Hollywood’un yeni nesil yönetmenlerinden Safdie Biraderler’in yönettiği ve Robert Pattinson’ın sayısız kaynak tarafından “kariyerinin zirve noktası” olarak nitelenen performansıyla Good Time, son zamanların en konuşulan filmlerinden. Bu yıl Cannes Film Festivali’nde övgülere boğulan filmi konu, birey ve şehir bağlamında karşılaştırmalı olarak değerlendirdik.
Benny ve Josh Safdie kardeşlerin yönetmen koltuğunda oturduğu Good Time’da Robert Pattinson’a Oscar adaylığı sahibi iki yıldız oyuncu; Jennifer Jason Leigh ve Barkhad Abdi eşlik ediyor. Martin Scorsese ve Sidney Lumet klasiklerini andıran film, acemi bir soygun işine girişen Connie ve Nick isimli iki kardeşin hikâyesini anlatıyor.
New York sokaklarında bir an bile hız kesmeyen, nefes nefese bir suç ve gerilim fırtınası sunan Good Time, iki kardeşin bir bankayı soyduktan sonra başlarına gelen talihsizlikleri oldukça gerçekçi bir açıdan ele alıyor. Bankayı soyduktan sonra kardeşlerden Nick (Ben Safdie) yakalanıyor ve koşulların çok zorlu olduğu bir hapishaneye düşüyor. Kardeşini kurtarmak için her yolu denemeye kararlı olan Connie (Robert Pattinson), arkadaşı Corey’nin (Jennifer Jason Leigh) yardımına başvuruyor. Kefaret parasını bulmak için gittikleri tefecide işler daha da karışıyor. Connie kendisini bitmek bilmeyen bir gecede, kardeşini hapishaneden kaçırmaya çalıştığı, zamana karşı bir kovalamacanın ortasında buluyor.
Filmde karakterlerin dağılan ve yabancılaşmış psikolojileri oldukça yakından yansıtılıyor. Ele alınan bu psikoloji büyük şehirlerin gece uğultusu, sürekli trafik sesi, neon ışıklar, metropol bencilliği, her dairede olan televizyonlar, televizyonun uyuşuk izleyicileri ve daha fazla kaos ile güçlendiriliyor. Filmin genelinde hâkim olan bir kışkırtma, anksiyete ve panik hissi var. İnsanın sinirlerini sürekli gergin hissettiren ve bunu yaparken de yormadan, seyirciyi sürekli filmin içinde tutmayı başaran bir film. Kahramanının ikilemi oldukça inandırıcı bir boyutta ele alınmış ve neredeyse hiper gerçekçi bir tarzda cehennemden bir anekdot düşürülmüş gibi.
Good Time oldukça sakin ve sinirleri yatıştırılmış bir sahne ile açılıyor. Her ne kadar gergin hissetmemize neden olacak bir sahne olsa ve birazdan bir terslik çıkacağına emin olsak da Nick’in mahkemece verilen bir terapi oturumunda rahatsız edici bir şekilde oturmasına gerilmeden önce empatimiz devreye giriyor. Doktorunun (Peter Verby) sorularına oldukça tuhaf yanıtlar veren Nick'in; büyükannesine şiddet uyguladığını, öfkesini kontrol altına alması gerektiğini ve hareketlerinin toplumsal yansımalarının farkında olmadığını, bu sahnede anlıyoruz. Ancak dengesiz davranışlarını tam olarak anlamayacak kadar fazla gelişmiş bir duygusal zekaya sahip olduğunu veya zihinsel bir engeli olduğunu da hemen çözebiliyoruz. Böyle bir açılışın ardından Connie’nin gelip kardeşini odadan aşırı sert bir şekilde çıkarışı ve onun iyiliğini düşünüp bir terapisttense bir soygunun içine atışı aslında filmin neden-sonuç ilişkisi, ailedeki iletişimsizlik ve farkındalık eksikliği konularında bir serime neden oluyor.
Filmin karakterler hakkındaki bilgiyi gözümüze sokmadan ve hızla ulaştırması hem bundan sonra devam edecek aksiyonda başlarına gelen ruhsal değişimleri anlamamızı kolaylaştırıyor hem de takip edilebilirlik adına güçlü bir anlatım oluşturuyor. Karakterlerin kendi içlerindeki naiflik ve varoluş mücadeleleri yüksek argolarla veya varoşların yoruculuğu gibi anlatılarla değil de direkt karakterin kendi iç dünyasında yaratılıyor. Böylece filmin özdeşlik kurmak ve durumu anlamlandırmak açısından çok net bir yol izlediği anlaşılabiliyor. Connie parçalanmış bir aileden biri olarak kardeşini koruduğunda iyi sonuç alacağını düşünse de bunun böyle olmayacağı görülebiliyor. Çünkü kendi içindeki durumu seyirci olarak anlamlandırınca Connie’ye sert çıkmak o kadar kolay olmuyor. Nitekim takip edecek olan tüm gece boyunca sürekli olarak bir durumu düzeltmeye çalışan birinin başına ancak bu kadar talihsizlikler gelebileceğini düşünürsek, Connie’nin bu sarsıntısı anlamlı oluyor. Bu olay dizisi aynı zamanda aslında Connie’nin de geçmişinin bu gibi talihsizliklerle örülü olduğu ve dolayısıyla neden tahammülsüz bir adam olduğunu bize hissettiriyor.
