Dilşad Çelebi, hayatın ona sunduğu yollara boyun eğmeden ama karşı da gelip ket vurmadan kendi oyununu çiziyor, tıpkı bir seksek gibi. Kendisinin de söylediği gibi ara ara yaprakları, çalıları yarıp yeni bir yol çiziyor kendine, ara ara sık çiğnenmiş yollardan geçiyor. Denemekten korkmuyor, yenileceğini hissettiği anda bile savaşmaktan vazgeçmiyor.
Oyuncu ve yazar kimliğiyle tanıdığımız Dilşad Çelebi, pek çok farklı alanda üretim pratiğine sahip. Şu sıralar Çıplak Vatandaşlar isimli tiyatro oyunundaki performansıyla adından söz ettiriyor. Yazdığı çocuk kitaplarının ardından ilk kadın hükümdar Tomris’i kendi kurgusuyla anlattığı Tomris adlı kitabıyla yazarlık kariyerine kattığı farklı boyutu sergiliyor. Uyandığımda Sesim Yoktu adlı yeni tiyatro projesinin çalışmalarına devam ediyor, sırada yeni bir çocuk kitabı ve bir yeraltı edebiyatı çalışması bekliyor. Tüm bunları ve daha fazlasını öğrenmek için sizi röportajın devamını okumaya davet ediyoruz.
Çoğunluk Dilşad Çelebi’yi oyuncu kimliğiyle tanısa da senin aslında çok güçlü bir yazar yönün de var. Televizyon dizilerinin yanında tiyatro projelerin ve yazdığın kitapların bulunuyor. Geniş bir külliyat söz konusu, adım adım başlayalım istiyorum. Öncelikle lisans eğitimin Bilgisayar Bilimleri iken ve şu an İşletme Bölümü’nde doktora yaparken seni oyunculuk ile buluşturan nokta ne oldu merak ediyorum?
Çoğumuz gibi benim de henüz daha ergenken “Ben ne olacağım?” sorusu yerleşmişti içime. E malum bırakın hayatı, henüz daha günümüzü bile şekillendirmekten aciz olduğumuz bir yaştayken hayatımızı yönlendireceğimiz bir sınava girmemiz gerekiyor. “Kazandık o kadar gitmek gerek” diye fen lisesinde okuduğum için hele ben daha bile erken belli bir yola doğru itmiştim kendimi ya da itilmiştim. Seçimlerimizin ne kadarının bize ait olduğu hâlâ tam olarak kesinlik kazanmış bir konu değil benim için J Hâliyle üniversite sınavında puanımın düşmemesi için sayısal bir bölüm tercih etmem gerekiyordu. Şans eseri ikinci tercihime girdiğimde de bilgisayar bilimlerinin geleceğin mesleği olması dışında pek de fikir sahibi değildim açıkçası. Kazandığım için oraya devam ettim. “Kazandık madem, gidelim” diye diye şekillendi benim eğitim hayatım yani… Lisans eğitimim sırasında aramayı keşfetmenin heyecanı ve o yaşların enerjisiyle çizgi film yazarlığından kliplerde ve reklam filmlerinde oynamaya, film festivallerinde çalışmaktan reklam yazarlığına türlü türlü alakasız uğraş denedim. Bir cangılın içinde kendime patikalar oluşturmaya çalıştım yani, hâlâ da buna çalışıyorum. Mezun olduğumda da dizi teklifi gelince o kariyer patikalarından birine sapmış oldum. Ara ara yaprakları, çalıları yarıp yeni bir yol çizdim kendime, ara ara sık çiğnenmiş yollardan geçtim. Ama neticede oynamakla, okumakla ve yazmakla geçen yollar oldu hepsi. Dikenler bazen bacaklarımı çizse de çiçekleri çok güzel kokuyor.
Tüm bu çok sesliliğin ardında güçlü bir kadın profili var. Hangi işe başlarsa hakkından gelir imajı yaratıyorsun. Bu imajı bir kadın olarak görmek ayrıca mutlu edici ve umut verici. Disiplinler arası çalışmanın üretimine nasıl etkileri oluyor?
