Son zamanların hem sinema hem de edebiyat alanında öne çıkan eseri, Iain Reid'in kaleme aldığı, Charlie Kaufman’ın sinemaya uyarladığı Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum üzerine çapraz okuma.
“Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum:
İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum.”
E. M. Cioran, Burukluk, Metis Kitap
Bazı kitapların ve filmlerin başlıkları bizi ya kuşatır ve sıkıştırır ya da ürkütür ve uzaklaştırır. Her iki durumda da merak, ensemizde bir yerde nöbetini tutmaya başlar. Eserin duygusu iç bahçemizdeki hissiyatımızla, koreografisi kimin kaotik yaratıcı zihninden çıktığı belli olmayan, bir dansa başlar. Bize düşense sadece teslim olmaktır. Ancak bunu başardığımız zaman buruk ama benzersiz bir yolculuğa çıkabiliriz. Neyse ki her okur korkusuz birer yolcudur aynı zamanda. Yolun kendisini götürdüğü aydınlık veya karanlık, huzurlu veya tedirgin, renkli veya siyah beyaz her yere teşnedir. Okuma yolculuğunun beyaz perdeye (veya ekrana) yansıması ise bambaşka bir deneyim sunar. Zira birileri (yönetmen, senarist, oyuncular vs.) tarafından kurgulanmış bir seyre tanıktır artık. Sonuç okur için tatminkâr olabilir de olmayabilir de.
Bazen de tam tersi olur. Bir film yapılır. Bir kitaptan uyarlanmıştır bu film ve okur yeni bir okumaya daha kavuşmuştur. Böylesi bir tanışma da makbuldür. Bu yazı, bir film ve/veya kitap değerlendirmesi sunmak amacıyla kaleme alınmadı. Bu tarz değerlendirmeler yazmak ehliyet gerektirir. Bu yazı, filmin ve kitabın çapraz okumasının sonrasındaki düşünce ve hissiyat dökümü olup -endişeye mahal yok- spoiler da içermez.
Yarık Gerçeklik, İçsel Monologlar
Charlie Kaufman’ın yönettiği ve senaryosunu aynı adı taşıyan bir romandan uyarladığı I’m Thinking of Ending Things (Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum)”, 4 Eylül itibarıyla Netflix’te izleyici ile buluşmaya başladı. Başlık, ilk karşılaşmamızda aklıma Cioran’ın kuşkuculuğunu, (zaman zaman) öfkeli hüznünü, (her daim) kararlı isyankârlığını düşürmüştü. Yazının girişinde yer alan alıntı da daha ilk dakikalarda içimde yankılandı. Varoluşsal kaygıları olan bir kadının yok oluş hikâyesi olarak algıladım. Ancak... büyü bu noktada başlıyor. Ve anlıyoruz ki, meşakkatli bir yol var önümüzde...
Genç bir kadının içsel monologlarıyla hızlı bir başlangıç yapıyor film. Karanlık bir prelüt, yoğun bir çıkışsızlık hissi. Başlığı kadının içinden gelerek defalarca söylediğine (sesli değil) tanıklık ediyoruz. Erkek arkadaşının ailesiyle tanışmaya giden kadının (aslında bitirmeyi düşündüğü) ilişkisinden bir yanıyla hoşnut olduğunu da anlıyoruz. Peki, bitirmeyi düşündüğü şey yalnızca ilişkisi mi? Kısa zaman içinde birçok durum ve detay bize sadece kadının değil, erkek arkadaşının ve yan karakterlerin de “parçalanmış” gerçekliğini deşifre ediyor. Film boyunca zaman farklı kılıklara bürünerek akışı karmaşık bir ritme kavuşturuyor. Biz de gerçeklik kavramının da karakterler tarafından hem kişiselleştirildiğini hem de çıplaklaştırılarak sadeleştirildiğini görüyoruz. Daha ilk dakikalarda filmin türü konusunda da kafa karışıklığı yaşanabilir, doğaldır. Gerilim, dram, korku, müzikal, hatta animasyon da var yapımda. Ancak bir görsel şölen beklentisi içinde olmayın. Bu filmde “şölen” nitelendirilebilecek iki temel element, metnin katmanlı gerilimi ve muhteşem tuhaf akışkanlığı.
