2013 yılında kurdukları Tiyatro D22 ile bağımsız sahneler arasına katılan ve o günden bugüne sahneledikleri oyunlarla yönümüzü toplumsal meselelere çeviren, farkındalık yaratan Berkay Ateş, Emir Çubukçu ve Can Kulan ile yeni oyunları Dünyaya Gözlerimden Bak ve tiyatroya dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
D22 geçtiğimiz sezon ilk sahnesi olan Hamursuz Fırını’ndan ayrıldı. Ardından neler oldu, D22 Köşk’e geçiş süreci nasıl gelişti?
Berkay Ateş: Hamursuz Fırını’ndan çıktıktan sonra başka yerlerde oynama fikrimiz vardı, tek şansımız o gibi görünüyordu ama yazın bunun üzerine konuştuk ve bazı mekânların gerçek halini koruyarak tiyatroya dönüştürmeyi düşündük. Buralarda oyun yapma fikri oluştu. Böylece daha farklı insanlarla, farklı semt ve koşullarda sanatsal olarak daha farklı deneyimlere ulaşabileceğimizi düşündük. Bu anlamda da Kuş Öpücüğü, yapısı nedeniyle alternatif bir sahnede oynandığı için Salon İKSV’yle anlaştık. Dünyaya Gözlerimden Bak için de bu mekânı, köşkü bulduk. Kadıköy’e gelme fikrimiz de vardı zaten. Oyunun yönetmeni Frank Heuel, en başından beri oyunu odalarda yapmak istiyordu. O yüzden bu köşk hem konum hem de oyunun uygunluğu açısından denk geldi.
Yeni oyununuz Dünyaya Gözlerimden Bak’ı sahneye koyma süreciniz nasıl gelişti?
Can Kulan: Frank Heuel şubat ayında elinde bir projeyle Türkiye’ye geldi. Geliş sebebi burada üç tiyatroyla, kendi yöneteceği oyunlar yapmaktı. Burada 1-1,5 ay boyunca bütün tiyatroları izledi. O tiyatrolar arasından üç tiyatro seçti, biri de biziz. Bent’i, Kuş Öpücüğü’nü izledi ve görüşmelere başladık. Karşılıklı olarak metinler, fikirler sunduk. Sonuç olarak çağdaş Alman yazarlardan biri olan Lothar Kittstein’ın bu metnini oynamaya karar verdik. Aslında metnin sadece bir monoloğu hazırdı. Diğer iki monoloğu da bizim için tamamlandı, çevrildi ve dünya prömiyerini yaptı oyun. Hikâyemiz bu şekilde.
Oyunda üç askerin, üç farklı travmatik hikâyesini anlatıyorsunuz. Canlandırdığınız karakterlerin hikâyelerinden bize biraz bahsedebilir misiniz?
Emir Çubukçu: Benim oynadığım karakter aslında yaşlı, batılı bir asker. Artık yatağa bağlı. Bu asker yıllar önce doğuda görevliymiş ve orada kucağında çocuğuyla bir doğulu kadını öldürmüş. Üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra yatağa bağlı ve kaşınan bir yarayla acı çekerken, o kadını hatırlıyor. Aslından bunlar yaşanmasaydı, o kadını öldürmeseydi nasıl bir hayatı olabileceğini sorguluyor. Benim oynadığım karakter şimdiki zaman, yakın geçmiş ve uzak geçmiş olarak üç farklı zaman aralığında, belleğinde geriye dönüş yaşayan bir karakter. Frank’ın yönetim biçiminden sonra bu karakter yaşlı bir asker olarak canlandırılmıyor ama metinde yaşlı, yatağa bağlı, doğuda yaşadığı travmatik geçmişi hatırlayan bir karakter.
C.K.: Benim canlandırdığım karakterde insansız hava aracı kullanan bir pilot. Pilot diyorum ama bu binlerce kilometre öteden doğuya bombalar yağdıran bir asker aslında. Batıdaki ülkelerden birinde oturuyor ve masasının başında bir düğmeye basarak bombalıyor. Bu gerçek bir hikâye zaten. Amerikalı Brandon Bryant isimli bir asker hatta çok ses getiren bir röportajı da var. Onun hikâyesinden yola çıkılarak yazılan bir metin. Frank’ın yönetimiyle metin, sunuma dönüştü. 10 kişiden oluşan seyirciyi bir masanın etrafında toplayarak, “bakın bunları yapıyorum, böyle yerler görüyorum”u anlattığı bir metin oldu.
B.A: Benim oynadığım asker de uzun bir süredir, yalnız başına sınırı koruyan bir asker. Artık bir süreden sonra halüsinasyonlar görüyor ve karşısındaki ağaçlarla, karanlıkla konuşmaya başlıyor. Olmayan bir düşman yaratıyor. Metinin ilerleyen yerlerinde artık yalnızlıktan kafayı yemek üzere olduğunu fark edip, o düşmandan yardım isteyecek bir boyuta geliyor.
Bu hikâyeler bizim coğrafyamız için de yabancı olmayan, tanıdık hikâyeler. Siz de savaşa üç farklı askerin gözünden bakarken aslında sert bir savaş eleştirisi yapıyorsunuz. Rollerinize nasıl hazırlandınız? Bu bağlamda yabancı bir yazarın metni ve yabancı bir yönetmenle çalışmak nasıl bir deneyim oldu?
E.Ç.: Karakter olarak normal bir oyuna hazırlanmaktan çok farklı olmadı kendi açımdan. Savaş hikâyesi, evrensel bir hikâye. Bu yüzden metni kendi gerçekliği üzerinden çalıştım. Tabii seyirci için farklı bir anlama geliyor ve kendi yakın olduğu hikâyelerle kendi özdeşliğini kuruyor. Ama yabancı bir yönetmenle çalışmak bizim için ilkti. Daha oyuncu odaklı bir çalışma oldu. Benim için daha rahat bir çalışmaydı, daha kısa süreli bir çalışma oldu. Uzun zamandır kendi oyunlarımızın her şeyiyle çok fazla ilgileniyorduk. Bu sefer bize ne yapacağımızı söyleyen biri vardı. Bizim için aslında mekân koşullarından dolayı da en rahat çalışmalardan biri oldu. D22 içinde en az kaygılandığım oyunlardan biri oldu bu oyun.
C.K.: Frank, bizim ona önerdiklerimizi hiçbir zaman es geçmedi. Hiçbir zaman “Ben kafamda bu oyunu bitirdim, köşeleri bunlar ve bunu oynayacaksınız” demedi. Provalar hep bizim önerilerimizle devam etti. Bu yüzden de aslında rahat bir prova dönemi geçirdik. “Şunu yapmak zorundasın değil, bu yaptığın çok güzeldi, buna bir de şunu ekler misin?” şeklinde geçti. Bu da bizi rahatlattı ve karakteri bize yaklaştırdı.
B.A.: Sorduğun eleştiri konusunda da, bize çok yakın hikâyeler. Bir anneyle çocuğu vurduğunda yaralanan asker ya da drone kullanan… Biz Can’ın oynadığı askerin metnini okuduğumuz zaman Roboski aklımıza geldi. Tabii oyunun bizi çok etkileyen kısmı evrensel olmasıydı. Sadece Türkiye’ye ya da sadece Avrupa’daki herhangi bir savaşın öznel bir yerine odaklanan bir oyun da değil. Bu anlamda özel olan bir Alman yazarın bizim yaşadığımız coğrafyanın olaylarına ve psikolojisine bu kadar yakın bir metin kaleme alması, yönetmenin de keza. Frank bir Alman, oradan geliyor ama buradaki her olaya hâkimdi. Hangi olaydan bahsetsek o bunları biliyordu. Bu bizi çok rahatladı. Provalar da aynı fikir düzeyinde gitti.
E.Ç.: Anlaşmayla ilgili en ufak bir sıkıntımız olmadı.
C.K.: Zaten böyle çalışmalara alışık biri Frank. Bize gelmeden önce Gana’da oyun yönetip, beş gün sonra Gana’dan buraya gelip bizimle provaya başladı. Zaten uluslararası çalışmalara aşina bir yönetmen olduğu için bu bizi de rahatlattı.
Bağımsız tiyatroların sahneyle koltuklar arasındaki perdeyi kaldırmasından sonra pek çok tiyatro artık seyirciyi oyuna dâhil etmeye başladı, siz de bunlardan birisiniz. Dünyaya Gözlerimden Bak’ta da bunu yoğun olarak yaşıyoruz. Bunun karşılıklı olarak etkileri, avantajları, dezavantajları neler oldu?
B.A.:
Karabatak’ta da buna benzer bir hareket düzeni vardı. Oyuncular seyirci gibi salona giriyor ve oyuncu seyirci gibi oyunu başlatıyordu. Bu oyundaki bizim için de yeni aslında. Farklı olan şey, burada çok fazla yakınız. Hiçbir kaçış noktamız olmadan, gözlerinin içine bakıyoruz, temas oluyor. Bizi en çok etkileyen şey de herkesin farklı bir enerjisi var. Bu oyuncu için acayip bir şey. Ama bu “bundan sonra bu tarz oyunlar sahneye koyacağız” anlamına gelmiyor, bizim dördüncü duvar koyarak da oynadığımız oyunlarımız oldu, bundan sonra da olacaktır. Seyirci için de bizim için de yeni bir deneyim.
E.Ç.: Genel bir şey değil bu ama galiba bazı seyirciler için bizim için olduğundan daha zor oluyor.
