20. yüzyılın en ikonik müzisyenlerinden Miles Davis, 1970’lerde birkaç yıl müziksel üretim olarak sessiz kaldı. Aktör Don Cheadle ilk yönetmenlik tecrübesinde, bu sessiz dönemi alarak görsel olarak büyüleyici bir film yarattı. 12-15-16 Nisan tarihlerinde İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek olan filmde efsane caz trompetçisi Miles Davis’in hayatını olabildiğince doğru bir şekilde anlatmak yerine, kurgusal bir biyografi yaratan Don Cheadle ile Miles Ahead sürecini konuştuk…
Miles Ahead, sıradan biyografi filmlerinden çok farklı. Bu türün klişelerinden uzak durmak bilinçli bir karar mıydı?
Doğumdan ölüme hikayeyi anlatan biyografi filmi bana sıkıcı geliyordu. Sadece bu da değil, Miles’ın karakterine ve mirasına da aykırı bir şey olurdu bu. Miles Davis’i, kariyerini, hayatını göstermek ve bütün inişleri çıkışları anlatmak istemiyordum. Diğer bir deyişle, filmde Miles Davis’i göstermek değil de filmin Miles Davis gibi olmasını istiyordum. Hünerlerimi onun müziğiyle yaptığı şeyi yaparak göstermek istiyordum: Yaratıcı, ifade edici ve akıcı… Miles Davis’in oynamak isteyeceği bir film yapmaktı arzum.
Davis’in ailesinin filme katkısı ne şekilde oldu?
Miles 2006’da Rock and Roll Hall of Fame’e kabul edildiğinde yeğeni Vince Wilburn’le söyleşi yaptılar ve sordular: “Miles’ın hayatı hakkında bir film yapacak mısınız?” Cevabı, “Evet, Don Cheadle, Miles’ı oynayacak” oldu. Yani bana bu filmi yapacağım söylendi! Sonra aileyle görüştüm ve filmle ilgili bazı fikirleri tartıştık, söyledikleri bana standart şeyler gibi geldi. Hotel Rwanda ve Talk to Me gibi biyografi filmlerinde oynamıştım, Sammy Davis Jr.’ı canlandırmıştım, bu yüzden tekrar bir biyografi filmi yapmak istemiyordum. Bana fikirlerini anlattıktan sonra dedim ki, “Bakın, gangster filmi gibi bir şey yapmak istiyorum çünkü benim için Miles bir gangsterdi”. Silahlarla ilişkisini, kovalamacaları göstermek istiyordum ve müziği bütün hikayenin temelinde konumlandırdım.
Bilgilere ne kadar sadık kaldınız?
Bilgileri kullanmak açısından kendimi tamamen özgür bıraktım. Öte yandan filmde birçok bilgi var. Miles bir araçtan ateş açılması sonucu vuruldu, Miles’ın kaydettiği müziğin bir kısmı çalıntıydı, Frances Taylor’la sorunlu bir ilişkisi vardı. Herhangi bir biyografik filmde olduğu gibi Miles Ahead’de de birçok bilgi var. Filmin farkı, fazlasıyla yaratıcı ve kurgusal bir yaklaşımımız olduğunu saklamaya çalışmamam. Bu sanatçının hayatını alarak müziğe yaklaşımını ve isteklerini film ile aktarmaya çalıştık. Daha önce gördüğün şeyi tekrarlama, geriye bakma, hata yapmaktan korkma, bir sonraki şeye odaklan. Var olan şeylere bakarak yeni bir şey üretmen gerekiyor. Bu derslerin hepsini ondan öğrendim. Standart bir şey yapmak ona haksızlık etmek olurdu.
Neden film 1975-1980 arasına yoğunlaşıyor? Bu dönemde Miles Davis pek müzik yapmamış.
Araştırmam sırasında fark ettim ki hayatının en heyecan verici bölümü, müziği yeniden icat ettiği yıllar değil de üretmek yerine kendine zarar verme eğilimine geçtiği süreç. Aklından neler geçiyordu? Deliğinden çıkıp da tekrar çalmaya başlamasına ne neden oldu? Zihnen bloke olan birçok yaratıcı insan gibi içsel sürecini mümkün olduğunda dışarı vurmak istiyordu. Miles için bu herkese göre daha da büyük olacaktı çünkü çok üretkendi. Miles’ın nasıl hissettiğini anlamaya çalışmak benim için çok ilginç bir süreçti. Müzik için o kadar önemli olduğu 30 yıldan sonra ne söyleyeceğini ve yapacağını bilmediği bir noktaya gelmişti.
Miles Davis’in müziğini dinlemeye ilk ne zaman başladınız?
