Türkiye'de ilk kez Zorlu PSM'de, 24-25 Mart 2017 tarihlerinde gerçekleşecek Sónar Istanbul kapsamında Red Bull Music Academy'nin kürasyonunu üstlendiği SonarLab sahnesinde yer alacak olan İpek Görgün ile konser öncesi buluştuk. Kendisiyle sesin şiddeti, müziğin düşünceyle olan ilişkisi ve duyma edimi üzerine konuştuk.
2014 yılında Tokyo Red Bull Music Academy’de sahne alan İpek Görgün, geçmişte NMD Sounds adlı audio visual projesi için Heybeliada’da sesler toplamıştı. Sanatçı ambiyansa dayalı çok katmanlı sesleri ile bilinen armonilerin ötesinde yaptığı müzikle dinleyicisi karşısına çıkmaya devam ediyor.
NMD Sounds projesi için arı, sinek, insan sesleri gibi pek çok değişik frekansta sesler kaydettiğini biliyorum. Haliyle bunlar fiziksel sesler, çünkü kayıt cihazları sesleri saklamak için ‘’var olmayı’’ şart koşuyor. Bu nedenle soruyu fiziksellikten öteye çekiyorum. Çok şiddetli hissedilen bir duygunun sesini alabilseydin bu hangi duygu olurdu, titreşim ve ritmi nasıl olurdu?
Teslimiyet olurdu sanırım ama şiddeti, titreşimi ve ritmi hakkında hiçbir fikrim yok.
Max Richter’ın sekiz saatlik Sleep albümüyle ilgili neler düşünüyorsun? Müziği uykuda dinlemek, etkisi açısından uyanıkken dinlemekten farklı olabilir mi?
Albümü kesintisiz sekiz saatte bitiremedim. Dördüncü saate doğru dikkatim tamamen dağıldı. Sonrasında kaldığım yerden devam ettim. İlk baştaki piyano partisyonundan sonra uzayan seslere, oradan da yaylılara geçişi çok hoşuma gitti.
Kendi adıma uyku esnasında mümkün olduğu kadar az ses olmasından yanayım çünkü herhangi bir sesi dikkatle dinlemeye başlarsam uykum kaçıyor. O nedenle sanırım Sleep'i veya başka bir eseri asla uyurken dinleyemeyeceğim. Ama “bir gün parça besteleyip milletin uykusuna tebelleş olur musun?” derseniz, olurum tabii. :)
Ambiyansa dayalı bu tarz bir müzik için genelde kabaca yapıştırılan ‘’konser salonunda dinlenmez’’ düşüncesi oluyor. Sence müziğin bir mekânı var mıdır?
Eğer ambient vb. müzikler özelinde konuşuyorsak Fennesz'in Carnegie Hall'da Mahler Remix'i çaldığını ya da Tim Hecker ve Ben Frost'un Sydney Opera Hall'daki konserlerini hatırlayabiliriz. Tabii bu gibi bestecilerin eserlerini atmosfere ve ambiyansa dayalı olarak nitelendirmek, onların müzikal derinliğini ifade etmek için yeterli olmayabilir.
Müziğin mekânı sorusuna gelince, içinde bulunduğumuz akustik ortam bir yana, müzik kendi mekânını da yaratabilir gibi geliyor bana. Bu açıdan, duyduğumuz katmanların kendi aralarındaki perspektif ve hareket, bestenin içinde de mekânı getirebilir sanki.
Kişisel bir yorum yapacak olursam, senin kompozisyonların Mark Rothko’nun eserlerini zihnime getiriyor. Dinlerken, onun ‘’Şapel’’inde oturduğumu hissediyorum. Sanki mekânda hem basıklaşıyor, hem de genişliyorum. Müziğinin özellikle odaklanmayı gerektirdiğini düşünürsek, eserlerini hazırlarken dinleyenin zihnine gelen görüntüleri düşündüğün oluyor mu?
