Şarkılar anılardır. Yıllar öncesinden gelip bizi bulurlar. Eski bir dostu görmüşçesine kucaklar, bağrımıza basarız onları. Bizi alıp geçmişe götürür, sonra da aynı noktaya bırakıp yok olurlar.
Tarih 11 Mayıs 1993, yer Londra. Güneşli bir ilkbahar günü. Bir gün önceki gün yağan yağmurdan dolayı toprak hâlâ ıslak. Küçük, yapay gölde kuğularla ördekler, güneşin yansımaları içinde bir görünüp, bir kaybolarak huzur içinde yüzüyorlar. Hyde Park, her şeyiyle olağan gülerinden birini yaşıyor. Güneşlenen, kitap okuyan, çimenlerin üzerinde sevişen insanlar, güzelliği sözcüklere sığmayan patenci kız; “Her şey olması gerektiği gibi” diye düşünüyorum, kendi kendime.
İşte o gün, parka uzaklığı birkaç yüz metre olan, Londra’nın en önemli konser salonlarından Royal Albert Hall’da Leonard Cohen’in konseri vardı. Bu çok başarılı sürdüğünü bildiğim dünya turnesinin Londra durağı bilet fiyatlarının cebimdeki paraya eşit olduğunu öğrendiğimde, “Nasıl olsa yıllarca Cohen dinledim. Zaten yaşlanmış ve performansı da düşmüştür” diyerek kendimi kandırmayı denedim. RAH’un yuvarlık mimarisini izleyerek sanatçı giriş kapısına geldiğimde, az sonra karşılaşacağım sürprizle ilgili olarak aklımda hiçbir düşünce yoktu. Birden önümde siyah bir araba durdu ve içinden gözlüklerine kadar her şeyi siyah olan bir adam indi. Tam İngilizlere yakışır biçimde on beş kişinin önünde sıra oluşturduğu bu kişi Leonard Cohen’in ta kendisiydi.
Cohen herkesle tek tek tanışarak, albümlerini, kitaplarını, compact disklerini imzalamaya başladı. Hayranlarının isimlerini ve kim olduklarını öğrenmek, onun detaylara ilgisinin en önemli göstergesiydi. Bunun yaparken gözleri parlıyordu. Hatta yaşı kırk dolaylarında bir hayranının, elinde eski Cohen kitaplarıyla gelip onları imzalatmak istemesi, Cohen’in şaşkınlık içinde bu kitapları nereden bulduğunu sorması ve çoğunun kendinde bile olmadığını söylemesi, oldukça mizahi bir atmosfer yarattı. Sonra yere eğilip her kitabı özenle imzalarken
yaşadığı mutluluk yüzünden okunuyordu. O sırada, içi Japon turistlerle dolu bir otobüs gürültüyle yanımızdan geçti. Otobüstekiler, çevresini insanların sardığı bu siyah giysili adamın kim olduğunu bilmeden içgüdüsel olarak fotoğrafını çektiler, her zamanki Japon alışkanlığıyla. Hemen ardından biri kız, diğeri erkek iki metalci, Cohen’in kimliği hakkında bilgi alıp yeterince ikna olduktan sonra, kollarını açıp derilerinin üstüne imza aldılar. Yanlarında taşıdıkları küçük fotoğraf makinasıyla da günün anlamını belirten fotoğrafı, Cohen’i ortaya alarak çektirdiklerinde artık sıra bana gelmişti.
İsmimi söyledim, harflerini bir bir belirterek. Anlamını sordu. Güneş sisteminin dördüncü gezegeni, mars dedim. Açtığım deftere imzasını attı. Teşekkür etti, teşekkür ettim. Cohen, on beş dakikadır gitmek isteyen menajerinin ısrarlı bakışlarına daha fazla dayanamayarak sanatçı kapısından kaybolduğunda, ardında herkesin hissettiği sıcacık, insani şeyler bırakmıştı. Hızla bilet gişesinin olduğu kapıya yöneldim, cebimdeki paranın neredeyse tümünü vererek, kalan son iki biletten birini aldım.
Akşamüstü, konser salonuna geldiğimde büyük bir kalabalık vardı. Yaş ortalaması 35’in üzerinde, deri ceketleri, fularları, uzun saçlarıyla Cohen’i ilk günlerinden beri izleyen ateşli kitle, aşağıda bıraktıkları motosikletlerini unutmuş, heyecanla Cohen’in sahneye çıkmasını bekliyordu. Uğultulu bekleyiş beni de eski günlere götürdü. Bir sevgilimin giderken bana bıraktığı Leonard Cohen kaseti ve onun melankolik sesiyle ilk gençliğimi özdeşleştirmem... Hayatın merdivenlerini üçer-beşer çıkmaya hazırlandığımız günlerde, onun “One by One” diyerek bizi uyaran sesi. Sonra bu kaseti verdiğim bir arkadaşın, şehirlerarası bir yolda geçirdiği ciddi kaza sırasında hayatta kalmayı başarıp, kaseti yitirmesi... Aradan yıllar geçtikten sonra her şeyi daha iyi anladığımı sanıyorum.
Konser salonunda o kadar para vererek aldığım yeri görünce hayal kırıklığına uğruyor, bugüne kadar neden kelepir bir dürbün almadığım konusunda hayıflanıyorum. Uğultular birden kesilip alkış sesine dönüşüyor ve Cohen konserine başlıyor. Önce şarkı sözlerini şiir olarak okuyor, ardından şarkısını söylüyor. Eskisinden daha güçlü bir ses, çok başarılı bir orkestra ve vokal grubu, güçlü düzenlemeler, en önemlisi de ses ve ışık düzeninin kusursuzluğuyla dört dörtlük bir konseri izlemeye başlıyoruz. İzleyiciler onunla birlikte söylüyor Dance Me to the End of Love’ı, Everybody Knows’u, There is a War’u. Epeyce sonra iletişim kuruyor salondakilerle. O hiç konuşmayacakmış gibi görünen Cohen’in büyük bir talk show’cu ustalığıyla herkesi kahkahaya boğması ayrıca görülmesi gereken anlardan biri oluyor.
İkinci yarının başlangıcı, benim Cohen’e daha yakın olma çabalarımla geçiyor. Sonunda RAH’ın girilmesi yasak olan org balkonuna gizlice giriyor ve önceki bölümün aksine, çok yakından Cohen’i izleyebiliyorum. Görevliler, salondakileri alkollü içkilerle içeriye girmemeleri konusunda uyarıyorlar. Cohen müritleri, ya kapıda tüm içkileri bir yudumda içiyor, ya da gizlice içeri sokuyorlar. Sonra salon tamamen bir ayin ortamına dönüşüyor. Chelsea Hotel, Suzanne, I’m Your Man, Hallelujah havada uçuşuyor, sözler ve müzikler halinde üzerimize serpiliyor. RAH’ın kubbesindeki camdan lacivert bir Londra gecesi bize göz kırpıyor. Bu güzellik bir yerde bitmeli diyorum ve üçüncü saatin sonunda; Cohen kimbilir kaçıncı “bis”ini seslendirirken,
ilişkinin en güzel yerinde ayrılan sevgililer gibi fona güzel bir şarkıyı alıp salonu terk ediyorum...
Cohen, o akşam bize, yürekten söylenen şarkıların asla eskimediğini, aksine yıllar geçtikçe değerlendiğini, kitleleri coşkusunu kaybetmeden sürüklediğini gösterdi, bir peygamber edasıyla. Bunu yaparken hiçbir zaman işin “show” kısmına gitmedi ve sonuçta Cohen, kendisine inananları haklı çıkardı.
Cohen, Londra konserinde, 11 Mayıs günü parkta güneşlenen, sevişen insanlar, ağaçların arasında paten yapan inanılmaz güzellikteki kız, aşkların ortasında bizi bırakıp giden sevgililer, kapılarında limuzinlerin durduğu otel odaları, geriye doğru anlaşılan ama ileriye doğru yaşanması gereken hayatlarımız, susuşlarımız, sessiz çığlıklarımız ve dokunuşlarımız için söyledi.
“Leonard Cohen in Concert”, Cohen’in dünya turnesi sırasındaki konser kayıtlarından oluşuyor. Yıllara meydan okuyan güçlü bir sesin, başarılı bir orkestrayla yaptığı işbirliğinin sonucunu, bu çok satan kasette fazlasıyla bulacaksınız. Onu alıp bağrınıza basın, Cohen bunu hak ediyor. Anılarımız yetersiz de olsa aldırmayın; çoğu kez şarkılar anıların önünde gider, onlara rehberlik eder.
Unutmayın, şarkılar anılardır!...