02 MAYIS, PERŞEMBE, 2024

“Bir Arayış ve Suyun Üstünde Kalma Gayreti”

Aslıhan Ünaldı ile yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Suyun Üstü’nün ortaya çıkış ve çekim hikâyesine, temsil ettiği ve tartışmaya açtığı konulara ve sinemasına dair merak ettiklerimizi konuştuk.

“Bir Arayış ve Suyun Üstünde Kalma Gayreti”

İlk gösterimini 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde, İstanbul prömiyerini ise geçtiğimiz günlerde 43. İstanbul Film Festivali’nde yapan Aslıhan Ünaldı’nın yazdığı ve yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Suyun Üstü, hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda kazandığı başarılarla öne çıkıyor. 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Elit İşcan’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü; Los Angeles Bağımsız Kadın Film Ödülleri’nde ise Ünaldı’ya En İyi Kadın Yönetmen Ödülü’nü getiren film, uluslararası festival yolculuğuna devam ederken 2024 New York CineFest’te ise En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazandı.

Elit İşcan, Nihan Aker, Lila Gürmen, Serhat Ünaldı, Eren Çiğdem ve Oscar Pearce’ın rol aldığı film yeniden bir araya gelmeye çalışan parçalanmış bir aile hikâyesi anlatıyor. Suyun Üstü, izleyicisini yaz sıcağı altında Ege’nin mavi sularının açıklarına, bir teknenin içerisine davet ediyor. Bu iç açıcı olması gereken ortam tam aksine yıllardır konuşulması ertelenmiş meselelerle kördüğüme dönüşmüş bir ailenin parçalanmış hikâyesinin gerilim dolu ana mekânına dönüşüyor. Günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik ortamı, aile içi ilişkiler, kadın olmak, varoluşsal çıkmazlar, jenerasyon farkı, kültürel çatışmalar, yabancılık, göçmenlik ve bunların ortaya çıkardığı sorunlarla örülü bir anlatı sunuyor.

​Siren Film yapımı, Aslıhan Ünaldı’nın yazdığı ve yönettiği Suyun Üstü filminin yapımcılığını Kamen Velkovsky ve Aslıhan Ünaldı; görüntü yönetmenliğini Sundance Film Festivali ödüllü André Jäger üstlenirken filmin müzikleri ise Davut Özdemir ve Deniz Güngör’e ait.

İstanbul prömiyerini geçtiğimiz günlerde 43. İstanbul Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajlı filminiz Suyun Üstü parçalanmış bir aileye hem geniş açıyla hem de karakterleri özelinde bakan, zeminine günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik durumunu yerleştiren çok yönlü bir anlatıya sahip. Suyun Üstü’nün hikâyesini hazırlayan, sizi bu hikâyeyi anlatmaya teşvik eden neydi?  

Hikâyeyi yıllar önce, öğrenciyken, kısa bir film olarak yazmıştım ilk; başlangıç noktası kız kardeşimle olan ilişkimizdi. Seneler boyunca, başka senaryolar üzerinde çalıştım ama ara ara hep döndüm bu projeye. Ve her dönüşte, senaryo ve karakterler benimle birlikte büyüdü; hikâyeye katmanlar eklendi. Ve tabii ülkemizin gündeminin tetiklediği sosyo-politik katmanlar da... Kısacası, olgunlaşma süreci oldukça uzun sürdü! Diğer bazı senaryolarımı fonlama süreci uzadığında bir kenara bıraktığım oldu, ama bu senaryodan vazgeçemedim, demek ki gerçekten söylemek istediğim bir şeyler varmış.

Film, Akdeniz’in açık sularında, yaz güneşi altında, bir yelkenli üzerinde büyük bir kısmı bu tek mekânda geçiyor. Bu seçiminizin içimizi ferahlatmak yerine filmde gittikçe büyüyen sıkıntıyı, yarattığı sıkışmışlıkla beslediğini hissettim. Sizden hikâyenizi anlatmak için suyun üstünü, bir tekneyi tercih etmenizin sebebini dinleyebilir miyiz? Hareket kabiliyetinin kısıtlanması çatışmayı arttırmak için bir tercih miydi?