Öncelikle bu güzel yorumların için çok teşekkür ederim. Beni nasıl yetiştirdilerse ve nasıl bir mizacım varsa yenileceğimi bilsem bile savaşmaktan vazgeçmiyorum. Bazen de şansım yaver gidiyor, tam kaybedecekken son anda kıyısından köşesinden de olsa bir şeyler kazanıyorum. Lisans eğitimimin ilk yıllarında arayışta olduğum için epey zorlanmıştım mesela. Yine de vazgeçmedim ve sonunda ikincilikle bitirdim. Lakin üniversiteden mezun olduğum ilk yıllar okuduğum bölümle alakalı bir mesleğe yönelmediğim için büyük vicdan azabı duyuyordum çünkü burslu okuduğum için birilerinin hakkını yemiş gibi hissediyordum kendimi. Sanırım hâlâ akademik çevreden ayrılamayışımdaki bir etmen de bu vicdan azabı. Lakin bu farklı disiplinler bana çok farklı bakış açıları kattı. Öncelikle analitik düşünebilmeyi bu sayede öğrendim. Hem zaten eğitim, özellikle lisans ve üstü seviyesinde okuduğunuz bölümden ötedir, bir kültürdür de. Bilgi Üniversitesi’nin kendisine slogan olarak seçtiği “Non scholae sed vitae discimus” yani “Okul için değil, yaşam için öğrenmeliyiz” benim de eğitim anlayışım oldu. Ayrıca Chris Stephenson gibi çok idealist eğitimcilerin ekolünü tanıma fırsatı buldum. Hayat duruşumdaki etkilerini asla yadsıyamam.
Kadrosunda yer aldığın sonbahar döneminde izleyiciyle buluşan Çıplak Vatandaşlar tiyatro oyunundan bahsetmek istiyorum. Simon Beaufoy’un yazdığı Çıplak Vatandaşlar, aslında daha önce de Anadan Doğma ismiyle vizyona giren komedi filmi Full Monty’nin tiyatro uyarlaması. Cansel Elçin, Reha Özcan gibi oyuncuların kadrosunda yer aldığı yapımın yönetmen koltuğunda ise Laçin Ceylan yer alıyor. Projeye dahil olma ve hazırlık dönemin nasıl geçti, karakterini biraz anlatır mısın?
Oyunun aynı zamanda yapımcılığını da üstlenen Cansel çok eski arkadaşım. Bana bu projeyi geçen sene bu zamanlar çıtlatmıştı ilk olarak. Eski karısı Mandy’yi oynamamı istiyordu. Mandy sorumsuz davrandığı ve nafakasını ödemediği için eski kocasına kızgın olan bir kadın. “Senin içindeki dominant kadına birebir uyuyor bu karakter” demişti. Aslında bana sorarsanız ben kendimi pamuk gibi bir insan sanıyordum ama vardır bir bildiği dedim ve sevdiğim insanlarla çalışabilmenin ne kadar kıymetli olduğunu bildiğim için hiç düşünmeden kabul ettim. Laçin Ceylan’ı zaten çok eskiden beri tanır ve severdim. Bu proje sayesinde daha da saygı duydum ona. Öylesine güzel bir ekip kurmuşlar ki prova süreci güle oynaya geçti. Şimdi de sahnede gülüp oynuyoruz işte.
Oyun kadın ve erkeğin sosyokültürel kimliğine farklı bir yorum getiriyor. Senin bir kadın olarak bu konudaki yorumların neler?
Hepimizin bildiği gibi insan bedenindeki estetik anlayış genellikle kadın vücudu üzerinden tanımlanır. Bunun da en başlıca etmeni paranın ve gücün çoğunlukla erkeklerin kontrolünde olması. Bu oyunda çelik fabrikasının kapatılmasıyla erkek işçilerin para kazanamadıkları için kendilerini “iktidarsız” hissetmeleri ve toplumdaki rollerin değişmesini izliyoruz. Ama ne olursa olsun, kadın ya da erkek olması fark etmez; çaresiz kalan insanların çıkar yolu arayışlarının komik bir şekilde anlatılması bu.
Şu anda ise Instagram’ından yakaladığım ipuçlarından anladığım kadarıyla başka bir tiyatro projesi hazırlığındasın. Hatta sanırım bir müzikal, biraz bahsetmek ister misin?
Aslında müzikaller benim oyunculuğa giriş sebebimdi. Hatta ben oyuncu olmayı değil, hayatın müzikal olmasını istiyordum. İsterdim ki vapurdaki herkes bir anda ellerindeki gazeteleri (evet ben bu hayali kurduğumda insanların gazete okuduğu zamanlardı) bir kenara koysunlar hep birlikte senkron hareketlerle dans edelim, akabinde yine herkes dönsün işine gücüne. Lakin hayat müzikal olmadı. Ben bazen olduğunu hayal ettim ama bu da konumuzun dışında şimdi. Ben de oyuncu oldum. Uyandığımda Sesim Yoktu ise, yeni projenin adı bu, bir müzikalden ziyade disiplinler arası bir performans gibi. Hem fiziksel tiyatro unsurları taşıyor, yer yer a cappella barındırıyor, epik tiyatroya selam çakıyor. Annesinin cenazesinde anma konuşması yapmak durumunda olan yazar bir kadının sesinin kısılmasıyla başlıyor oyun. Annesinin hayatından yola çıkıp kadınların toplumdaki durumunu irdelediği bir metin… Bahsettiğimiz ses kısıklığı elbette hem fizyolojik hem mecazi.