Film boyunca içsel monologlar haricindeki tüm replikler, gezegenimizde sıkışmış mutsuz ve huzursuz ruhlardan dinlediğimiz tiratlar, ağıtlar ve yakarışlar olarak değerlendirilebilir. Çoğunluğu bir anlam ifade etmeyen diyaloglar, günümüzde de süregelen kırgın çığlıkları ustalıkla yansıtıyor. Hayatın yaşarken ölmeye başladığı gerçeğini filmin soluk, sarı, kuytu renklerinden de güçlü bir şekilde okuyoruz. Filmin görüntü oranı eski TV’lerdeki (günümüz geniş ekranları değil) 4:3. Bunun da bir anlamı var ki, burada açıklamak olmaz.
İpuçları Şiirde, Şarkıda, Eşyada Saklı
Genç kadının erkek arkadaşının anne ve babasının nevrotik dünyası “neler oluyor ve olmuyor”u anlatan en güçlü parçalardan biri. Diyalogsuz planlarda oyuncular kadar eşyaların ve mekânların da enikonu pantomim yaptıklarını pekâla söyleyebiliriz. Duvarlardaki fotoğraflar, kitaplar, yemekler ve bir de köpek... Tümü hikâyenin oyuncuları. Hepsi büyük bir dikkatle takip edilmeli. Mümkün olsa da gözümü kırpmasam arzusu bu tarz filmlerde şaha kalkar; hiçbir ayrıntı boş yere konmamış, süreyi doldurmak için yerleştirilmemiştir.
Şiirler (Eva H.D.’nin “Bonedog” şiiri ve William Wordsworth’ün Lucy şiirleri), şarkılar (“Baby it’s cold outside” gibi), kitaplar, fotoğraflar... Karakterlerin çelişkili cümleleri ve özellikle genç kadınla erkek arkadaşına dair bazı bilgilerin (isimler, meslekler vs.) tutarsızlığı da hikâyenin sürprizine dair ipuçları barındırıyor. Bunlar Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’un esrarının naif ve bir o kadar da derin yanlarından bazıları. Filmin ters köşe özelliği, izleyiciye makas attığı şaşırtıcı yönleri de buralarda ve elbette metaforlarda saklı. Gizemi çözmek için genç kadının erkek arkadaşının aile evi izleyicinin didik didik etmesi, incelemesi gereken bir alan.
Yolda, arabada, anne babanın evinde ve bir okulda geçen filmde her karede kusursuz depresyonun portresi büyük bir incelikle çizilmiş. Genç kadının içsel monologlarına bazen eşlik eden bazen de tezatlık yaratan dış durumlar ve kişiler bir şeylerin hiç de göründüğü, anlatıldığı gibi olmadığı hissinde yanılmadığımızı anlatıyor. Fantezi unsurları da eklenmiş ve bu da portreyi daha berrak bir şekilde algılamamızı sağlıyor. Yine de, yine de, yine de... Bu kadar değil. Ayrıntılar o kadar fazla ki, kaçırdıklarımı yakalamak için birkaç gün sonra tekrar başına oturmaya karar verdim. Aradaki o birkaç günü de kitaba ayırmak istedim.
Heyecanla beklenen ve Kaufman filmografisinde (şimdilik) düşük bir nota sahip yapım, Iain Reid imzalı romanı da (Hep Kitap, Çevirmen: Begüm Kovulmaz, Basım yılı: 2016) gündeme taşıdı. Romanın İngilizce ve Türkçe sesli kitap versiyonları Storytel Türkiye uygulamasının kitaplığında yer alıyor. İki dilde de kitabı dinledim (İngilizce versiyonda son bölümde etkileyici bir hareket yapılmış, dinleyin derim). Romandaki gerilim dozu, detaylar, öz bilinç akışı ve içsel monologlar filmle kıyasladığımızla daha ayrıntılı ve yüksek. Kitap “bir psikolojik gerilim romanı” olarak nitelendiriliyor ki, filmden daha çok gerildiğimi itiraf etmeliyim. Ne mutlu. Gerilmek, okur için hazine değerindedir. Zira iyi bir kitabın konfor vaadi olabilir mi? Soru değil.
Çırpınış, Sürükleniş ve Zamana Düşüş
“I’m thinking of ending things”... Sadece başlık değil, içerik de bana birçok Cioran cümlesini, kitabını sık sık düşündürdü.
“Başkaları zamana düşer, bense zamandan düştüm.” - Zamana Düşüş, E.M.Cioran, Metis Kitap
Kitabı dinlerken gerçekler, gerçekliğiniz çırpınmaya başlıyor. Direnmeyin ve terk edin onları. İzin verin hikâyenin sunduğu zaman ve düşünceler sizi bir girdap içine alsın. İşte böyle böyle başlıyorsunuz sürüklenmeye. Eğer kitabı, filmi izledikten sonra okuyor veya dinliyorsanız filmi unutmaya çalışın. Romandaki sürüklenmeye bırakın kendinizi. Bence Cioran’ı dinleyelim ve “zamandan düşelim”.