Çok teşekkür ederim. Rothko'yu ben de severim bu arada. Kendi adıma, yaptığım müziğin bir yeri veya bir odak noktasını işgal etmesini değil, olduğu yere katılması fikrini daha çok benimsiyorum. Bununla beraber, beste yaparken ben sadece besteci değilim, aynı anda dinleyiciyim de (Horaccio Vaggione'dan öğrendim bunu, benden çıkmadı yani). O yüzden bestelerken ve dinlerken benim de dinleyici olarak bazı çağrışımları yaşadığım oluyor.
2014 yılında Red Bull Music Academy Tokyo’ya katılma sürecin nasıl gerçekleşti, bu sürecin sana katkıları neler oldu?
Benim başvurum biraz yumurta kapıya dayanınca olmuştu. Sadece müziğin konuşulduğu ve her şeyin müzik etrafında yaşandığı bir süre geçirdim, benim için çok öğreticiydi. Ama her şeyin ötesinde, bana müzikle ilgili yeni dünyalar açan ve umut veren bir tecrübe oldu.
Şu an İTÜ Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nde doktora öğrencisisin, öncesinde de felsefe eğitimi aldığını biliyorum. Müzik de bir düşünce ürünü olduğuna göre, yaptığın müziğin bir felsefesi bulunuyor mu? Sence müziğin insanlığın düşünce tarihine bir etkisi olmuş mudur?
Müziği salt bir düşüncenin ya da düşünüşün ürünü gibi görmüyorum aslında. Evet bir şeyleri düşünüyor gibi görünebiliriz; ama bir o kadar da müziğe ve seslere maruz kalıyoruz. Çıkardığımız ses aynı zamanda bizi düşündürme, dönüştürme gücüne sahip. Yani düşünmeyi burada 'ilk yaratıcı' olarak konumlandırmamak aklıma daha çok yatıyor.
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, evet, elektronik müziğin düşünsel anlamda da bir tarihi ve evrimi var. Russolo'nun, Boulez'in metinleri, Schaeffer ve Poullin'ın Husserl'den etkilenerek yarattıkları 'ses objesi' düşüncesi, Stockhausen'ın Kontakte ile beraber anlattığı elektronik müziğin dört kriteri teorisi... Liste daha uzar gider ama özetle elektronik müzik besteciliğinin düşünsel evrimi yirminci yüzyıldan beri süregelmekte ve felsefeyle, hatta fenomenoloji ve göstergebilimi ile de yakın temasta olabiliyor.
Müzik ve insanlık tarihine gelince, bu konuda müzikologlar benimkinden daha doğru cevaplar verecektir. Naçizane fikrimse, müziğin herhangi bir dönemin ruhunu anlamak için bulabileceğimiz en verimli kaynaklardan biri olduğu yönünde. Ayrıca müziğin sadece bir dönemi hissettirmesinin yanında, o dönemin düşüncelerine de yön verebildiğine inanıyorum.
Müzik duymaya başlayan insanın odaklanarak kendini diğer dış seslere kapatması ve sadece bir kompozisyona ait sesleri duymak istemesi kısmi bir sağırlık olarak görülemez mi? Seslerle var olan dünyamızda müzik sence de asıl sessizlik değil midir?
Bence sağırlık olarak görülmesi mümkün değil. Birincisi (eğer burada mecazı zorlamıyorsak) sağırlık, işitme duyusundan yoksun kalma durumudur. Yani sağlıklı bir insan, kendi iradesiyle sağır olmayı seçmiyor. Bu nedenle ilgisini sesin bir bölümüne yöneltmeyi tercih etmesi ve diğer seslere odaklanmaması, onun kısmen bile sağır olduğu anlamına gelmez. Çünkü kişi odaklanmamayı tercih etse de kulak (ve hatta beden) topladığı titreşimleri beyne göndermeye devam eder. Yani duyma edimi kesintiye uğramaz ama dinleme modu değişir.
