Bu yıl 71. kez düzenlenen Cannes Film Festivali’nden filmler için ülkemizde ilk adres hiç kuşkusuz yine Filmekimi olacak. Başka Sinema’nın yine her yıl olduğu gibi Cannes seçkisinden birçok önemli filmi bizimle buluşturacağını da hesaba katınca, filmlerden bazılarının gösterime girme ihtimali de oldukça yüksek. Bu yüzden filmleri takip edebilmek ve vizyondayken kaçırmamak için Cannes 2018’de dikkat çeken 10 filme göz atmanızı öneriyoruz.
71. Cannes Film Festivali’nden ilk cemre 1 Haziran’da Ahlat Ağacı’nın gösterime girmesiyle düştü. Nuri Bilge Ceylan’ın festivalin son gününde seyirci karşısına çıkan ve hatırı sayılır bir ilgi gören son filmiyle bir anlamda yeni sezon da açılmış oldu. Peki, bu sene festivalde en çok hangi filmler sevildi, konuşuldu, tartışıldı? İşte Cannes 2018’den, kulağımıza gelenlerle biraz daha sabırsızlandığımız ve bir an önce kavuşmak istediğimiz 10 film.
Shoplifters
Hiç kuşkusuz Cannes Film Festivali’nde en çok merak edilen film her zaman Altın Palmiye’yi kucaklayan yapım olur. Hirokazu Koreeda, sinemaseverlerin aklında Nobody Knows ve özellikle de 2008 yapımı Still Walking ile yer etmiş bir yönetmen. Son 10 yılda yaptığı filmler ise çoğu zaman izleyicileri ikiye bölmüştü ve ortak bir mutabakatla beğenilen bir filmi pek olmamıştı. Ama son filmi Shoplifters’ın hem Cannes’da eleştirmenlerden gördüğü takdir hem de jürinin en büyük ödülüyle taçlanması onu doğal olarak yeni sezonun en çok merak edilen filmi hâline getirdi. Küçük bir kız çocuğunu biraz da yasa dışı yöntemlerle evlat edinen bir aile ile tanışacağımız film hem melankolisi hem de dozunda neşesiyle izleyen herkesi kendine hayran bırakmıştı.
Cold War
Festivalden en iyi yönetmen ödülüyle dönen Pawel Pawlikowski’nin son filmi Cold War, özellikle yarattığı estetize dünya ile övgü topladı. Siyah-beyaz çekilen ve 1940’lı yılların sonunda Polonya’da başlayıp on yıla yayılan kırık bir aşk hikâyesini yerel müzikler ve eşsiz görüntüler eşliğinde önümüze getirecek olan film, aşırı stilize hâli ile hem beğeni toplamış hem de yine aynı sebeple yönetmenin hesaplı bir biçimcilikle izleyiciyi etkilemeye çalıştığı yönünde eleştirilere maruz kalmıştı. Bir önceki filmi Ida ile de izleyicileri ikiye bölen yönetmen yine aynı damardan ilerleyip bu kez bir Sovyet dönemi Soğuk Savaş draması ile karşımıza çıkacak.
Climax
İzleyicileri ikiye bölmek demişken, Gaspar Noé’nin adını anmamak olmaz elbette. Bugüne kadar yaptığı neredeyse her filmle olay yaratan Noé, bu durumun kendisi de farkında olacak ki yeni filmini daha afişinden başlayarak provakatif bir şekilde tasarlamış. Türler arasında gezinen ve bir filmden ziyade bir performans olarak değerlendirilen Climax’de, aldıkları uyuşturucunun etkisiyle yavaş yavaş kontrolden çıkan bir grup dansçının hikâyesi anlatılıyor. Sinema tarihine yaptığı geniş referanslar, sanat yönetimi ve müzikleriyle epey övgü toplayan Climax, Noé’nin Irreversible’dan bu yana en fazla beğenilen filmi oldu.
Burning
Bu sene ödül töreninde pek fazla hayal kırıklığından bahsedilmese de bir istisna var elbette. Hiçbir ödül alamadan törenden ayrılan Burning, özellikle eleştirmenler tarafından yere göğe konulamamıştı. Oasis ve Shi gibi filmleriyle tanıdığımız Koreli yönetmen Lee Chang-dong’un sekiz yıllık bir aradan sonra sinemaya geri döndüğü son filmi, adının hakkını verecek kadar ortalığı karıştırmayı başardı.
Haruki Murakami’nin kısa bir hikâyesinden yola çıkan Burning, obsesif bir aşk üçgeninde savrulan bir yazar adayı ile tanıştıracak bizi. Kıskançlık, sınıf farkı ve yaratma edimi üzerine de bir çift sözü olduğu söylenen film büyük ihtimalle yeni sezonda en çok konuşacağımız yapımlardan biri olacak.
Image Book
Kapanış töreninde tartışmalı bir şekilde kendisine özel hazırlanan bir Altın Palmiye ile ödüllendirilen Jean-Luc Godard’ın son filmi Image Book, yönetmenin yakın döneminin tamamını ayırdığı makale-filmlerden biri.