Daha güzel anlatılamazdı, ben de tam bunu, dünyanın en güzel, en ferah mekânlarında bir bunalım hissi yaratmayı hedefledim. Filmde de baba karakterini canlandıran babam Deniz Harp Okulu mezunu; iyi bir denizci. Ben lisedeyken, yazları ufak bir tekne kiralayıp Ege’de yelkene çıkardık ailecek. Yelken size inanılmaz bir özgürlük hissi verir ama aynı zamanda günlerce küçük bir alanda sıkışıp kalırsınız. Buradan yola çıktım; hikâye kapalı bir dünyada, karakterleri birbiriyle yüzleşmeye zorluyor. Normalde tatilde ve mutlu olmakla ilişkilendirdiğimiz Ege kıyılarına, karakterlerin deneyimlediği iç sıkıntının görsel bir yansıması olan, farklı bir anlam yüklemek istedim. Bunu sağlamak için de görüntü yönetmenim Andre Jaeger ile belli tercihler yaptık. Örneğin, el kamerası ve bol yakın plan kullandık ve karakterler çıkmadıkça kamerayı teknenin dışına çıkartmadık.

Bu pek de kolay olmayan ortamda filmin çekim süreci nasıl geçti peki? Hem sizin hem de oyuncular için nasıl bir deneyimdi? 

Benim için oldukça stresliydi, ömrüm birkaç yıl kısaldı herhalde o bir ayda. Teknede film çekmek zor: Alan dar, kontrol edemediğiniz unsurlar var ve bir problem olursa da medeniyetten uzaksınız. Biz bir de çok ufak bir bütçeyle çektik filmi. Çekim sırasında 13 metrelik, 6 kişilik bir yelkenliye en az 15 kişi doluşuyorduk. Denizin ortasında o kadar insanın yeme, içme, tuvalet ihtiyaçlarını karşılamak bile kolay değil. Ve tabii hikâye bazında bahsettiğimiz kaçacak yer olmaması durumu set ekibimizi ve oyuncularımız da zorladı zaman zaman.

​Çekimleri gerek saç - makyaj, gerek kamera ve ışık açısından mümkün olduğu kadar basit ve doğal tuttuk. Babam, hem filmde rol aldı hem de tekne kaptanlığımızı yaptı. Şu altı çekimlerimizi Gopro ile yardımcı yönetmenimiz Batu Erol yaptı. Herkesin projeye inandığı, kısıtlı koşullarda çözüm ürettiği, severek çalıştığı bir setti. Aralarda serinlemek için denize atlamak, ıssız denizin ortasında dolunay ışığı altında çekim yapmak gibi keyifleri de vardı…  Çekim sonrasında hemen herkes unutulmaz bir ay geçirdiğini söyledi. 

Senaryo bu dar alana sıkıştırabildiği kadar farklı meseleyi, farklı kuşakları, kültürleri dahil ediyor. Senaryonuza çalışırken, kurgu aşamasında ve çekimlerde müdahaleniz oldu mu? Çekim süreci senaryoya nasıl şekil verdi?

Bahsettiğim gibi, senaryoyu geliştirme sürecim uzundu, olgunlaşmış bir metindi, çekim sırasında dokunmadık. Kurguda Melih Kaymaz ile çalıştık, 6-7 aylık bir süreç oldu, çoğu da New York - İstanbul arasında Zoom üzerinden ekran paylaşarak. Film fazla uzadığı için bazı sahneleri kestik. Örneğin bir demir atma sahnesi vardı, çekiminde inanılmaz zorlanmıştık, hatta denize pahalı bir mikrofon kurban verdik ama sahne güzel oldu. Ne var ki filmin akışı için zorunlu değildi, kestik. Ama eğer senaryoyu okusanız bitmiş film ile çok yakın bulursunuz. 