Yazar tarafına geri dönmek istiyorum. İlk olarak çocuk kitaplarıyla başladı yazar kimliğin. Çocuk kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı, nasıl bir süreçti?
Yıldızsız Ülke için yola çıkarken büyüklere çocuk kitabı yazmayı istiyordum. Bir çırpıda okuyup bitirecekleri ama ara ara açıp kimi bölümlerini tekrar okumak isteyecekleri bir kitap… Hiç gece olmayan bir ülkeden yıldızları aramak üzere yola çıkan tavşanvari uzun kulaklara ve dişlere sahip Şatşat ve Kunikul’un hikâyesini yazdım. Aradığımız bir şeyi ancak bizim için pek de önemi kalmadığı zaman bulmamızdı anlatmak istediğim. Öğüt vermeden, yaptırımda bulunmadan, ahkâm kesmeden, sadece naif felsefi çıkarımlarımın olduğu; kendimce öz, arayış, hayal kurmak, sadakat, sorumluluk gibi kavramlara değindiğim bir kitap serisi olması için çalıştım… Çok şanslıyım ki çocuklar da çok sevdi kitabımı. Okullardaki imza günleri ve söyleşiler sayesinde bunu birebir görebildim.
Son çıkan kitabın Tomris’in ise bambaşka bir üslup ve konusu var. Heredot’un öyküsünden ilhamla ilk kadın hükümdar Tomris’i anlatıyorsun kitabında. Öncelikle bu enteresan konuya nasıl yöneldin ve özgün kurguyu nasıl oluşturdun bahsedebilir misin?
Başta sadece Tomris’in ilk kadın hükümdar olduğunu biliyordum. Milattan önce altıncı yüzyılda yaşadığı için Tomris’in hayatı hakkında çok da detaylı bilgiye ulaşma şansım yoktu. Bu sayede bana hayal edecek koca bir dünya kaldı. Bulabildiğim tarihi kaynaklara sadık kalarak yepyeni bir kurgu yarattım. Boşlukları doldurdum yani. Sadece biraz fazla boşluk vardı. J Ama zaten tarih yeniden ve yeniden kurgulanan geçmiş değil mi? Örneğin Herodot’un dışında bulduğum kaynaklar milli duygularla oldukça manipüle edilmişlerdi. Ben de “gerçekte” sadece ülkelerinin başındaki hükümdarlar olarak karşı karşıya gelen bu iki büyük karakteri, Tomris ve Kyros’u, çocukluklarından beri tanışıyor olsalar ve hatta aralarında bir aşk olsa nasıl olurdu diye düşünüp kurguladım. Bir Massaget’li olan Tomris’i ve ailesini Med topraklarındaki bir dağ köyüne azınlık olarak yerleştirdim. Orada hem kendi kültürlerini korumaya hem de değişen şartlara uyum sağlamaya çalıştılar. Hatta öylesine azınlıktılar ki, öylesine azaldılar ki sonunda bir kişi olarak kaldılar. Tüm bunları bir kız çocuğunun gözünden, büyüse bile içinde bir yerlerde o çocuğu hep saklamış olan Tomris’in gözünden anlattım. İktidarla hiçbir zaman derdi olmayan bir kız çocuğunun kendisinden başka kimseden umudu kalmadığı için kahraman oluşuydu anlatmak istediğim.
Milattan önce altıncı yüzyıldan duyulan bir kadın hükümdarın sesi yazım aşamasında ister istemez günümüzle bir kıyaslama yapmana neden oldu mu? Ataerkil bir düzende korkusuz bir kadın liderin yaşadıkları, günümüzde de kadınların pek çok farklı alanda sürdürmeye çalıştığı bağımsız yaşam mücadelesini bir kez daha akla getiriyor.
Durumu öyle güzel özetlemişsin ki bana söyleyecek şey kalmamış adeta. J Açıkçası bu benzerlikti beni Tomris’in hikâyesine iten de. Aradan yüzyıllar, hatta binyıllar geçmiş ama toplumda kadının konumu hemen hemen aynı, hatta daha bile kötü. Kadınların bilinçli olarak eve hapsedildiği yirmi birinci yüzyılda, geçmişte her şeyin çok daha farklı işlediğini hatırlamanın ufuk açıcı olduğunu düşündüm. Bırakın böylesine uçuk zaman aralıklarını ben kendi çocukluğumla bile kıyaslayınca kadının söz hakkının toplumumuzda günbegün azaldığını görebiliyorum. En basitinden sokaktaki taciz vakaları... Bizi sadece sokakta taciz etmekle kalmıyorlar; bu zihniyet kızları eve hapsediyor ve okumalarına, çalışmalarına, kendi ayakları üstünde durmalarına engel oluyor. Yılmadan yeniden ve yeniden tekrarlamak gerek: Sorun biz kadınların hangi saatte nerede olduğunda veya nasıl giyindiğinde değil, sorun ataerkil bakış açısında.
