Yorgos Lanthimos’un Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanan son filmi The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü) filmi 17 Kasım’da vizyona giriyor. Başrollerinde Colin Farrell, Nicole Kidman, Barry Keoghan ve Alicia Silverstone’un yer aldığı gerilimi sürekli yüksek tutan film, intikam duygusunun sınırlarını genişletiyor.
Oscar adayı The Lobster ve Dogtooth’un yönetmeni Yorgos Lanthimos’un merakla beklenen son filmi The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü), sıra dışı bir intikam hikâyesiyle izleyiciyi yine farklı bir evren tasarımının içine sürüklüyor. Başarılı bir cerrah olan Steven Murphy (Colin Farrell) ile göz doktoru olan eşi Anna’nın (Nicole Kidman) iki çocuklarıyla beraber mutlu, sağlıklı ve düzenli devam eden aile hayatı, babasını kaybetmiş bir genç olan Martin’in (Barry Keoghan) aileyi himayesine almasıyla kontrolden çıkıyor. Beraberinde bazı karanlık sırlar da getiren Martin aile fertleriyle giderek yakınlaşırken, Steven’ın çocukları ansızın yemeden içmeden kesiliyor ve yürüyememeye başlıyor. Tıbbi olanakların gelişmiş olduğu bir hastanedeki doktorlar da çocukların rahatsızlığını bilimsel olarak açıklayamıyorlar. Aynı hastanede doktor olan Steven, kendisini Martin’in dediklerini harfiyen yapmazsa aile fertlerinin sırayla öleceği gerilimli bir oyunun içinde buluyor.
Yorgos Lanthimos, filmlerinde daima olan distopik evren tasarımını bu filminde biraz daha pratik yaşam gerçeklerine yakın tutmuş. Etkileyici bir ameliyat sahnesiyle başlayan film, Franz Schubert’in Stabat Mater in F minor D. 383 Chorus senfonisiyle etkileyici bir açılış yapıyor. Karakter serimlerinin hikâye akışında aktarıldığı film önce Amerikan Rüyası’nın göstergelerine sahip, tipik üst sınıf ve düzenli bir aile ortamını sunuyor. Seyirci oldukça sakin, düzenli ve steril bir yaşama dâhil olurken alttan göz kırpan gerilimi ise hissetmemek mümkün değil. Çok geçmeden Steven’i olmadık zamanlarda ziyaret eden ve ilişkilerinin temelini anlamlandıramadığımız Martin ile olan paylaşımları aktarılmaya başlanıyor. Steven 16 yaşındaki Martin’in babası mı, yoksa flört mü ediyorlar sorularıyla izlediğimiz bu sahneler bizi muallakta bırakarak gerilimi tırmandırıyor. Steven’ın çok geçmeden Martin’in babasının doktoru olduğu anlaşılsa da ilişkilerindeki yapı ve davranışsal yönelimleri aynı soru işaretleriyle film boyunca sürüyor. Ancak filmdeki tüm karakterlerin birbiriyle olan ilişkisine tek bir açıdan bakmak zaten mümkün değil. Yönetmen bu kısımları onların kişisel zaafları ve yaklaşımları üzerinden aralıklı bırakmayı tercih etmiş.
Filmde kompleks duyguların iç içe geçtiği karakter yapılarıyla birlikte intikam teması da çok sert ve sarsıcı bir biçimde gözler önüne seriliyor. Martin’in intikam duygusu; dağılan çekirdek aile yapısındaki eksiği gidermek için seçtiği Steven’in, yaşamından memnun olarak bu isteği reddetmesiyle başlıyor. Bu noktada kendi çekirdek yapısının bozulmasında Steven’ı suçlu gören Martin’in reddedilen bu isteği; Steven’in memnun olduğu hayatında kendine bir kontenjan açmaya çalışmasına, Steven’ın memnun olduğu huzurun bir şekilde bozulmasına veya her iki taraftan da bir kişinin ölümünün adil olacağı düşüncesine itiyor. Her şekilde Martin’in çok katmanlı kişisel refleksi Steven’ın dağılmamış ve düzenli görünen aile yapısına yıldırım gibi düşürüyor. Ancak Steven’in ailesinin düzenli ve steril yapısı, yüzeyde çok şık bir ev tasarımı ve hayat tarzındaki ritüelleriyle aktarılıyor. Aile fertleri arasındaki monoton ilişki yapısı, eşi Anna ile mekanikleşen seks hayatları ve sürekli yerine getirilmesi gereken görevleri, bu üst sınıf ailenin kendi içinde oldukça sıkkın ve durağan bir yaşam yaşadığını ifade ediyor. Bu kısımların Michael Hanake’nin Funny Games filmini biraz anımsattığını belirtmekte fayda var.
Antik Yunan tragedya yazarı Euripides’in üçlemelerinden Iphigenia at Aulis’in mitolojik hikâyesindeki Agamemnon ile tanrıça Artemis’in, ölen bir geyik için kan davası ve intikam duygularının filmde taslak oluşturduğunu görebiliyoruz. Modern itkiler ile aidiyet, erk ve iktidar yan temalarıyla çeşitlenen hikâye, insanların niteliklerini bir değer sisteminde kıyaslara sokuyor. Örnek olarak; Steven çocuklarından birini öldürmek zorunda kaldığını anlamak zorunda olduğunda, hangisini öldüreceğine karar vermek için çocuklarının okulundaki müdürden en başarılı ve umut vadeden çocuğunun hangisi olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Sayısal bir düzlemde verilecek bu karar, bireyin artık toplumun belirlediği normatif değerler sistemine göre ölçütlendirildiğini söylüyor. Manevi kısmın önemsizleştirildiği bu dayatılmış rasyonalite, modern toplumun birey için belirlediği sanal ve sayısal değerlerin önemli olduğunun vurgusunu yapıyor.
