elini uzatabilir, bu şekilde diye düşünüyorum. Bu kadar farklı dört karakteri içinden çıkamayacakları bir arabaya koymak, benim için güzel bir oyun alanı. Spoiler vermemek adına da daha fazla bir şey anlatmayayım diyorum. (Gülüyor)
Ben de spoiler’dan kaçmaya çabalıyorum ama oldukça pratik ve hızlı geçişleri olan bir reji ile sade ama kullanışlı bir dekor da görüyoruz oyunda. Bu çalışmaları oluştururken nasıl bir yol izledin ve fikrin gelişim aşaması nasıl oldu?
Birbirinin içinden geçen hayatlar ve basit yaşamlarımız var. Bu oyuna da bu noktadan bakıyorum. Metin yeterince karışık ve zor. Bu noktada karakterleri ve anları empati noktasında güçlü tutmak en doğru yoldu benim için. Oyunda metinden gelen farklı tiyatro dilleri aranıyor zaten. Burada yazar da kendim olduğum için yazarın yaptığı hamleyi çok iyi görüyorum ve artırıyorum.
Sadelik ve kullanışlılık sadece bu oyuna özgü değil benim için. Bütün oyunlarımda bu arayışım var. Daha minimalist anlatımı sevdiğim için tercih ediyorum. Oyunu en sade ve kullanışlı nasıl aktarabilirim sorusuna cevap aramak, sahneyi dekorla doldurmaktan çok daha kıymetli benim için.
SALT Galata’nın ev sahipliğinde geçen provalarda oyuncularla çalışma şeklin nasıldı? Oyuncu yönetimi kısımlarında yönetmen olarak nasıl yöntemler uyguladığından ve oyuncu seçimini nasıl yaptığından bahsedebilir misin?
Oyuncuların oynadığı hiçbir rol aynı dilde konuşmuyor. Nasıl iletişim kurabilecekler o zaman? Bunu aramak çok zevkliydi. Hep beraber aradık. Kısa provalar yaptık hep. Çünkü oyun, oyuncunun ciğerinden bir şey çağırıyor ve bunu tekrar tekrar yapmak çok güç. En iyisini aradığımız için her zaman fazlasını verip azaltma eğilimindeyimdir. Bu oyunda da böyle davrandım. Ama bu isteğim bu kadar dramatik bir oyunda duyguları çok hırpalıyor. Bir keresinde kapımıza gelip birini öldürmediğimizden emin olana kadar gitmediler.
Göçmenlik konusunun da yer aldığı bir oyunun projeksiyon sistemiyle konuşulanların ortak bir dile çevrilmesi oyunun evrensel olabilmesi adına iyi bir düşünce olmuş. Daha önceleri de yazın tiyatro yapmak gibi çalışmaların olmuştu ve bu gibi projelerin dışarıdan gelen insanlara da ulaşması adına yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu doğrultuda bağımsız tiyatroların durumunu değerlendirerek daha başka düşünce ve önerilerin neler olurdu?
Bizler, artık buralı seyirciler için bile yeterince görünür olamıyoruz. Önce bunu çözmek lazım. Basında hiçbir şekilde yer bulamıyoruz. Sosyal medya ve televizyon zaten bir bağımlılık noktasında. Basılı medya bizi paylaşamıyor çünkü sansür ve bir şöhret merakı var. Peki bağımsız tiyatrolar bütün bu olumsuz tabloyla nasıl mücadele edecek? Bizler oyunlarımızı en iyi şekilde yapmaya çalışarak mesleğimizi yeterince icra ediyoruz. Bir de bunu duyurmak ve salonları doldurmakla uğraşmamalıyız. Sonrasında düşünürüz dışarıdan gelen seyircileri bence.
Bu sezon sahneye koyduğun oyunlardan biri de Tac’ın Nöbetçileri. Bu oyundan da biraz bahsedelim mi?
1648, Agra. Dillere destan hikâyesi ve eşsiz mimarisiyle dünyanın yedi harikâsından biri olmuş, aşkın ve cennetin tasviri görkemli yapı Tac Mahal'in doğumuna saatler var. Günün ilk ışıklarında görülmeyi beklemekte. Meraklı gözlerden uzak tutulması için 16 yıl bir duvarın arkasına gizlenmiş, kimsenin neye benzediğini bilmediği bir güzellik. O duvarın önündeyse uçan peronlar, taşınabilir delikler ve kuş sürüleri var. Bir de Hümayun ve Babür. Oyun temelinde güzellik kavramını tartışırken inanç ve kanunların onu nasıl yok edebileceğini inceliyor. Kurallar ve özgürlük arasına sıkışmış bizleri yeni bir masala çağırıyor. Rajiv Joseph özel bir yazar ve güzellik kavramını bu şekilde tartışan bir metne daha evvel rastlamamıştım. Komik, değişik ve zor. Herkesin deneyimlemesi gereken bir metin olduğu kanaatindeyim.
Gelecek zaman projelerinden bahsedebilir misin?
Bir yıldır oyun yazarlığı dersi veriyorum. Dört taze oyun doğmak üzere. Onlardan birini sahneleyeceğim önümüzdeki sezon. Diğerlerini de başka tiyatrolara tanıtacağım. Öncelikli projem bu. Bunun haricinde sezona üç farklı oyun projesi hazırlıyorum. Ama hepsi taslak halinde. 2018 yoğun geçecek diyebilirim.