Dünya prömiyerini 65. BFI Londra Film Festivali’nde yapan Stiletto, yolculuğuna 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Kısa Film Yarışması’nda ve 19. GwangHwaMun Kısa Film Festivali’nde devam ediyor. Yönetmen ve senarist Can Merdan Doğan ile Stiletto’ya dair merak ettiklerimizi konuştuk.
Stiletto, geceleri taksicilik yapan Hasan’ın, bir gün yolda stiletto ayakkabı giyen bir kadın görmesiyle uyanan arzularına odaklanıyor. Bu uyanışla evine dönen Hasan, evliliğine ve hayatına dair tüm dengeleri sarsan bir hareket yapıyor. Can Merdan Doğan’ın yazıp yönettiği, yapımcılığını Erkan Taşkıran’ın üstlendiği filmde Murat Kılıç ve Nihal Yalçın başrolleri paylaşıyor.
Hemen hemen birçok sinemaseverin aklına gelebilecek klasik bir soruyla giriş yapalım. Stiletto’nun konusuna baktığımızda aklımıza Sam Mendes’in Amerikan Güzeli filmi geliyor. Hatta filminizin bir sahnesine ona bariz bir gönderme de yapıyorsunuz. Buradan hareketle sormak istiyorum, sizi bu hikâyeyi yazmaya iten şey ne oldu? Filmin baş karakteri Hasan gibi gündelik hayatın akışı içinde böyle bir durum yaşadığınız oldu mu? Yoksa bizzat Türkiye’de yaşamak böyle bir film yazmak için yeterli mi?
Benzetmeniz çok hoşuma gitti. Herhalde Amerikan Güzeli en sevdiğim ilk beş filmden biridir. Anımsama sebebinizi de anlıyorum. Güllerin döküldüğü o sahne için birkaç referans filmim vardı, ilginç olan bunlardan hiçbiri Amerikan Güzeli değildi. Ama bazen bu oluyor, siz bile sizi çok etkileyen imgeleri unutuyorsunuz ve bilinçdışı bir yerden o imgeler başka şekillerde hortlayabiliyorlar.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; hem hepsi, hem hiçbiri. Kadınların ağırlıklı olduğu bir evde büyüdüm; üç ablam, annem, annemin dört kız kardeşi, kadın kuzenler ve babam. Babamın tek oğlu olarak da ben. Ankara’da askeri lojmanlarda geçmiş bir çocukluğum oldu. Türkiye’nin seküler muhitlerinde seküler insanlarının içinde çocukluğumdan itibaren hep ne giymem gerektiği, saçımı nasıl kestirmem gerektiği, tırnaklarımı kısa kesmenin önemi hatırlatıldı, bazen dikte edildi. Kısacası aslında nasıl erkekler ve nasıl kadınlar olmamız gerektiği bize çocuk yaştan itibaren öğretildi. Ama bu dünyanın her yerinde yaşanan bir durum. Münih’te filmi izleyen sinemacı arkadaşlarım da benzer baskılar yaşadıklarını paylaştılar. Bu hikâyenin dünyanın her yerinde anlatılabileceğini söylediler. Bir noktada, elbiseler, nesneler, saç ve makyaj aracılığıyla kodlanmış toplumsal cinsiyetleriz. Birbirimizi cinsiyetler olarak görüyoruz hâlâ, henüz insan olamadık! Filmdeki bakışlar, iğnelemeler, etiketlemeler benim için çok tanıdık şeyler bu yüzden, ben de maruz kaldım çünkü. Belki daha usturuplu uyarıldım, ama uyarıldım. Belki kişisel olan deneyimlerle, akademik olan çalışmalarımın bir sonucu olarak çıktı bu hikâye. Hem bu toplumda yetişmiş bir birey hem de medya temsillerinde kuir teori çalışan bir doktora öğrencisi olarak benden böyle bir ilk filmin çıkması kaçınılmazdı.