Kitapta bir çocukluk oyunu hükümdarlığa, arkadaşlık ise aşka dönüşüyor. Yeniden kurguladığın bu hikâyede senin ilgini en çok çeken neydi?
Güçlü olmanın bir seçimden ziyade bir zorunluluk olduğunu vurgulamak istedim. Bir insan ne zaman büyür, ne zaman iktidar sahibi olur? Mesela ben dönüp baktığımda görüyorum ki babam öldüğünde büyümüşüm. Belki de bu yüzden Tomris için de benzer bir kurgu kurdum. Hayat onu güçlü olmaya zorlasa da, hatta koskoca bir hükümdar yapıp bir ülkenin başına getirse dahi içinde uysalca bir kız çocuğu bekledi durdu. Çünkü bence ne kadar büyüsek de oynadıklarımızın hepsi çocuk oyunları, sadece büyüdükçe kaybeden daha ağır kaybediyor.
Tüm bunlar dışında çeşitli yayınlara yazılar yazıyorsun. Nelerden besleniyorsun, hangi konular üzerine araştırmayı ve yazmayı seviyorsun?
Yeni duyduğum bir cümle var: “İnsan anlamadığı şeyden sıkılır”. Yaptığım her şeyi bunun için yaptığımı anladım. Sıkılmamak için anlamaya çalışıyorum. Anlamayı beceremesem bile en azından bunun için çaba sarf ediyorum. 35 yaşımda istatistik öğrendim bu sayede. Üstelik yaşla gelen beynimdeki performans düşüklüğü sebebiyle pek de kısa sürmedi öğrenme süreci. Yine de kendimi zorlamaya devam ettim. Ne kadar uğraşsam da kuantum fiziğini anlayamadım; Kant’ı anlar gibi oldum. J Kendim gibi olmayanı anlamaya gayret ettim. Empatiden de öte bu bahsettiğim, gerçekten anlamak... Hâlâ da şaşarım buna: “Böylesine bana ait olan bir şeyin, ben’in, bir başkasının da ben’i olması”. Neyse konuyu dağıtmayayım, yani hayattan sıkılmamak için hayatı anlamaya gayret ettim, ediyorum. Bu sayede de birbirinden çok alakasız konulardan beslenmiş oluyorum. Bu yayılmışlığın ne yazık ki derinleşememe gibi bir dezavantajı var. Biliyorum ki hiçbir şeyin uzmanı olamayacağım. Beni ne kadar üzse de artık bunu kabullendim. Ama en azından bu sayede daha iyi bir tüketici oluyorum. İyi üretmeden önce mevzu biraz da iyi tüketebilmekle başlıyor sanırım. Güncel sergileri ve oyunları takip etmeye gayret ediyorum. Artful Living bu konuda çok yardımcı oluyor. Bunun dışında da evde ütü filan yaparken veya yoldayken radyo ve podcast dinliyorum genellikle. Açık Radyo ve Açık Bilim’in podcast sayfalarını çok ufuk açıcı oluyor. Açık Bilinç, Nöroblog, Botanitopya, Metropolitika, Yarından Hikayeler ve Açık Gazete en sevdiğim programlardan.
Yakında gerçekleşecek, bizimle paylaşmak istediğin projelerin var mı? Ufukta yeni kitaplar ya da oyunculuk projeleri görünüyor mu?
Uyandığımda Sesim Yoktu, 6 Şubat’ta Koma Sahne’de prömiyer yapacağı için bu ara yoğunluklu olarak onun provalarına devam ediyoruz. Burcu Görek’le oynadığımız iki kişilik bir oyun... Yönetmenimiz Tamer Levent. Yeni bir çocuk kitabı projem var, unutulan kelimelerin hiç kalkmamacasına göğe yükselmesi üzerine. Araya doktora yeterlik sınavları ve provalar girdiği için yarım bırakmam gerekti. Onu tamamlayacağım. Yine tamamlanmış bir dosyam var, yeraltı edebiyatı. Onun da önümüzdeki sene basılmasını bekliyorum. İşte gördüğünüz gibi akıp gidiyor ömrüm, Şatşat yakasında değişen bir şey yok. J