Kurgu kısmı hangi sahnelerin feda edileceği konusunda daha zorlu oluyor eminim. Her karakterin temsil ettikleriyle bir parantez açıyorsunuz ve bu hikâyenin ana akışına eklemleniyor. Baba karakteri Yusuf en büyük etken bu parçalanmışlıkta. Kız çocukları Zeynep ve Yasemin bu parçalanmış aile yapısından çok farklı zarar görmüş, anne Alev kabullendikleriyle sessizce kenarda dursa da babanın verdiği zarara yakın bir etkisi var. Ailedeki en yabancı karakterler damat Steven ve Ali. Ama burada biri güvenli bir liman diğeri tekinsiz bir bakış. Karakterlerin yaratım sürecinde neler önemliydi sizin için? Suyun Üstü’nde buluşan bu aileyi bir araya getirirken nasıl bir karakter yaratım yolu izlediniz?

Karakterlerin hepsi kusurlu; hepsinin çelişkileri, arayışları, boğuştukları ikilemleri var. Amacım seyircinin bu zayıflıkları görmesi ve buna rağmen yargılamak yerine her bir karakter ile empati kurabilmesiydi. Diğer taraftan hikâye ilerledikçe bütün karakterlerin başta göründüklerinden farklı, hatta tam zıttı taraflarının ortaya çıkmasını istedim. Örneğin; filmin başında tanıştığımız miço Ali ile sonunda kendi köyünde izlediğimiz Ali birbirinden çok farklı, büyük bir yay çiziyor karakter. Tıpkı hayatta olduğu gibi, herkesin kendine ait bir dünyası var ve herkes kendine göre haklı. Bunu yansıtmak istedim. 

İstediğiniz şeyin izleyicide karşılık bulduğunu söyleyebilirim. İdealist bir gazeteci olan Yusuf’un temyiz sonucunu beklerken aslında onun varlığının ve yokluğunun hayatı boyunca etkisi altına aldığı ailesindeki kadınlar üzerindeki farklı yansımalarını izliyoruz. Yalnızlık, yabancılık, cinsellik meseleleri öne çıkarken karakterlerde kendini kaybetme, şüphe ve ihanet duygusu, yetersizlik hissiyle gelen başarılı olma takıntısı, terk edilme korkusu olarak varlığını hissettiriyor. Her şeyin son kez yapıldığı bilincinin yarattığı hüzün atmosferini de göz ardı edemeyiz. Belki o yüzden hem öfkeli hem affedici herkes. Filmin dengeleyici unsurlarını, onu suyun üstünde tutan hafifliği nasıl sağladınız? 

Evet, hem ailenin her bireyi kendi içinde bir arayış ve suyun üstünde kalma gayreti içinde, hem de aralarındaki ilişkiler ve politik resim gergin. Seyirciyi bu gergin ortamdan ara ara çıkartacak, nefes aldıracak, görsel ve duygusal basınç tahliye noktaları yerleştirmeye çalıştım filme. Kız kardeşlerin Antik Hamam’da yüzdüğü ya da güvertede dans ettiği sahneler, köyde geçen bölümler, araya serpiştirilmiş küçük mizah anları. Aynı zamanda ailenin sıcaklığını ve birbirine olan yakınlığını hissedeceğimiz anlar da dahil ettim çünkü film hem en sevdiklerimizi nasıl incitebildiğimizle ilgili hem de birbirini kabul etmeyi ve affetmeyi öğrenmekle.

Suyun üstünde akan hikâyenin deniz altında da deniz kızları meselesi var. Bu hem hikâye olarak hem de birkaç kez gördüğümüz deniz kızlarının hikâyedeki temsiliyetlerini sizden dinleyebilir miyiz? 

Suyun altında korkutucu bir özgürlük var, gerçek hayatımızda sıkışığız ama suyun altında yüzüp gidebiliriz, hiç kimsenin olmadığı sessiz ve karanlık bir yerde başkalarının ya da toplumun olmamızı istediği bireyler değil de, bilinçaltımızın talep ettiği vahşi benliğimiz olabiliriz. Ve tabii film Homeros’un Odysseia’sının sularında geçiyor, anlattığı olağanüstü yaratıklarla karşılaşmanın hâlâ mümkün olduğunu düşünmek istiyorum.

Yabancılık meselesini çok farklı açılardan işliyorsunuz. Aslında dünya üzerinde hepimizin birer yabancı olduğunu düşündürtüyorsunuz. Hem bireysel hem toplumsal ve siyasi açılardan ele alıyorsunuz meseleyi. Steven, Ali, mülteciler, aile içinde birbirine yabancı olmak ile “bir yerde” yabancı olmak… Bu hikâyedeki “yabancı” sizin ya da çevrenizdeki insanların hikâyelerinden ne kadar beslendi? 