Stiletto bir ‘sızıntı’ hakkında; küçük bir açıktan içeri giren, girer girmez dengeleri sarsan, ne varsa sarsan bir Truva Atı. Bizim gibi kapalı toplumlarda, belki de perdeleri kapanan birçok pencerenin ardında, kendine açık bulan bir sızıntı bu; ama konuşulmayan, ama gömülen, uğruna cinayetler işlenen… Filmden hareketle, bir sanatçı olarak, insanın endişelerine odaklanan biri olarak size sormak istiyorum; çoğunlukla ekonomik sebeplere bağlanan Türkiye’deki insanların mutluluğu, böylesi sızıntılara ihtiyaç duyuyor mu? Evrensel bir öykü anlatmış olsanız da oldukça yerel kodların hâkim olduğu bir film var karşımızda, dolayısıyla sadece Türkiye özelinde cevaplamanızı diliyorum; uzun süredir aramızda olan ancak görmeyi reddetiğimiz şey sizce nedir?
İnsanlığımız bence. Birbirimize cinsiyetler, kimlikler, isimler, nesneler olarak bakmamız. Tuhaf biçimde, herkes bir başkasının varoluşunu yok sayarken, kendi varoluşu yok sayılmasın istiyor. Bu ikiyüzlülükten ziyade, birinin kendi hayatının diğerinin hayatından daha değerli olduğunu düşünmesi, bunun bencilliği. Üstelik bunların her birinin imajlar olduğunu unutup, kimlik edinerek giydiğimiz her şeye, her takıya aşırı anlamlar yüklememiz. Bu bir performans elbette.
Ben bu sebeple son zamanlarda sıkça kullanılan şu cümleden çok rahatsız oluyorum: ‘kutuplaştırıldık’. Kutuplaştırmayalım o zaman! İnsan olarak tercihlerin, vicdanın var. Herkesin yaşamı anlamlandırma araçları aynı olmasa da bunun hiçbir biçimde sosyo-ekonomik, kent-köylü, işçi-işsiz farkına indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü o yargıları hepimiz koyuyoruz, insanın kendini ölçüt alarak yaşamın ve insanların nasıl olacağını tarif etmesi ürkütücü. Biz de genelde bu yapıldı. Birilerinin ölçütü bizim ölçütümüz oldu. Bu yüzden de erkeklik bir övgüyken, kadınlık ve kadınsı olan aşağılandı. Sizin ‘sızıntı’ olarak tarif ettiğiniz ve filmin bir kişisi olan Stiletto, gayet eğitimli, burjuva bir aile içine de sızsaydı emin olun benzer sorgulamalar yaşanırdı. Sadece üslup farklı olurdu. Başka bir absürtlük çıkardı oradan da. Eğer birilerinin canı bu kadar yanmasa, gerçekten komik olduğunu söyleyebilirim birbirimizi yargılama biçimimizin, birbirimizi renkler, objeler üzerinden kim olduğumuzu tarif etme çabamızın. Şu çok komik değil mi mesela, erkeklerin uzattıkları bıyık boyu onların siyasi kimliklerini ortaya koyuyor. Sizin de tespit ettiğiniz gibi, filmde bu kadar ulu orta olması her şeyin, herhangi bir kimliğe vurgu yapmaması, tam tersi, ters yüz etmesi, tam da istediğim şeydi. Bu yüzden toplumda en sıradan görünebilecek bir aileyi seçmeye karar verdim.
Filminizin tagline’ı: ‘’Pembe Bir Aile Trajedisi’’. Özellikle bizim toplumumuzda her daim dik durması gereken, yüceltilen bir aitlik, ne olursa olsun, fotoğraflarda mutlu görünen bir birliktelik, her yetişkin birey için nihai hedef. Ama çerçevesi her köşeden çizilmiş bu birliktelik, içindekileri ne kadar mutlu edebilir? Çünkü aile, bir şekilde hepimizin trajedisi. Stiletto’nun en başarılı bulduğum yönü, aslında çok köklü bir krizi ve belki de muhtemel devrimi fazla ses çıkarmadan anlatabilmesi. Bunu başarmak için gerek görsel gerek işitsel olarak hangi yolları izlediniz?