Nick ve Connie, bir bankadan 65.000 dolar çalıyor ancak başarılı olan tek şey bu banka soygunu oluyor. Nick polisler tarafından yakalanıp Rikers Adası'na gönderiliyor. Connie'nin onu kurtarmak için mümkün olduğunca çabuk 10.000 dolar kefaret bulması gerekiyor. Kız arkadaşı Corney (Jennifer Jason Leigh) ile olan inanılmaz samimiyetsiz anları filmde rahatsız edici bir sahne olarak hafızalara kazınıyor. Filmde bu an o kadar uzun bir sahne olarak yer almasa da aralarındaki iletişimsizlik ve bencillik modern birey ve yaşadığı ilişkiler hakkında güçlü bir perspektif sunuyor. Buradan takiple kardeşini kurtarmak için karşılaştığı herkes onu daha tuhaf, daha çirkin bir ilişki içine sürüklüyor. Film gösterilmek istenen bu manzarayı başrol kişisini kahramanlaştırıp, onun dışında herkesi kötü olarak değil de herkesin şehir karmaşasında zehirlenip, kötüleştiğini objektif bir biçimde ifade ediyor. Rüyalara daldırıp bir mucize de yaratmıyor veya kimsenin başına iyi bir şey gelmiyor. Bu noktada önce karamsar gibi görünse de, dil açısından melodram veya illüzyon yaratmadan dürüst bir tavır takınıyor.
Filmin Martin Scorsese’in 1973 yapımı Mean Streets’i ile yüksek benzerlik gösterdiğinden de bahsetmek gerek. Martin Scorsese sinemasınında düşününce aile bağlarının önemi, kalabalık mafya ortamı, birbirini kollayan çeteler akla gelir. Özellikle Mean Street’s de Martin Scorsese’in bir karakterin psikolojisini yakından kamerasına aldığını ve sinema tarihinde farklı bir anlatı kullandığını da düşünürsek Good Time’da yaratılan tersinleme daha anlamlı oluyor. Good Time’da kalabalık bir İtalyan aile yok, onun yerine Connie’ye eşlik eden zihinsel engelli bir kardeş, ona eklenen ve film boyunca görmediğimiz bir büyükanne var. Birbirini kollayan çeteler yerine modern dünyada iyice her şeyi kılıfına göre uygulayan yalnız, bencil ve mutsuz bireyler var. Güzel masalar, şık kıyafetler veya kaliteli bir ortam yerine rahatsız edici, ürkütücü bir kabus var. Belki de yönetmen artık ne çeteler ne de New York böyle sadece yalnızlaşmış ve çaresiz bireyler var diye düşündü. Ya da insanın, şehrin ve ona eklenen olaylar silsilesinden ziyade kendi kaotik iç dünyasının daha tekinsiz olduğunu düşünmüş olabilir. Her koşulda seyirci olarak birçok düşünce arasında gidip gelmemize neden olan, insanın kendi içinde sorular sormasını sağlayabilmiş bir film olduğundan bahsetmek gerekli.
Film gündelik hayatın araç gereçlerini, mekân ve yaşam pratiklerini kısa kısa ve çok üstünde durmadan içine almış. Klişe bir anlatıya başvurmadan örneğin uyuşturucuyu gözümüze sokmadan veya sübyancılığın olduğu bir sahneyi büyük şoklar içinde değil olağan bir durum olarak vermeyi seçmiş. Bu da seyircinin anlatıdaki ısrarcılıktan sıkılmadan yanlış olana daha sağduyulu bir tepki vermesine yol açıyor. Rahatsız ediciliği genellikle techno müzikle veya şehir ritmine uygun elektronik müzikler ile aktarmayı tercih etmiş. Aslında bu tercihin yerinde olduğunu söylemekte yarar var. Çünkü şehrin içinde çoğu zaman bir şeylere kulaklıkla müzik dinleyerek baktığımızı düşünürsek film de tam olarak yüksek sesli müzikle kendi içimize kapanışımızı, yalnızlığı ve varoluş mücadelemizi bize bu şekilde hatırlatıyor. Bu noktada Daniel Lopatin’in film için tasarladığı müzikleri takdir etmek gerek. Aynı şekilde yerinde ve kararında fotoğraflamalarıyla görüntü yönetmeni Sean Price Williams’ı da… Açıkçası Robert Pattinson ile birlikte neredeyse tüm oyuncuların oldukça kaliteli bir iş çıkardığı kuşkusuz. Yönelişleri hem dozunda hem de tutarlı olmuş. Bu anlamda Safdie kardeşlerin de yönetmen olarak iyi bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.
Bir Film iş birliğiyle 20 Ekim’de vizyona girecek olan Good Time filminin fragmanına aşağıdan göz atabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=wbmR9TzR6Js