Evet, filmde birkaç çeşit göçmenlik ve kültürel yabancılaşma anlatısı ile karşılaşıyoruz. Mecbur olmadığı hâlde hayallerinin peşinden New York’a giden ve bir göçmen olarak iki kültür arasında yaşayan, bunun dengesini bulmaya çalışan Zeynep, benim kendi hikâyeme en yakın olan. Ege’de olduğumuz için sürekli konusu geçen, çok farklı nedenlerle ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış ve kaçmaya devam eden mülteciler var öbür tarafta. 2015 - 2016’da Gaziantep’te birkaç ay çekim yapmıştım, bu görüntülerden “Sınır Şarkıları” adında kısa, deneysel bir video çıkmıştı. Bu dönemden Suriyeli arkadaşlarım var, ilgi duyduğum bir konu. Ve tabii, farklı baskılar yüzünden artık ülkede barınamadığını hisseden gazeteci Yusuf. Filmi yaparken amacım giderek muhafazakarlaşan bir toplumda marjinalleşen, kendi ülkesinde yabancılaşan bir kesimin hikâyesini anlatmaktı. Çevremde kendini ait hissetmeyen kişi sayısı ne yazık ki oldukça fazla. 

İlk uzun metrajlı filminiz hem Türkiye’de hem de dünyada pek çok farklı festivalde izleyiciyle buluştu. 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Elit İşcan’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü; Los Angeles Bağımsız Kadın Film Ödülleri’nde size En İyi Kadın Yönetmen Ödülü ve son olarak 2024 New York CineFest’te En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri armağan edildi. Bu ödüller, gelen yorumların üzerinizde nasıl bir etkisi var? Gelen yorumlarda Türkiye’de ya da yurt dışında ne gibi farklar görüyorsunuz?

Bu çok ilginç bir soru, sormanıza sevindim. Ben her festivale şahsen katılamadım ama katıldığım farklı ülkelerdeki festivallerde seyircilerin tepkisi o kadar farklı ki! Örneğin Sofya’daki izleyici diğerlerine kıyasla çok güldü esprilere. Oradaki basın ise filmin politik tarafını sordu daha ziyade. São Paulo’ya gidemedim ama sosyal medyadan çok sayıda mesaj aldım, genç izleyicilerle yankı bulmuş film orada. Amerikalılardan “orada olmak istedim, o sulara dalmak istedim” şeklinde görseller ve mekânlarla ilgili çok yorum geldi. İspanya’da seyirci ve basın filmdeki kadın karakterler ve erotizm ile ilgili sorular sordu, bir Türkiye filminde bunu enteresan buldular. Bir de her ülkede filmde babamı oynatmış olmama çok ilgi gösteriyorlar ve performansı bayağı beğeniliyor.

​Türkiye’deki deneyimim ise şu oldu: Seyirci, özellikle genç seyirci, bağımsız Türkiye sinemasında yeni, değişik şeyler görmek istiyor, buna aç. Gösterimlerden sonra buna dair heyecanını ifade edenler çok oldu. Fakat sektörü farklı bir derdi olanlara ya da derdini farklı şekilde anlatmaya çalışanlara çok açık bulmuyorum. Hatta bazı eleştirmenler karakterlerin tutumları ve söylemleri ile filmin söylemeye çalıştığı şeyin aynı şey olduğunu zannetti, ince ironi ve sınıfsal eleştiriyi tamamen kaçıranlar oldu. Bazıları içinse “ayrıcalıklı bir sınıfın” hikâyesini anlatıyor olmam baştan problem. Bu son nokta beni özellikle şaşırtıyor, çünkü Türkiye’nin beyaz perdeye seyrek yansıyan bir yüzünü anlatmak ve zaten var olan anlatıların, ve yurt dışında da içine konduğumuz kalıpların dışına çıkmaya çalışmak bence çok önemli. 