“Bazen düşünceler gerçeğe eylemlerden daha yakındır”cümlesi kitabın omurgasını oluşturuyor. Kitabın asıl kahramanın “düşünceler” olduğunu söyleyebiliriz. İç dünyanın bu denli baskın olduğu metinlerde “zaman” da düşünceler kadar çıplak ve dürüst, insan algısından bağımsız hâle geliyor. Olayların hangi yılda, nerede geçtiği vurgulanmıyor ki, bunların bir önemi olmadığını da kısa zaman içinde anlıyorsunuz. Esasında insana bile bedenen değil zihinsel ve ruhsal boyutta varlık biçilmiş. Bunu da sonlara yaklaştığınızda, kitabın aslında bir yalnızlık senfonisi olduğunu anladığınızda kuvvetle hissediyorsunuz. İnsanın biricik gerçekliğinin buruk ama güçlü yalnızlığı olduğunu, seçilmemiş bir yalnızlığın kadere dönüşmesinin yarattığı düş kırıklığını kaskatı kesilmiş dev gövdesiyle içinizde buluyorsunuz.
“...Ne bekliyorsun? Ne bekliyorsunuz? Ne bekliyorsun?...”
Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum, düşüncenin eylem olarak kabul edildiğinde hareket hâlindeki hayatın ıskalanışını anlatan trajik ve kırılgan bir roman. Yaşanmış ve yaşanamamış her şeyin acısı, cesaretin yok edildiği her virajda esarete yakalanma ve sona kavuşma... Her şeyi bitirme düşüncesinin esasında çoktan her şeyi çoktan bitirmiş, yaşamı tüketmiş olmak oluşu. Her birimiz belleğimizin mahkumuyuz. Yaşam akışımızın raporunu günbegün çıkarmaktan yüksünmüyoruz. Ancak bu tutanaklar zaman zaman kişiyi tehlikenin eşiğine getirebiliyor. Sorgulamalar, iç hesaplaşmalar yaşamın ta kendisi hâline geliyor, bu hikâyede olduğu gibi. Dünyevi kimliğinizin hiçbir öneminin kalmadığı o sınırda gerçek de ölüyor, umut da. Ve kişi bir başına bir mücadele içinde buluyor kendini.
“İnsanlar dayanma gücünden söz ederler. Her şeye göğüs gerip yola devam etmekten, güçlü olmaktan. Ama bunu sadece yalnız olmayanlar yapabilir. Hayatın altyapısı budur. Başkalarıyla yakınlık. Yalnız başına hayat, yalnızca dayanıklılık mücadelesine dönüşür.”
Etkileyici kurgusu bir yana, kitapta geçen bir bölümden yola çıkarak şu tespitte de bulunabiliriz: Modern Çağ’da gözden geçirilmesi gereken şeylerden biri, genel anlamda şefkat yoksunluğu. Romanda mutsuzluğa atfen geçen her cümlede bu yoksunluğu hissediyoruz, düşünüyoruz ve katılmaktan kaçamıyoruz. Çağın insanının kendini yetersiz ve mutsuz hissedince hem kendi hayatına hem başka hayatlara yaptıklarını görüyoruz. İnsanı varlık olarak daraltan ve değersizleştiren koşulların nelere yol açtığını biliyoruz. Kitapta da bunu okuyor, filminde ise seyrediyoruz.
Charlie Kaufman kitabı uyarlarken öyküye büyük oranda sadık kalmış ama bazı vurucu detayları da eklemekten kaçınmamış ki, bu detaylar da öyküye hizmet eden, akıllıca dokunuşlar bence. Görsellik avantajını, sinematografinin olanaklarını sonuna kadar kullanarak görme biçimlerini izleyiciyle paylaşmış. Kaufman’ı özellikle Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Being John Malkovich ve Adaptation filmleriyle seven bir izleyiciyim. Gerçeküstü kurgularının görmek istemediğimiz gerçekleri anlatışı bana göre özgündür, özeldir. Bu yapımda da aslında her bireyin yaşam yolculuğu boyunca içinden geçtiği bir tüneli, bir labirenti görüyoruz. Ürpertici mi? Evet. Karanlık mı? Oldukça. Bulanık mı? Tıpkı hayatın kendisi gibi. Sonuçta iyi bir roman cesur bir filmin yapımına neden oldu. Bize düşense “her şeyi yeniden başlatmak” belki de...