Zamanın ve düzenin çok önemli olduğu bu ailede Anna da oldukça manupilatif davranıp, kocasını tüm bu süreçte yetersiz görerek buhranın içinden çıkmaya çalışıyor. Steven’in sorunu çözmekle ilgi yetersizliği onu kişisel bir mücadelenin içine itiyor. Martin’in tüm aileyi neredeyse kendisine tapacak noktaya getirmesi sarsıcılığı daha da arttırıyor. Ancak Martin’in yarattığı bu etki alanının tinsel mi, psikolojik mi yoksa bir yanılsama mı olduğu düşüncesi de gerçekçi ele alınan filmle biraz tezat oluşturabiliyor. Mitolojik bir hikâyeye dayandırılıyorsa da modernleşmiş bir hali olarak, Steven ailesinin yaşadığı semte göre getto sayılacak kuzeydeki bir mahalleden gelen Martin’in bu büyücü halleri daha gerçekçi bir neden-sonuç ilişkisi içinde aktarılabilirdi. Sinemasal olarak güçlü bir çatışma kurulduğu için göze batmayan bu kısım dışında karakterlerin iç dünyası ve yaşadıkları içsel çekişmenin başarılı aktarıldığını söylemek gerekli.
Filmde göze çarpan bir başka konu ise yer değiştiren rol modelleri. Martin, Steven’in evine girdiğinde git gide yeni bir baba figürü olmaya başlıyor. Steven’in koltuk altı kıllarının kendisininkine göre o kadar çok olmadığını söylediği sahne, ev içi iktidar modelini fiziksel bir biçimde ele alarak, Martin’in kafasında onu üstün bir figür olma düşüncesine itiyor. Martin’in evin büyük kızı Kim (Raffey Cassidy) ile olan flörtleri sırasında, Kim’le aralarındaki romantik anların en yüksek olduğu anı sert ve pervasız bir biçimde kesmesi de çapraz bir intikam durumu yaratıyor. Aynı sahnenin bir gece önce Martin’in annesi ile Steven’in yaşamış olması akıllarda bu sahneyi takip eden bir intikam sahnesi olup olmadığı sorusunu da getiriyor. Ancak Anna’nın Martin’in önünde diz çöküp, bağlılığını gösterdiği sahnede şüpheler artık yerini yer değiştiren iktidar ve intikam olgusunun netliğine bırakıyor. Martin’in önce trajikomik anlar yaşayıp daha sonra git gide ciddi bir rahatsız ediciliğe bürünmesi filmin gerilimini oldukça arttırıyor.
Lanthimos’un düzenli olarak filmlerinin senaryosunu birlikte yazdığı Efthymis Filippou ile geçmiş çalışmalarına oranla son filminde gerilimin dozajını arttırdığı görülüyor. Olay-kişi çatışmalarının daha sert bir biçimde tasarlandığını ancak farklı evren tasarımında daha anlaşılır bir dile kayıldığını söyleyebiliriz. Yine her filminde çalıştığı görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis’in anlatımını daha da geliştirdiği, yeni açılar bularak bu yeni filmin sinematografisini güçlendirdiği görülüyor. Bakatakis, son zamanlarda popülerleşen zoom kullanımını güzel açılardan ele alsa da yer yer fazlalığı göze batabiliyor. Filmin simetrik fotoğraflamaları ve derinlik kullanımının çok yerinde olduğunu da söylemek gerek. Mekân kullanımının, özellikle ev kavramının Lanthimos filmlerinde önemli bir yeri olduğunu düşündüğümüzde, kameraya alınan planların, simetrik ve düzenli iç mekânların ve uzak mesafe çekimlerinin göz doyurucu olduğunu söylemeden geçemeyiz.
Filmde klasik müziklerin yoğun kullanımının yanında “film noir” havası katan gerilimli ve rahatsız edici tınılar da bir hayli fazla. Özellikle son dönem sinema yapımlarında görülen uyarıcı ritmik sesler ve efekt benzeri müzik kullanımına bir bakış olarak nostaljik bir gerilim veren sesler tercih edilmiş. Ancak bu sesler de harmonik bir müzik keyfi için değil, seyircinin odaklanması gereken kritik anlara ilgisini çekmek için oluşturulmuş. Oyunculukların kesinlikle tam kıvamında olduğunu görebiliyoruz. Karakterlerin iç devinimleri ve gerilimleri tüm oyuncular tarafında tutarlı bir şekilde ele alınmış. Ancak tüm oyuncuların içinde Barry Keoghan’ın yarattığı rahatsız edici, duygusal olarak hassas ve oldukça tekinsiz karakterini ayrıca takdir etmek gerekli.
Yorgos Lanthimos’un The Killing of a Sacred Deer filmi kesinlikle görülmeye değer. Gerilimi sürekli yüksek tutan, insan ilişkilerinin oturduğu zemini sürekli sorgulayan ve intikam olgusunu çok derin işleyen bir film. Son zamanların öne çıkan iyi filmlerinden olduğu şüphesiz. Henüz izlemeyenler için, film vizyona girmeden önce, yönetmenin The Lobster ve Dogtooth filmlerine bakmak dilini kavramak açısından daha yararlı olabilir.
Başka Sinema iş birliği ile 17 Kasım’da vizyona girecek olan The Killing of a Sacred Deer filminin fragmanına aşağıdan göz atabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=3lMiKRVQoq4