Mesleki kariyerinizi uzun yıllardır akademik olarak sinema üzerine sürdürüyorsunuz. Columbia Üniversitesi ve New York Üniversitesi’nin lisansüstü film programlarında senaryo yazımı dersleri veriyorsunuz. Sinemaya akademi tarafından bakmak nasıl besliyor sizi? 

Ders vermekten büyük zevk alıyorum ve bunu Amerika’nın en iyi sinema programlarında yaptığım için de çok şanslı hissediyorum kendimi. Meslektaşlarım arasında Spike Lee, Todd Solondz gibi yönetmenler var. Öğrencilerim inanılmaz derecede çeşitli; Çin, Hindistan, Fransa, Singapur, Nijerya, Kamboçya, Bosna, Meksika ve daha birçok ülkeden öğrencilerim var. Yani çok çeşitli deneyimlere ve anlatılmamış hikâyelere sahipler. Her biri hem hevesli hem yetenekli, dolayısıyla benim onlara öğrettiğim ve teşvik ettiğim kadar onlar da bana ilham ve heyecan veriyorlar. Bir öğrencinin sene başında yazmaktan korkarken, sene sonunda harika bir uzun metraj senaryoyu tamamlaması, gerçekten tatmin edici. 

Aslıhan Ünaldı

Yönetmenlik deneyiminizi yazarlık deneyiminizle karşılaştırsanız neler söylersiniz? Nerede olmak daha kolay sizin için? Bu filmin deneyimini nasıl tarif edersiniz?

İkisi de farklı güzel, ikisini de seviyorum. En büyük fark, bir tanesi bireysel ve yalnız bir aktivite iken diğeri iş birliği gerektiriyor. Filmin yaratıcı iş birliği yönü çok güzel olsa da bağımsız sinemada yapımcılık, fon bulma gibi süreçlerle uğraşmak gerekiyor; bunlar çok yıpratıcı olabiliyor. Masa başında oturduğum aylarda, hatta yıllarda, keşke sette olsam, filmimi çeksem diye hayal kuruyorum. Yapım sürecinin stresinde ise “Allah'ım, bu delilik ne zaman bitecek ve nihayet kendi başıma oturup yazacağım masamın başına döneceğim?” diye düşündüğüm anlar oluyor.

Suyun Üstü filminizin ardından yeni projeler üzerine çalışmaya başladınız mı? Gelecek dönem için çalışma masanızda neler hazırlanıyor ya da hazırlanmayı bekliyor? 

Uzun süre çekmek istediğim ve yapımı için çok zorlandığım bir filmi bitirmiş olmak çok güzel bir his, kendimi özgürleşmiş hissediyorum. Yazmış olduğum çekilmeyi bekleyen birkaç senaryom var, yeni fikirler de bol. Bazıları Türkiye bazıları yurt dışı projeleri. Bakalım, hangisine nereden destek gelirse… Bir süre kuyruğumu takıp akıntının gittiği yöne yüzmeyi planlıyorum. 

https://www.youtube.com/watch?v=LGnzr9UXXnQ

Suyun Üstü filminin konusu:

“New York’ta yaşayan Zeynep, Amerikalı eşiyle birlikte Muğla’da küçük bir sahil kasabasına varır. Parçalanmış bir aileye geri dönmüştür; ebeveynleri boşanmış, kız kardeşi ise ailesine yabancılaşmıştır. Aile, bir haftalık bir yelken seyahatine çıkacaktır. Bu gezi, aynı zamanda Zeynep’in yargılanmakta olan gazeteci babası Yusuf’un, uzun zamandır görmediği kızlarıyla yeniden bağ kurabilmesi için son şansıdır. Tekne denize açılıp yelken rüzgârla dolduğunda ve mavi sularda süzülmeye başladıklarında kendilerini geçmişe dönmüş gibi hissederler. Aile yeniden bir aradadır. Ancak yavaş yavaş bu gezinin basit bir aile tatilinden ibaret olmadığı ortaya çıkmaya başlar. Aile, Yusuf’un temyiz kararını beklerken gerilim gittikçe artar. Hassas aile dinamikleri, yöre halkından genç bir adamın hayatlarına girmesiyle beklenmedik bir yönde değişir.” (Tanıtım bülteninden alınmıştır.)

0
4643
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage