Zeynep Dadak’ın Eremya Çelebi Kömürciyan’ın İstanbul Seyahatnamesi’nden yola çıkarak yazıp yönettiği, İstanbul’u 1661’den bugüne bir görsel tarih anlatısı ile sunan belgeseli Ah Gözel İstanbul üzerine bir yazı.
İstanbul, benim için şehrin en yüksek noktasına çıkıp izlenerek değil yollarında yürüyerek, göz seviyesinde kalarak zevkine varılabilecek, deneyimlenebilecek bir şehir. Her sokak farklı bir hikâye anlatır. Her semtin farklı bir kokusu vardır. Gözleriniz bir mimari dili takip edemez. Bu şehrin mimari dilinden bahsetmemiz gerekirse yüzyılların mimari anlayışının yıkıma dayalı çoğulculuğudur. Her semtin bir kimliği vardır. Ne kadar bildiğimizi, tanıdığımızı düşünsek de hep eksiğizdir. Daha biz bilmeden yok edilenlerin işaretleri ile karşılaşırız. Her ne kadar burası bizim evimiz olsa da ona hep yabancıyız. Bu yabancılık da her gün vapurla karşıdan karşıya geçsek bile gözümüzü hep İstanbul’a baktırır. Bu girişle nereye mi varacağım tabii ki İstanbul’u gümüş rengi ışığında gezdiren, festivallerin ardından şimdi MUBI'de izleyiciyle buluşan Ah Gözel İstanbul’a.
57. Antalya Altın Portakal Film Festivali, DokuFest gibi festivallerde yer alan ve 39. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Belgesel Yarışması Mansiyon Ödülü kazanan yönetmen Zeynep Dadak’ın, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın 1661’de kaleme almaya başladığı ve tamamlaması 20 yıldan uzun süren İstanbul Seyahatnamesi’nden yola çıkarak İstanbul’un 17. yüzyıldan 21. yüzyıla izini sürdüğü belgeseli Ah Gözel İstanbul, yaşadığımız bu şehrin bize nice farkına varamadığımız sırrını açık ediyor. Dadak, çehresi bırakın üç asır öncesine, üç yıl öncesine göre bile farklı olan ama her dem bizi büyüleyen bu şehrin sokaklarında bir hayalet gibi gezdiriyor izleyicisini.
Ah Gözel İstanbul belgeselinin çıkış noktası İstanbul doğumlu Ermeni entelektüelEremya Çelebi Kömürciyan’ın bugün İstanbul Tarihi: 17. Asırda İstanbul adıyla yayımlanan İstanbul Seyahatnamesi. Dadak, Kömürciyan’ın sesine ses, gördüklerine göz ekleyerek bizi İstanbul’un sokaklarında kapı kapı gezdiriyor. Seyahatname her ne kadar belgeselin çıkış noktası olsa da gezdiğimiz yerlerin anlatımını başka kaynaklardan hikâyelerle ve tanıklıklarla zenginleştiriliyor. Dadak, bize tam da başta duyurduğu gibi ”Asıl olan bildiğini sandığının ardındaki hikâyedir” diyerek İstanbul’u canlı bir zaman tüneline dönüştürüyor. Görünenin ardındakini, asırlar öncesinden taşıyıp getirdiklerini gün yüzüne çıkartıyor.
Film; “Eve Dönüş”, “Saray”, “Haliç’te Bir Sepet”, “Atlı Hayalet”, “Bülbül ve Fetih”, “Avrupa’nın Tatlı Suları”, “Kadınların Şüphesi” başlıklı 7 fasıl ve ek olarak “Epilog Göze Görünmeyen” ile bölümlerle tamamlanıyor. Her başlık bizi bu şehrin başka bir noktasına taşıyor. Kumkapı’dan başlayarak Tarihi Yarımada’ya oradan Haliç’in diğer yakasına ve Sarıyer’e varan; akabinde şehrin karşı kıyısından adalarda son bulan bir gezinti yaptırıyor. Dadak bunu yaparken de izleyicisini bizzat içeri davet ediyor. Kamera göz biz oluyoruz, boğazın sularından süzülüyoruz, sokaklarda yürüyen adımlar da bizim adımlarımız oluyor.
17. yüzyılın İstanbul anlatısına 21. yüzyıl görüntüleriyle adeta bir hayalleme yaptıran belgesel görsel bir tarih okumasına imkân veriyor. Anlatıda bize eşlik eden Sezgi Mengi sarı yağmurluğu ile bir rehber konumunda. Merak eden, soran, izleyen, dinleyen, iz süren bir rehber ama. İstanbul tarihi zenginliğinin yanı sıra hikmeti tartışılmaz, kutsalı bol, efsaneleri tükenmez de bir şehir malumunuz. Belgeselde de kutsal suların aktığı ayazmalara, şifa veren türbelere, her dönem kimliği başka bir anlama dönüşen mekânlara uğrayıp, mucize saçan kişilerle tanışıyoruz.
İstanbul, gerçek anlamda buralı, İstabullu aitliğini diğer şehirlerden hem daha kolay hem de daha acımasız sunar. Kıtalar arası geçiş noktası olmasıyla kozmopolit bir yapıya sahip bu şehirde bir arada yaşayamayan buralılarız. Kömürciyan’ın kendi cemaatinden de yola çıkarak anlattığı durumlarla İstanbul’un çok kimlikli bu yapısı insanların birbirine huzur vermeme sebepleri hâline gelmiş her zaman. Belgeselde de geçen dört asra rağmen hâlâ bir arada yaşayamadığımızı üzücü, utanç veren tarihi hadiseleri hatırlayarak geçiyoruz.
İstanbul’a dair hikâyeleri anlatıyor olmasının yanı sıra Dadak, hafızası sürekli hasara uğratılan bu şehre dair bir kayıt bırakıyor bizlere. İstanbul’un fotoğrafla tanışmasını konu aldığı bölümde yakın zamanda hayata veda eden foto muhabir Ara Güler’in şu sözlerine yer veriyor: “Ben yok olan bir İstanbul’u çekiyorum.” Bugün Güler’in çektiği İstanbul’dan geriye sahiden de çektiği fotoğraflardan başka çok bir şey kalmadı. Bu film de bugünden bize kalan olacak şüphesiz. Filmde Kömürciyan’ın sur dışından anlattığı İstanbul’un surlarının eser miktarda mevcudiyetini sürdürdüğünü, ikonik silüetine iki rezidansın sıkıştırıldığını, Galata’nın “ayrı bir şehir manzarası”ndan geriye kalanlarını, her köşesinin betonla donatıldığı koca bir şantiyeye dönüştürüldüğünü izlediğimizde bugünden de geriye neler kal(a)mayacağını görüyoruz. Filmde her dönem kim egemense onun dilini konuşmaya mecbur bırakılan İstanbul’a dair en güzel örnek Taksim Meydanı anlatısında veriliyor. Güçler savaşının en kendini görünür kıldığı, yıkıma dayalı bir değişimin temsili açısından önemli bir örnek olarak sunuluyor bu meydan. Acıdır ki bu yazıyı yazarken hayali vakıflara devredilen Gezi Parkı’nın haberleri yankılanıyor arkaplanımda.
Sokaklar arasında süzülen kamera uğradığı bazı noktalarda bize oradaki özel hikâyeleri de anlatıyor. Bu anlatıların aktığı anlarda, aynı bu şehrin üst üste binmiş tarihi gibi görüntüler de birbirinin üstüne biniyor. Eyüp Sultan’da, Cihangir Camii’de ya da Mihrimah Sultan Camii’de anlatılan bu özel hikâyeler kullanılan yansıtma görüntülerle geçmişten gün yüzüne çıkartılıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=She_-K5e31M
Belgesel gören ve gördüğünü bilen bir gözün takibi eşliğinde ilerliyor. Zeynep Dadak, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın seyahatnamesinin üzerinden yeniden yazdığı bu şehrin hikâyesinde hem onun anlattıklarının alanını genişletiyor, hem kapalı duran kapıları açıyor hem de İstanbul’a dair söylemek istediklerini dile getiriyor. İzlediğimiz belgeseli didaktik olmaktan çıkartıp masalsı bir etki yaratan da kurgusundaki becerisinde yatıyor. Biz bir İstanbul belgeseli değil İstanbul’u başrole koyan bir film izliyoruz. Eytan İpeker'in kurgusu, Florent Herry'nin görüntü yönetmenliği ve Erdem Helvacıoğlu'nun besteleri eşliğinde geçmiş zaman İstanbul’unu anımasayıp filmin zamanındaki İstanbul’u görüyoruz.
Salgının gölgesinde, hareket özgürlüğümüzün kısıtlandığı, şehirde yaşamaya hasret kaldığımız bu günlerde içinizde şahlanacak İstanbul’u gezme isteğini dizginlemenizi gerektirecek Ah Gözel İstanbul’u MUBI Türkiye’de izleyebilirsiniz. Buyrun gelin “Şehri uzaktan temaşa etmekle iktifa eyledik.” diyelim, iyi seyirler.