İkinci olarak; müziğin de dünyamızdan ayrı olmadığını, yaşantısını tam da bu dünyada ve bizim içimizde devam ettirdiğini düşünüyorum.
Eserlerini nasıl yaratıyorsun, yaratım sürecin nasıl gerçekleşiyor?
Genelde doğaçlamayla başlıyorum. Sonra ortaya çıkan malzemeyi şekillendirmeye geçiyorum. Önceliğim daha çok küçük yapılar ve fikirler oluyor, bunları geliştirerek parçanın genel yapısını oluşturup anlamaya çalışıyorum.
Aynı zamanda performans, sokak sanatları ve soyut fotoğraf alanlarında da çalışmalarına devam ediyorsun. Tüm bu disiplinler üretim sürecini nasıl etkiliyor?
Fotoğraf çekmek bana gözlerimi kullanmayı, gözlerimi fark etmeyi öğretiyor. Işığı, enstantaneyi, kompozisyonu bir arada düşünmeye çalışıyorum fotoğraf çekerken ve mütemadiyen hata yapıyorum. Bu yüzden bana doğaçlamayı hatırlattığı da oluyor.
2013'te Istanbul Sanat Fuarı'nda Bubblegun Daydreamer adlı fotoğraf projenle IPA'den Mansiyon Ödülü kazandın. Bunun gibi, müzik dışında farklı projelerinle karşılaşacak mıyız yakın gelecekte?
Aslında gerçekleştirmek istediğim bazı fikirler var fakat şu an için okula ve müziğe öncelik vermek zorundayım.
Yaptığın müziğin resmini çizseydin çerçevede neler olurdu?
Çerçeveyi ben yapıyor olabilirim ama içini dolduramam, onu sadece dinleyen yapabilir.
Ne kadar hislerimize yaşamaya çalışsak da vücudumuz öldüğü zaman, biz de yok sayılıyoruz. Varlık olarak et ve dokudan fazlası değiliz sanki. Form her şey gibi gözüküyor. Senin müziğini bir form nesnesinden çıkıp formsuzluğa ulaşan bir etki olarak hissediyoruz. Buradan hareketle soracak olursam müzik ve form ilişkisi hakkında neler düşünüyorsun?
Yaptığım işi “varlık, yokluk, ölüm” gibi hakikatine varmak için belki bir ömrün yetmeyeceği kavramlar üzerinden değerlendirmeye kalkışmamam daha doğru olur. O yüzden ben size sadece malzeme ve formla ilgili ne düşündüğümü aktarayım.
Formsuzluk duygusunun konsantrasyon ve alışkanlıkla ilgili olduğunu düşünüyorum. Klasik anlamda alışkın olmadığımız bir yapıyı duyduğumuzda veya dinlerken dikkatimiz dağıldığında “formsuzluk” hissine yönelebiliriz ama bu durum formun olmadığı veya devam etmediği anlamına gelmez. Ayrıca formu sürekli düşünsem bile, önceliği ona vermiyorum çünkü malzemeye istemediği herhangi bir formu dayatamam.
Hangi sanat eserinde kendini kaybedecek kadar etkilenmiştin?
Monet'nin nilüferlerini dev boyutta gördüğümde kendimi kaybetmedim ama oturup ağladım. Hâlâ bilmiyorum niye ağladığımı.
Dinlemeyi sevdiğin sesler neler?
Tabağa sürtülen çatal-bıçak ve kağıt peçete gıcırtısı hariç bütün sesleri seviyorum. Gerçi sesi duyduğum saate ya da güne de bağlı olabilir.
25 Mart Cumartesi günü SonarLab by Red Bull Music Academy sahnesinde müzikseverlerle buluşacaksın. Bu konuda söyleyeceğin bir şeyler var mı?
Biraz dinlenmek, belki birkaç saatliğine de olsa bazı konulardan uzaklaşabilmek adına güzel bir iki gün yaşamamızı diliyorum.
https://www.youtube.com/watch?v=Lv7FhDdwZbE