Miles uzun zamandır benim hayatımda. Uzun yıllar boyunca saksafonla birlikte başka enstrümanlar da çaldım. Onun müziğiyle büyüdüm çünkü bu müzik babamın sevdiği müzikti. Aceleyle eve dönüp onun albümlerini dinleyen çocuk bendim. Ta 78 rpm plakçalarların olduğu zamanlardan bahsediyorum. Soloları yavaşlatarak birer oktav aşağı inerek tam da ne yaptıklarını duyabiliyordum ve duyduğumu yazarak kendim çalmayı öğrenmeye çalışıyordum. Kısacası uzun süre onun öğrencisi gibiydim. Hatta üniversiteye gitmek için evden ayrılırken Miles’ın albümlerini de evden çalıp yanımda götürdüm…
Miles Davis’in kendine zarar verme eğiliminden bahsettiniz. Bu eğilimin kaynağının ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Miles’ın ismini zikredebileceğimiz diğer sanatçılardan çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Yollarına çıkan her şeyi tüketen bir yolda yürüyorlar ve kişiler, tecrübeler, uyuşturucu, hepsi bir kazanın içinde eriyor. Ve sonuçta ortaya çıkan da müzik ya da resim ya da bir fotoğraf. Birçok sanatçı böyle süreçlerden geçiyor, bunlara sorun diyebiliriz isterseniz. Miles’ı bir kanepeye yatırıp psikanaliz yaparsak belki de bipolar olduğunu öğreneceğiz, kim bilir... Bildiğim tek şey, bu sanatçıların tükettikleri şeyler yüzünden tükendiğini düşündüğümüz ilk durum bu değil.
Sizce kişisel sorunlar bir sanatçı için ilham verici olabilir mi?
Sanırım o sorunlar olmasaydı sanatçı ürettiklerini üretmezdi gibi bir argüman var. Miles Davis hakkında yapılan bir belgeselde, Joni Mitchell şöyle bir şeyler söylemişti “Çevresindekiler için olan bitenler ve onun davranışları yüzünden içine çekildikleri durumlar talihsiz olsa da, yaşanan her şey sonuçta bize Kind of Blue ve In a Silent Way gibi klasik albümleri verdi”.
Miles’a dönüşmek onu daha iyi anlamanızı sağladı mı?
Ona dönüşüp dönüşmediğimden emin değilim. Bildiğim tek şey onun müziğe yaklaşma biçimini kendi filme yaklaşımımda yakalamaktı. Editörümü, görsel yönetmenimi, kostüm tasarımcısını işe alırken sanki bir müzik grubunu oluşturuyor gibi hissediyordum. Onlara nasıl çalmaları ya da ne gibi bir sonuç beklediğimi söylemedim. Senaryoya kendilerine göre tepki vermelerini istedim, tıpkı kayıt seansları sırasında Miles’ın müzisyenlerinin tepki vermelerini istediği gibi.
Filme yaratıcı olarak dahil olmak ve kendinizi işe bu kadar dahil etmenin bedeli oldu mu?
Tabii ki oldu. Film çekimleri sırasında karım ziyaretime geldiğinde ”Bunu yapmaya devam edemezsin” dedi. Göz korkutucu, meşakkatli bir süreçti… Bir daha benzer bir sürece dahil olur muyum emin değilim. Bütün şapkaları takmamaya çalıştım, filmi yönetecek birini bulmak istedim ama her şey sonunda bana geri döndü. Ve sonuçta filmi yapabilmek için bu rolleri benim üstlenmem gerekti, başka yolu yoktu…
Filme Ewan McGregor’u dahil etmenizin ardında beyaz bir stara ihtiyacınız olduğunu itiraf ettiniz; bunu yapmasaydınız, gerekli olan maddi desteği sağlayamayacağınızı söylediniz. Hollywood’daki ırk eşitsizliği konusundaki düşünceleriniz nedir?
Doğrusu Hollywod’un güya Afrika-Amerikalıları temsil ediyor olması gerekiyor ama bu ne yazık ki gerçek değil. Hangi filmin destekleneceği konusunda karar verilirken birilerinin bıyıklarını burup, kapalı kapılar ardında Asyalıları, Meksikalıları, Siyahileri bu işin dışında tutalım dediğini düşünmüyorum. Fakat hepimiz ön yargılarımızla karar veriyoruz. Filmlere yeşil ışık yakan kişi ben olsaydım, hep kendi sevdiğim filmleri seçerdim. Bu kaçınılmaz bir şey. Stüdyoların başındakiler beyaz adamlar, başka nasıl davranmalarını bekleyebiliriz ki?