Geçtiğimiz günlerde dağıtılan Altın Küre Ödülleri’nde, En İyi Kadın Oyuncu adaylığı bulunan Natalie Portman’ın First Lady Jacqueline Kennedy’yi (Jackie) canlandırdığı Jackie filmi, kadınların toplumdaki yerini ve First Lady ünvanını sorgulayan bir yapım olarak öne çıkıyor.
Biyografi filmlerinde karakter inşası açısından en büyük sorun anlatılan kişinin karizmatik özelliklerinin yanı sıra zayıflıkları, kusurları, hatalarının gözden kaçmasıdır. Onu insan yapan özelliklerini hissedemediğimiz kişilerin hayatının sinema çerçevesine indirgendiği filmlerden kendi seyir zevkim adına lezzet almadığımı söyleyebilirim. Ünlü isimlerin, özellikle öldükten sonra, olduğu gibi değil de basında yazıldığı ve görülmek istendiği gibi gösterilmesi kamu spotundan öteye bir seyir olamıyor. Elbette bir insanın kişiliğini kesin sınırlarla işlemek mümkün olamaz, belirli bir dönemden veya çerçeveden geçmişini de katarak ele alınması, siyah ve beyazı birlikte göstermek gerekir. Jackie, bu açıdan karakterine bütünüyle hakim bir film.
Jacqueline Kennedy’nin bir dönemini işleyen film, onu ikiye bölüyor: Hiçbir zaman dikkatleri üzerinden çekilmeyen haliyle basında ve tüm hayal kırıklıkları, yalnızlığıyla iç dünyasını yaşadığı odasında. Başka bir deyişle sürekli gülümsemek ve selam vermek zorunda olduğu kamu karşısında ve gösterişli eşyalar arasında sıkışmış evinde. Yalnızlık duygusunun altını çizen ve hatırlatan Beyaz Saray’ın mekân olarak kullanıldığı sahneler, filmin etkileyici bir diğer özelliği. Tarihi, yüceliği, bolluğu hissettiğimiz ve görsel olarak bize defalarca kez sunulan ABD başkanlarının ikamet yeri olan bu sarayın Michelle Obama tarafından da bir hapishane olarak nitelendirilmesi boşa değil. Gösterişin ve bolluğun, mekânsal olarak genişliğin -filmde Beyaz Sarayı genelde geniş açılarla çekilmiş kompozisyonlarda görüyoruz- yerini boşluğun yarattığı sıkışmışlık alıyor.
First Lady tüm dünyada resmi olmayan bir ünvan olarak geçiyor. Kadınların siyasetteki rollerinin -mecburi sebeplerle- azlığını düşünürsek bu ünvanın tam olarak ne olduğunu hissettiğimiz filmde, belki de bu tanımın erkeklerin gölgesindeki temsili isme verildiğini düşünüyoruz. Filmin üzülerek göz kırptığı kısım; ataerkil toplumlarda ulaşılabilecek en yüksek saygı ünvanın First Lady olduğu. Her ne kadar kadın başkanlar olsa da onların eşlerinin bu çeşit bir ünvana sahip olmaması ayrıca dikkate değer bir nokta.
Filmin belki de en can alıcı sahnelerinden biri John F. Kennedy’nin vurulma anından çok suikastten önce ve hemen sonra gördüğümüz Jackie’nin uçaktaki görsel kompozisyonu. Suikastten önce Jackie’yi canlandıran Natalie Portman görsel olarak çevresindeki takım elbiseli erkeklerden yüksek duracak şekilde konumlandırılmış, suikastten hemen sonra ise Jackie’yi sık sık göz ardı edilen ve çerçevede gittikçe yükselen erkeklerin arasında küçülen bir imge olarak görüyoruz.
Jackie bir biyografi niteliği taşımasının yanında anlattığı hikayeye eş olarak bir yan çatışma sunuyor: Dün ve bugün. Film, ‘’Kişisel ve toplumsal tarihi oluşturan nitelikler nelerdir? Toplum kendi tarihini nasıl hatırlar?’’ gibi soruların sorulduğu eksende; Beyaz Saray ve içinde yaşamış, iktidarını sürdürmüş başkan ve eşleri, Jackie’nin hayatı, bol partili ve ihtişamlı yaşamı, kocasının cenaze töreninin unutulmaz olmasını dilemesi beraberliğinde üst üste kurgulanmış bir anlatı yapısıyla karşımıza çıkıyor. Belki de filmde geçen bir replik toplumsal tarih anlayışını daha iyi anlatıyor: “Objeler insanlardan daha kalıcıdır”.
Tony Monero, No, El Club filmleriyle hızlı bir yükselişe geçen Şilili yönetmen Pablo Larraín tarafından kotarılan filmin oldukça dengeli bir anlatısı var. Jackie’nin kaygıları ve hayat görüşünün yer aldığı filmde, onu hem gururlarıyla hem de utançlarıyla görüyoruz ve bizlere yaptığı unutulmaz bir itiraf ile film kapanıyor. Temsil etmek, normlara uygun davranmak ve simgeselleşmek adına First Lady ünvanın dışındaki Jacqueline’i ne kadar biliyoruz? O gerçekten de sadece Kennedy mi olabildi?