Esasında trajedi de -Antik tiyatrodaki tragedya oyunlarından bahsetmiyorum- bir perspektif meselesi. Aynı olayda herkes başka bir şeyi deneyimleyip içinden çıkıyor. Aile içinde yaşanmış bir olayı kimi mutlu bir anı olarak anımsarken, başka biri için bu bir travma olabiliyor. Yine dediğiniz gibi çerçevesi kurulmuş olanı sorgulamadan bu trajediden kaçamayacağız, ama benim için o trajedi tırnak içinde bir trajedi, ‘neredeyse’ bir trajedi, o yüzden o ailenin farklı bir birliktelik biçimi olabileceğinin de umudunu taşıyor; pembe benim için umut ve neşeyi temsil ediyor.
Filmi tarif etme biçiminiz beni çok mutlu etti. Esasında üzerinde çalıştığım şey tam da bu oldu. Çünkü çok klişeye gidebilecek, diken üstü bir meseleydi elimdeki. Kâğıt üstünde o görsel araçları çok iyi tarif edebilmek gerekiyor, her şeyi yazmasak da. İkinci önemli öge ise yazdığım şeyi çok ciddiye almamaktı. Kendini ciddiye alan hiçbir şeyden hoşlanmıyorum. Bir yandan bir işin çok kör göze parmak olmadan, altını çizmeden anlatmak için de çok ciddiye almanız gerekiyor. Bu bir paradoks. Sinemada da bu böyle benim için, sessiz olanın, ama üstüne çalışılmış ve stilize olanı beğeniyorum bir seyirci olarak. İki Mike’ı çok seviyorum bu yüzden, Mike Leigh ve Mike Nichols. Çünkü ikisi de oyuncunun, elindeki insan malzemesinin hiçbir anını kaçırmıyorlar, bunu da çok ciddiye aldıklarını hissettirmiyorlar. Bu noktada içerik biçimi belirledi, sabit kadrajlardan, aktüel bir kamera kullanımına dönmek istedim, yani ciddiyet bozulsun, savrulalım istedim biraz evin içinde. Fırat Lita Sözbir çok iyi bir görüntü yönetmeni ve beni çok iyi anladı, iletişimimiz çok keyifliydi. Her karede ne görmek istediğimi çok iyi biliyordum. Storyboard’ları ve filmimizin posterini yapan grafik tasarımcı dostum Kutlay Sındırgı bütün kareleri çizdi benim için. Ses için kafamda fikirler vardı ve öneminin farkındaydım, çünkü filmde hikâyeme gerilim ögesi katan şey ses bir yandan. Onan Karagözoğlu bu noktada çok başarılıydı. Esasında bir film kâğıt aşamasındayken bitiyor. ‘Çekerken bakarız’ gibi bir yönteme çok inanmıyorum. Bu anlamda ne istediğimi bilmeden sete girmek, özellikle ilk yönetmenlik deneyimim olduğu için beni korkuttu ve evet, sinemanın ögelerinin hikâyenin hep bir parçası olmasına ama onunla beraber katman sağlamasına da özen gösterdim.
Hasan karakterini canlandıran Murat Kılıç’ı, aile kavramını sorgulayan bir başka film olan Albüm’de de izlemiştik; kendisi bu tarz rollere oldukça iyi oturan bir oyuncu. Keza Nihal Yalçın da çok doğru seçim olmuş. Özellikle bu iki rolü oynayacak kişileri seçerken nelere dikkat ettiniz? Size ‘’işte bu!’’ dedirten kriterler nelerdi?
