Parlak şehir ışıklarının arasında geçip gittiğim; mekâna özgü yaratılan, göçlere ve sürgünlere geri dönüş hakkı, kayıplara ve yitirilenlere son bakış imkânı, unutulanlara, hatırla(n)mak isteyenlere bir karşılaşma imkânı sunan ve kolektif hafızamızın sahnesi hâline gelen Büyük Zarifi Apartmanı oyunu hakkında bir yazı.
İnsan; yașamı boyunca bir sonraki anı kovalarken, bir sonraki adımı atarken ve bir zamanın içinden geçerken ya bir kelime çoğalır ya da bir kelime azalır. Yașamak böyle. Bir çoğalır, bir eksilirsin… Bazı kelimeler yapışır üzerine. Onunla büyürsün, onunla yaşarsın, onu yașatır ve başka ihtimallere tașırsın. Bazen o kelimeyi çok sevip abartırsın. Onun anlamını ya daraltırsın ya da genişletirsin. Yaşam ne kadardır? Yașamı önüne kadar gelen ve sadece belli araçlarla ulaştığın kadar sanırsın. Belki de yașamak bazen bir kelime kadardır. Hatırla(n)mak, unut(ul)mak, kaybediş, kayboluş, göç, sürgün, yoksunluk, karşılaşma, özlem, yüzleşme, ev… Ve çoğu zaman o kelimenin karşısında duran tezatın verdiği yok(sun)luk hissi bizi hikâyelerin peşine düşürür, oradaki yaşanmışlıklarla karşılaşmalar verir bize. Kendime katmak, peşine düşmek, anlamını genişletmek, başkalarına karışmak için üç kelimeden oluşan Büyük Zarifi Apartmanı oyununu seçiyorum.
İstos Sahne tarafından yapımı gerçekleştirilen İlyas Özçakır’ın proje tasarımını ve yönetmenliğini üstlendiği Büyük Zarifi Apartmanı, İKSV’nin 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyerini gerçekleştirdi. Mekâna özgü yaratılan Büyük Zarifi Apartmanı, tarihi gerçeklerden yola çıkan kurmaca hikâyelerin sahnesine dönüşüyor. İstanbul Rumlarının geçmişinden bugüne uzanan hikâyesini üç bölümde anlatan oyun, mekânın oluşturduğu hafıza üzerinden sınırları belirli bir coğrafyada yaşanan eşit haklarla yaşamak mücadelesini seyircilerinin kucağına bırakıp kentin hafızasına katıyor. İzleyiciler sadece bir apartmanın değil, şehrin zengin çok kültürlü tarihine tanıklık ediyor. Pembe Çıkmazı’nda 150 yıllık bir apartman, kolektif hafızamızın canlandığı, kendini tekrardan yazmaya başladığı yer hâline geliyor.
H. Can Utku tarafından yazılan “Bir Ev Hatırlıyorum” bölümünde Rodoslu bir turist olan Elefteria (Rasmi Tsopela) ile garsonluk yaparak hayatını idame ettiren Serap (Pınar Fidan)’ın karşılaşması dil, komşuluk, ayrımcılık temaları etrafında şekilleniyor. Kullanabilecekleri ortak bir dilleri olmayan ikili, telefondan gerçekleştirdikleri sesli çeviri yöntemiyle kendilerince anlaşabilmenin yolunu bulurlar. Benim açımdan bu hikâyede vurucu olan en önemli şey; iki insanın, kendilerinden önce yüzyıllardır aynı coğrafyada yaşayan farklı dil, farklı etnik yapılarına rağmen bir arada, yan yana yaşayabilmenin yolunu bulmuş olanlar gibi, birbirlerinin hikâyelerine sarılmaları oldu. Serap yalnız yaşayan komşularından başkası olmayan biri, Elefteria ise bir zamanlar yitirdiği, özlemini çektiği insanları arayan biri. Böyle olunca hem Elefteria hem Serap yitirdikleri ve yoksun kaldıkları yerden ortak bir dil yaratmayı başarırlar. Belki de anlaşabilmenin yolu birbirimizin gözüne gerçekten bakabilmektedir.