Seyircinin etkin olacağı durumlarda daveti kabul etmeyebilir. Mesela oyunda yanına çağırdığında gelmeyebilir. O noktada nasıl ilerliyorsunuz?
E.Ç.: Evet, gelmeyebilir, hatta geldiği zamanda karşılaştığı şeyden memnun kalmayabilir. Oyundan memnun kalıyor ama bu kadar yakınlıktan irrite olabiliyor. Bir noktada bu da aslında bizim istediğimiz bir şey. Ama bizim seyircimiz de bu kadar yakınına alışık değildi. Seyirci, oyuncuyla seyircinin aynı tarafta olduğunu anladığı zaman rahatlıyor. “Oyuncuyla beraber mi bir şey yapıyoruz yoksa bana karşı mı bir şey yapıyor?” ikileminde kaldığında rahatsız oluyor ve hemen gözünü çekiyor. Ben kendi adıma bunlardan zevk alıyorum. O gözünü kaçırdığı zaman onunla uğraşmaya devam etmek istiyor karakterim.
C.K.: Bir seyirci eğer bundan hoşlanmıyorsa, onu tekrar oyuna çekmek için üzerine gitmeyi sevdim. Birkaç kere yaptım başarılı olduğum da oldu olmadığım da. Bu oyuncu için de oyun sırasında kafasını ayık tutan, sadece ben metnimi söyleyeyim çıkayımdan ziyade, seyirciyle buradayım diyebildiği bir şey. Ben de seyirci olsam ben de çok rahatsız olurdum ama oyuncunun bana karşı tavrı benim için önemli olurdu. Onlara karşı tavrınız Emir’in dediği gibi samimi ve onların tarafındansa içine alabiliyorsunuz oyunun.
Oyunda ciddi bir gerilim de sağlanıyor. Bir odada gözlerimizi uyku bantlarıyla kapatıyoruz, bir odada sandalyelerdeki emniyet kemerlerini takıyoruz, diğer bir oda boş ve aydınlık, izleyiciler karşı karşıya oturup bir şeyler bekliyor. Ben bir izleyici olarak ilk kez deneyimledim bu gerginliği.
E.Ç.: Oyun içinde de değiştiğini görüyorum ve bundan inanılmaz keyif alıyorum. Benimki 15-16 dakika sürüyor mesela. Oyuna başladığın anda senden çok uzak ve senle hiç temasa girmek istemeyen bir seyircinin oyunun 10. dakikasında oyuna girdiğini fark ediyorsun, bu inanılmaz keyifli. Oyuncu olarak seyircinin etkisine bu kadar açık değilim ben. Ama başka şansın yok. Benim sıçrattığım su adamın dizine geliyor kimi zaman. O değişimi görmek, olumluya doğru gittiği zaman çok keyiflendiriyor.
D22 Köşk bu oyun için uygun ama Kuş Öpücüğü, Salon İKSV’de oynanıyor. Daha sonraki süreçte neler olacak?
B.A.: Biz burayı tutarken çok beğendik ama ilk yaptığımız şey Frank’a sormaktı. Burası onun için de heyecan vericiydi. “Burası iyi burada yapabiliriz” dediğinde biz de emin olduk ve burayı tuttuk yoksa tutar mıydık, bilmiyorum.
E.Ç.: Yok istemiyorum deseydi, muhtemelen tutmazdık. Ama biz ofis arıyorduk aslında. Burası çıkınca oyuna da çok uygun diye düşündük.
B.A.: Şu an köşkü hem yaşam alanı, ofis olarak hem de prova yapılabilecek bir mekân olarak kullanıyoruz. Önümüzdeki oyunların provalarını da yapabiliriz. Eğitimler başladığı zaman eğitimleri de yapabileceğimiz bir alan. Bunları yan yana getirdiğimiz zaman bu köşk tam istediğimiz gibi bir yerdi.
Peki savaşın ve baskıların olduğu yerde sanat her zaman güçlü müdür? Bağımsız bir sahne olarak günümüz Türkiye’sinde ayakta durmak ne kadar zor, ne kadar kolay oluyor?
C.K.: Evet, savaşın ve baskıların olduğu ülkelerde sanat her zaman güçlüdür, bu çok nettir. Güçlüdür, güçlü durmak zorundadır. Baskılara karşı gelmek sadece bireysel bir durum değil, aynı zamanda sanatın muhalifliğini de kuvvetlendiren bir durumdur. Bu toplumsal süreçte, alternatif sahnelerin olmasının sebebi de budur. Dünyanın her tarafında böyle. Baskı ne kadar kuvvetlenirse sanat da kendine yeni yollar arar ve yollar bulmak durumunda kalır. “Eğer kurum tiyatroları atıllaştırılıyorsa biz de atıllaştık, girelim evimizde oturalım” diyen bir sanatçı olmayacağı için kendi yolunu bulmaya çalışıyor herkes. Yeni mekânlar, mekânları dönüştürmeye başlayan işler, yeni metinler daha cesaret isteyen oyunlar yapılıyor. Tabii ki bir baskı da olduğu için belli bir düzeyde erkle savaşılıyor. Bu aslında bir şekilde belli bir noktada evrilecek bir şey. Şu an belki bunlar kamuoyu tarafından bilinmiyor ama iyi ki yapılıyor, gelecekte daha iyi yerlere evrileceğine inanıyoruz biz.