Nihal’i yaklaşık on iki seneden beri tanıyorum ve arkadaşım. Hem de bir izleyici olarak onu hep takip ettim. Çok özel bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Sinemaya çok yakışan bir plastiği var ve malzemesini çok iyi kullanıyor. Aysel karakteri oluşmaya başlarken, Nihal’e ikna olmuştum kendi içimde. Açıkçası ikinci bir aday düşünmedim bile. Hasan karakteri çok riskliydi benim için. Zihninde sınırları olan ve tek tip rollerde karşımıza çıkan aşırı erkeksi bir oyuncu asla tercih etmezdim. Murat benim için serap gibiydi o yüzden. Çok başarılı, sakin ve rahat bir yerden karakteri çıkardı. Onunla çalışmak ve rolü kabul etmesi hikâyeyi ve kendime olan güvenimi de arttırdı. İkisi çok farklı stillerde oynuyor, ama çok iyi bir uyum oluştuğunu düşünüyorum bu hikâye özelinde. Aysel’in ve Hasan’ın kendi arasındaki değişen ‘efendi-köle’ ilişkisini çok iyi hissettirdiler. Yetenekli oyuncularla çalışmasaydım, anlatmak istediğim bu hikâye bu etkiyi vermeyebilirdi.
Biraz alışıldık bir soru olacak ama Stiletto öykü olarak uzun metraja daha uygun bana kalırsa. Karakterin sondaki dönüşümü ve isyanı, kısa filmin kısıtlı süresinden olsa gerek, biraz âni bir şekilde gerçekleşiyor. Başarılı kısa filmlerin uzun metraja uyarlandığına birkaç kez tanık olduk. Örneğin Barış Sarhan’ın Cemil Şov’u bunlardan biri. Siz Stiletto’yu uzun metraja uyarlamayı düşünür müydünüz? Stiletto “Türk Güzeli”miz olabilirdi…
“Türk Güzeli” güzelmiş. Çeksem mi acaba?:) Murat bizim kafamıza bu düşünceyi sokan ilk kişi oldu bu arada, yani filmin uzun metraja gitmesi gerektiğini söyleyen... Galiba bir gün uzun metraj olursa Hasan’ı yine Murat oynayacak. Onun dışında uzun metraj için gerekli malzemenin Stiletto’da olduğunu düşünmüyorum ya da belki üzerine çalışmam gerek. Şu an başka bir uzun metraj hikâyesine çalışıyorum. Almanya’da ortak yapımını gerçekleştireceğimiz ve yine temsiller, ters köşelerle örülü bir film olacak.
Başarılı kısa filmler, kısa film çekmek isteyen yönetmen adaylarına hep ilham olmuştur. Onlar için bu filmi çekme sürecinizden, aldığınız-almadığınız desteklerden biraz bahsedebilir misiniz? Zorlandığınız konular neydi? Yoldaki adaylara neler tavsiye edersiniz?
Türkiye’de para bulmak zorunda kalmak bu proje özelinde beni zorlayabilirdi. Bu sebeple film çekmek isteyen insanlar kendi ülkelerindeki insanları hikâyelerine ikna etmenin ötesinde düşünmeliler. Belli kodlar başka bir ülkedeki yapımcıya geçmiyor, çünkü yeterince anlamıyorlar. Para bulmadan ziyade hikâyelerine güvenmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü o hikâyeye inanan birileri kutuplarda da olsa karşınıza çıkıyor ve sizi peşinden sürüklüyor. Ben çok iyi bir yapımcıya ve uygulayıcı yapımcıyla çalıştım. Yapımcı Erkan Taşkıran ve uygulayıcı yapımcı Selda Durna bu projeye benden daha çok inandı ve bu, hikâyenin gücüydü, benim değil. Açıkçası Almanya’daki çevremiz üzerinden kitlesel fonlama, özel bir Alman yatırımcı ve Erkan’ın katkılarıyla çıktı film. Biraz kısa film bütçelerinin dışına çıktık. Çünkü hatır gönül işiyle film yapmadık. Bunu da adil bulmuyoruz. Sete parasız çıkmayın diyorum kısa filmcilere, insanlara gerçekten kaşelerini verin, insanlar bu işten para kazanıyor ve aile geçindiriyor ve birçok insanın başka kaynağı yok. O hikâye iyiyse, o para da bulunur. O yüzden anlatacak derdiniz varsa, yaranız derinse, film çekilir, para da bulunur. Film çekmek için çekmesinler ama, naçizane.
Kısa filmin uzun metraja giden bir basamak olarak görülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzun metraja gidiyormuş gibi olan bu ‘’sözüm ona özerk’’ formatın daha fazla yaygınlaşmasının önünde hangi engeller duruyor?
Kısa filmin uzun metraja giden bir basamak olarak gören bizler. :) Ama bu sadece yönetmen olarak sizin kararınız değil, size bu baskı yapılıyor. Yani “e hadi bir kısa film yap önce onu görelim” deniliyor. Açıkçası ilk filmim uzun metraj olabilirdi, ama kimse size ilk uzun filminize hiçbir şey çekmeden para vermiyor. Siz kendiniz bu işi yapabileceğinize inanıyorsunuz, ama para bulabileceğiniz insanları inandırmak için bir şeyler çekmeniz gerekiyor. Ama Stiletto’nun başarısının ve Londra gibi birçok önemli festivale seçilmesinin nedeni bir kısa ya da uzun film çekiyorum duygusuyla çekilmemesidir. “Bir hikâye anlatıyorum ve en iyi seti kurarak bunu nasıl yapabilirim” farkındalığına sahiptim ben. “Paran yoksa kısa film çek” kafası da ne kadar işliyor bilmiyorum. Kendi adıma iyi ki beklemişim diyorum ama, iyi ki yirmi yaşımdaki cesaretle film çekmemişim, pişman olabilirdim. Çok kişisel bir yolculuk bu. Kendi adıma formatlardan ziyade, bir hikâyeyi anlatmanın olanaklarını yaratmak daha öncelikli olmalı, çünkü her format, her şey değişebilir. Niye orta metraj filmler az mesela…
Sıklıkla merak edilen başka bir soru daha geliyor. Festivallerde boy gösteren kısa film filmlerinin büyük çoğunluğu belirli anlatısal yapıları tercih ediyor; sizinki gibi birkaç eser hariç hep benzer işlere tanık oluyoruz. Sizce film festivallerinde boy göstermenin belirli formülleri var mı? Senaryonuzu yazarken festivallerin beğenisi kazanmak uğruna belki bilerek belki insiyaki olarak tutum aldığınız oldu mu?
Birden çok faktörü var. Ama öncelikle şunu belirtmek isterim hikâyelerin de belirli formatlar içinde yazılabileceğinin ustalık işi olduğunu düşünüyorum. Yani biri kalkıp “Cannes’da ödül almak için bir senaryo yazacağım” deyip bir film çekip ve ödül alıyorsa alkışlamak gerek bence. Ama sizin bahsettiğiniz anlatısal yapılardaki işler, yani formülle işleyen ve festivale seçilen hiçbir film hatırlanmayabiliyor sonrasında. Ama bir yandan da kimse şu festivale seçileceğim illa diye film çekmez sanırım. Bence kendini, kalbini, sıkıntılarını, umutlarını, düşlerini dünyayla paylaşmak isteyen herkes her yerde kabul görür. Festivallerdeki insanlar da bizleriz, film çekenler de çünkü. Yani bir festivalcinin oturup da bir formül düzenlediğini düşünmüyorum bu yüzden. Sadece güncel, tehlikeli bir şey. Maalesef güncelin etkisine kapılabiliyor festivalciler. Bu yıl Venedik kısalarında koronayla ilgili bir film izledim. Gerçekten bu filmi seçmek ve bunu çekmek benim sanat anlayışımla uyuşmuyor.
Son olarak, varsa eğer sıradaki projeleriniz neler?
Yine bir kimlik eleştirisi, ama bu kez medya temsilleriyle ilgili, Almanya ortak yapım olarak gerçekleştireceğimiz ilk uzun metraj projemi yazıyorum, bir yandan da doktoramı 2022’ye kadar bitirmeye çalışıyorum. Umudum, anlatmak istediğim hikâyeden ödün vermeden gereken koşulları sağlayarak film çekmeye devam edebilmek.