Fulya Özlem, H. Can Utku, Sandra Penso, İlyas Özçakır, Çağdaş Ekin Şişman tarafından yazılan “Mavi Çiçekler” adlı bölümde; Çağdaş Ekin Şişman’ın canlandırdığı Hrisula’nın geçmişi, şimdiyi, geleceği aynı çizgi üzerinde buluşturan iç savaşlarını ve üzerine zamanın örtüsü çekilmesine rağmen hiç dinmeyen kayıplarının sancısını izliyoruz. Edward Said, seçme yazılarından oluşan Kış Ruhu kitabının “Sürgün Üzerine Düşünceler” bölümünde sürgün hakkında şunları söyler: “Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir.” Hrisula, devlet tarafından İstanbullu Rumların zorla evlerinden edilmesi sonrası hem en büyük tutkusu olan müzik grubunu, hem aşkını, hem de kardeşini yitirir. İstanbul’da bir başına kaldığı için kendisi de bir sürgünün içine hapsolur, açılan o gediğin içinde hem geçmişte hem şimdide yaşar. Peki gelecek nerededir? Hrisula’nın yarım kalan, belki de hiç tamamlanmayacak hikâyesinin gerçeği ve geleceği seyirciyle kalır.
“Çatlakların Arasında Orada Bir Yerlerde” bölümü İlias Maroutsis tarafından yazılmış. Umut Çınar tarafından canlandırılan genç aktivist Aslan katıldığı bir eylemden kaçıp, oğlunu bekleyen Gafur Uzuner tarafından oynanan Leandros’un kapısını yana yakıla çalar ve evine zoraki misafir olur. Oğlu Angelos’u umutsuzca bekleyen Leandros’un zamana inat eden ve kendi bildiğince yaşamanın en doğrusu olduğu konusunda dirayet gösteren kişiliği geçmişle şimdi arasında, yeni ile eski karşısında kalır. Hikâyesinin barındırdığı sürprizi kaçırmamak adına fazlaca yazmak istemediğim bölüm; gerçekleşmemiş bir hesaplaşmanın, kabullenilmemiş gerçeğin bir karşılaşma sonrası er ya da geç ortaya çıkacağının bilgisini bazen fazlaca hissettirerek bazen de usul usul işliyor. Bölümün sonunda geriye kalanlarla baş etmenin, elden kayıp gidenle son bakışta veda edememenin yakıcılığı seyircinin bakışlarına hapsoluyor.
Parlak şehir ışıklarının arasında geçip gittiğim, Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde hikâyesine tanıklık ederek bir parçası olduğunu hissettiğim oyun, beni ve tahmin ediyorum o gün orada olan herkesi Büyük Zarifi Apartmanı’nın üç ayrı dairesine misafir etti. Yaşanılan tarih, içinde bulunulan kentin hafızası bir apartmanın duvarlarına, mobilyalarına, parkelerine, perdelerine yansıdı. Beynin kaydettiğini, insanların yüzüne yansıyanları, bedenin yaşadıklarını bir apartmanın kimliği olarak sunan Büyük Zarifi Apartmanı’nın merdivenlerini çıktığınızda; göçlere ve sürgünlere geri dönüş hakkı, kayıplara ve yitirilenlere son bakış imkânı, unutulanlarla, hatırla(n)mak isteyenlerle de bir karşılaşma yaşamanız çok mümkün.
Beynimizin mekân – bellek algısı oluşturmadaki mahareti hemen hepimizin tecrübe ettiği bir bilgidir. Belleğimiz, mekân algısı oluştururken yadsınamaz bir biçimde varlığını hissettirir. Hayatımızda bir şeyleri arama eylemimizin sonucu, nereye bakmamız gerektiğinin bilgisine ne kadar vakıfsak o derece belirginleşir. Mekânla ilgili düşündüğümüzde bilincinde olmadan bir bellek kazısı yapmaya ya da o belleğin içini doldurmaya başlarız. Bazen de sadece o mekânın içinde yaşamış insanların anlatılan, söylenilen, aktarılan hikâyesi sayesinde başkalarının hikâyelerinin gerçeğini bedenimizde, ruhumuzda hissederiz. Sonrasında bize kalan; birlikte yaşamanın, yan yana durabilmenin, birbirimize bakabilmenin unutulan yanlarını, eksik kalan yaşanmışlıklarını her unuttuğumuzda tekrar tekrar hatırla(t)mak…