Vincent Van Gogh’un Arles’daki son zamanlarını konu alan ve uzun zamandır heyecanla beklediğimiz At Eternity’s Gate, geçtiğimiz Cuma nihayet vizyona girdi. Beklentileri fazlasıyla karşılayan film, oyuncu performansları, yönetmen ustalığı ve görüntüleriyle adından çokça söz ettireceğe benziyor.
Biyografik filmlerin her zaman yeri bir ayrıdır ancak günümüzdeki artan etkisi ve gördüğü talep yadsınamaz bir gerçek. Yaşamış insanlar, yaşanmış hikâyeler izleyicilerin sinema salonlarından ya da ekranlarından hülyalı bir şekilde ayrılmalarına neden oluyor. Özellikle öznemiz bir sanatçı, ressam, politik bir karakter ya da ikonik bir figürse durum daha da değişiyor. Hayran olduğumuz, merak ettiğimiz, hakkında daha fazla şey öğrenmek için arayışta olduğumuz karakterin hayatını / hayatından bir bölümü izlemek kuşkusuz ki apayrı bir keyif. Bohemian Rapsody’nin tüm dünyada aldığı karşılık ya da ülkemizden bir örnekle Müslüm filminin şarkıcının hayranı olsun olmasın binlerce kişi tarafından izlenmesi bize biyografik film tarzının etkisinin güçlenerek arttığını kanıtlıyor. Tüm bu girizgahtan sonra ve müzisyen örneklerinin ardından ters köşe yaparak lafı At Eternity’s Gate’e getiriyorum. Bu defa başrolümüz kült ressam Vincent Van Gogh.
Van Gogh ile ilgili sayısız çekilen biyografik filmin ardından cesur bir hareketle yeni bir biyografik filme soyunan yönetmen Julian Schnabel, daha filmin ilk dakikalarında bunun bir tekrar olmadığının ve filmde farklı bir bakış açısıyla karşılaşacağımızın sinyallerini veriyor. Filme bir misafir ya da izleyici olarak katılmıyoruz açılar ve sahne geçişleri sayesinde tüm akışı Van Gogh’un gözünden izlediğimizi hissediyoruz. Filmin benzer örneklerinden ayrılmasında Willem Dafoe’nin payı da büyük ancak ona sonra geleceğiz.
Film, sanatçının Arles’daki son zamanlarını konu alıyor. At Eternity’s Gate, Van Gogh biyografilerinin son örneği ve adından çok söz ettiren, geçtiğimiz sene vizyona giren Loving Vincent’tan farklı olarak karşımıza sanatçının yokluğundan sonra olanları değil, ölümünün hemen öncesini çıkartıyor. Şaibeli kulak kesme ya da ölüm mevzularının detaylarına girmeden Van Gogh’un iç dünyasını, sanrılarını, korkularını hissetmemizi istiyor. Yönetmen Julian Schnabel daha önce biyografi tarzındaki filmlerde ustalığını kanıtlamış bir isim. Before Night Falls, The Diving Bell and the Butterfly ve Basquiat filmleriyle biyografi alanındaki başarısını gözler önüne seren Schnabel, At Eternity’s Gate’te adeta zirveye ulaşıyor.
Filmde “Vikipedi” tarzı bilgilerle karşılaşmak, sanatçıyı biraz olsun tanıyorsak aşina olacağımız sahneler izlemekten ziyade daha özel anlarla karşılaşıyoruz. Van Gogh’un ilham dakikaları, Paul Gauguin’e verdiği önem ve aralarındaki ilişki, abisinin hayatındaki etkisi ve çevresindeki insanlar tarafından dışlanması filmde dikkat çeken noktalar arasında yer alıyor. Kaldığı akıl hastanesindeki papazdan, barda çalışan bir kadına ya da sokaktaki çocuklara kadar herkes sanatçının çalışmalarını eleştirme hakkını kendinde görürken, Van Gogh’un aldığı pozitif eleştirilerin azlığı da onun iç dünyasında farklı kırılmalara sebep oluyor. Akıl hastanesinde geçirdiği dönem ve orada yaşadıkları filmin bir başka dikkat çeken bölümünü oluşturuyor. Van Gogh’un doğadan aldığı ilham ve doğa ile bütünleşmesi, kendiyle kalışları da filmde güzel ifade edilen bölümlerden.
Willem Dafoe filmin ilk anından son sahnesine kadar karakter için doğru oyuncu seçimi olduğunu sergiliyor. At Eternity’s Gate’in sarsıcı bir film olmasında Dafoe’nun kusursuz oyunculuğunun etkisi büyük. Yaş olarak filmdeki Van Gogh’un yaşıyla uyumsuzluğuna rağmen usta oyuncu seyir esnasında bu durumu akıllara getirmiyor. Mimikleri ve bakışlarıyla, Van Gogh’u oynamayıp Van Gogh olarak deneyimini kusursuzca önümüze bırakıyor. Willem Dafoe ayrıca sergilediği muhteşem performansıyla Oscar’da En İyi Erkek Oyuncu adaylığıyla iddialı isimler arasında yerini sağlamlaştırıyor. Dafoe, bu performansıyla şimdiye dek Satellite Ödülleri ve Venedik Film Festivali’nden de ödüllerle döndü.
Kamera açıları, yakın çekimler, bulanık sahneler, yan çekimler sanatçının gözünden görmemiz konusunda muazzam bir etki yaratıyor. Adeta içine çeken illüzyonik sahnelerin altında görüntü yönetmeni Benoît Delhomme’in imzası yer alıyor. Senaryosunu yönetmen Schnabel ve Jean-Claude Carrière’nin birlikte kaleme aldığı biyografik yapımın oyuncu kadrosunda Willem Dafoe’nun haricinde Oscar Isaac, Rupert Friend ve Mads Mikkelsen gibi bilindik isimler yer alıyor.
Filmde akılda kalan pek çok diyalog ve sahne var ancak tartışmasız en unutulmazlarından biri papaz ve Van Gogh arasında geçen diyalog:
“-Belki Tanrı yanlış zamanı seçti.
-Yanlış zamandan kastın ne?
-Belki Tanrı beni henüz doğmamış insanlar için ressam yaptı.
-Mümkün.”
“Resim yapmasaydım birini öldürebilirdim.” diyerek resim yapmanın onun hayatı olduğunu ifade eden Van Gogh’un hayata bakışını her anında hissettiren filmde eksikliği hissedilen sahneler de var. Örneğin; bence, Van Gogh’un doktoruyla ilişkisi çok üstünkörü, bilmeyenler için anlaşılmaz biçimde işlenmiş ve resim tadında izlenilen film biraz aceleye getirilerek bitirilmiş. Ancak izlediğim Van Gogh biyografileri arasında değerlendirecek olursam kesinlikle sıralamada en üstte yer aldığını belirtmem gerek. Biyografik film sevenlerdenseniz Van Gogh’un hayatına farklı bir bakış sunan At Eternity’s Gate’i henüz yeni vizyona girmişken kaçırmamanızı öneririm.