Her Godard filminde olduğu gibi konusunu anlatmanın hem zor hem de beyhude bir çaba olduğu film, Godard’ın sinema, yaratıcılık ve orijnallik üzerine düşüncelerini çeşitli görüntüler eşliğinde dile getirdiği bir deneme şeklinde özetleniyor. 88 yaşında olmasına rağmen hâlâ yeni ve farklı olanın peşinde koşan Godard’ın ürettiği herhangi bir şeye ilgisiz kalmak epey zor, bu yüzden izleyenler, filme iyi ya da kötü gibi yetersiz kavramlarla yaklaşmak yerine bir zihin egzersizi gözüyle bakmamızı tavsiye ediyor.
BlacKkKlansman
Uzun zamandır iyi bir filmini beklediğimiz bir diğer yönetmen de Spike Lee elbette. Cannes’da ana yarışmada yer alıp Büyük Jüri Ödülü kazanan yeni filmi BlacKkKlansman, 70’li yıllarda geçen bir politik taşlama olarak sunuluyor. Donald Trump üzerinden güncel politik göndermelerin de yer aldığı söylenen film, Ku Klux Klan’a sızan bir polisin hikâyesi. Gerçek bir olaydan yola çıkan Lee’nin filmi her ne kadar sinema yazarları tarafından pek ilgi görmese de, en büyük ikinci ödül ile festivalden ayrılınca izleyicilerin beklentileri de doğal olarak arttı.
Under the Silver Lake
David Robert Mitchell’ın adını birçok sinemasever It Follows ile duymuştu. Bağımsız Amerikan sinemasının en çok umut beslenen yönetmeninin son filmi Under the Silver Lake, Cannes’da ana yarışmaya alındığından beri gündemdeydi. Film gösterildikten sonra ise özellikle Amerikalı eleştirmenler hayal kırıklıklarını dile getirirken, Avrupa’dan ve hatta ülkemizden birçok sinema yazarı filme hayran kaldı.
Tesadüf eseri tanıştığı bir kızın kaybolmasıyla yollara düşüp onu aramaya başlayan Sam’in hikâyesi, Alfred Hitchcock’tan David Lynch’e uzanan geniş bir ilhamla ilerlerken, filmin türler arasında da bir yolculuğa çıktığı söyleniyor. Under the Silver Lake başarısız bir deneme mi yoksa parlak bir zekâdan fışkıran nevi şahsına münhasır bir eser mi, izleyince göreceğiz.
Leto
Filmi Cannes’da ana yarışmada gösterilirken, Rusya’da ev hapsinde olan yönetmen Kirill Serebrennikov’un izleyiciyi 80’li yılların Leningrad’ında bir rock şölenine davet ettiği filmi Leto da yeni sezonun en merak edilen yapımları arasında.
Batı’dan gelen rock dalgasının etkisinde bir taraftan sistemin dayattığı sansür nedeniyle istediği şeyleri söyleyemeyen ama buna rağmen etkili bir underground akım da yaratan genç müzisyenlerin hikâyesini takip edeceğimiz Leto, kurmaca ile gerçeklik arasında salınan bir film olarak lanse ediliyor. Leto, İngiliz eleştirmen Peter Bradshaw tarafından “İçinde çok iyi birkaç parça barındıran bir albüm gibi” şeklinde tanımlanmıştı.
Happy As Lazzaro
Happy As Lazzarro, İtalya kırsalında geçen buruk bir hikâye. Zengin bir ailenin yanında neredeyse bir köle gibi çalışan Lazzaro’nun öyküsü, jüri tarafından da epey beğenilmiş, filmin senaristi ve yönetmeni Alice Rohrwacher En İyi Senaryo ile ödüllendirilmişti.
Filmi Cannes’da duygusal bir manipülasyondan ibaret görenler de oldu, yeni gerçekçiliğin postmodern bir örneği olarak tanımlayanlar da. Filmde, Lazzaro rolünde Adriano Tardiolo’nun harika bir performans çıkardığı da bize gelen duyumlar arasında.
Sorry Angel
90’lı yıllarda geçen bir aşk öyküsüne tanık olacağımız Sorry Angel, 40’lı yaşlarında bir yazar ile taşralı bir gencin arasındaki romantik ilişkiyi perdeye taşımış. Aralarında yaş ve sınıf farkı bulunan iki insanın kaygan zeminde ayakta durmaya ve sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışmasını anlatan film, diyaloglar üzerinden ilerleyen dokunaklı ve yalın bir yapım olarak tanıtılıyor. Yönetmenliğini Christophe Honore’nin üstlendiği film, Cannes 2018’de LGBT+ temalı filmlerin en dikkat çeken örneklerinden biriydi.
Bonus: The House That Jack Built
Lars Von Trier gerçekten delirdi mi? Son filmiyle bir anlamda kendi sinema kariyerinin dibine dinamit mi koydu yoksa tüm bastırılmış isteklerini, bütün dürüstlüğüyle bu filmine mi yansıttı? Bu soruların cevabını bulmamıza az kaldı. 12 yıl boyunca cinayetler işleyen bir seri katili çerçeveye aldığı son filmiyle Lars Von Trier yine bir miktar olay yaratacak gibi görünüyor. Hem seveni hem de nefret edeni bol olacak filmle ilgili Cannes’daki genel kanı ise The House That Jack Built’in Trier’in büsbütün dibe vuruşunun kanıtı olduğu yönündeydi.