E.Ç.: Sadece baskıların olduğu yerde değil, her zaman güçlüdür gerçek sanat. Baskılar da her zaman vardır zaten o yüzden böyle direkt bir ilişki olmasa bile sanat her zaman güçlü olmaya devam ediyor. Ayakta kalmak güç tabii. Ayakta kalmaktan ne anladığımız da önemli, eğer devam edebiliyor olmaksa çok çok da güç değil. Koşullara göre kendinizi ayarlayabiliyorsanız, bir şekilde devam edebiliyorsunuz. Sizin isteğiniz ve inadınızla alakalı bir şey. Evet, alternatif sahneler çok önemli. Tam da bununla alakalı olarak alternatif sahneler tiyatronun üzerindeki kutsallığı da kaldıran bir yapı. Bu sahneler “kutsal bir meslek, kutsal bir iş, yanına yaklaşılmaz bir dünya” fikrini değiştirdi. O yüzden de devam etmek, mükemmelliyet aramadan -bunu estetik anlamda söylemiyorum- devam edebilmek daha kolaylaşıyor. Kişinin veya grupların inadıyla alakalı bir şey. Bir sahnede duramadık. Bu tamamen politik koşullarla, ekonomik koşullarla alakalıydı ama devam ediyoruz sonuçta. Demek ki sadece devam etmek o kadar da zor değil, diye düşünüyorum.
C.K.: Aslında seyirciyi de burada unutmamak lazım. Kurumların haricindeki gruplar seyirciyle bağını çok kuvvetlendirdi tiyatronun. Başka bir destek almadığımız için sadece seyirci desteğiyle ayakta kalmaya çalışıyoruz biz. Dolayısıyla seyirciyle samimi bir bağ kurmaya başladık. Seyirci sadece oyunu izleyip çıkıp gitmiyor. Buraya geliyor, tiyatroyu çok seviyorum diyor, bir bağ kuruyor ve dolayısıyla seyirci bizi var ediyor aslında.
Sonuçta sizler televizyon ve sinemada da yer alan oyuncularsınız. Kendi sahnenizde bir noktada bağımsızlığı sağlayabiliyorken, sinemada da durum biraz daha buna yakınken, televizyon piyasanın ve sistemin bir parçası. Düşünce açısından sizler oyuncu olarak ne düşünüyorsunuz?
B.A.: Sinema evet, bağımsız duruyor ama bakıldığında alınan ödeneklerde birçok sansür, birçok durum yaşanıyor. Biz hangisini önümüze koyarsak aynı şeyleri konuşuyor oluyoruz. Tiyatroların ödenek konusunda başvurabileceği bir kurum yok zaten. Sinema, Kültür Bakanlığı’yla ilişkisi bakımından tabii ki tiyatroya göre daha gelişkin bir durumda. Televizyonun apayrı bir dünyası var. Tekelleşme var, muhalif durum hiç yok. Bu açıdan televizyon kendi dünyası içinde bir proje üretiyor, siz de bu projelerde oynamak durumundasınız. Sonuçta bu sizin mesleğiniz. Yarın, öbür gün ben bunda oynamak istemiyorum dediğinizde başka biri oynadığında buna laf etmek ayrı bir tartışma konusu. Herkesin kendi tercihi. Tabii ki biz kendimizi en iyi şekilde tiyatroda ifade edebiliyoruz. Bir kurum tiyatrosunu değil, bağımsız bir tiyatroyu seçiyoruz. Bizim için hepsinin yeri mesleki anlamda ayrı.
Peki, D22 başladığı günden bugüne bakıldığında şu an yolun hangi noktasında?
B.A.: 2013’te kurulduk, aslında bakıldığında çok da küçük. Biz başladığımızda üç yıl sonra şurada olalım diye bir hayal kurmadık, hep yolda devam ettik. Ama yaptıklarımızın karşılığını fazlasıyla aldık. Hayallerimizde kurduğumuz yerdeyiz.
Son sorum Yazarlar Ormanı projenizin akıbeti konusu…
B.A.: Bu oyunu çıkarttık, sıra Yazarlar Ormanı’na gelecek. Kasımda, farklı bir mekânda gerçekleştireceğiz. Hatta yazarlarımızı da belirledik sezon sonuna kadar.