Kleber Mendonça Filho’nun yönettiği ve Sonia Braga’nın başrolde yer aldığı Aquarius, 1940’larda inşa edilen ve artık anılara değer verilmeyen günümüzde, yıkılmak istenen bir binanın ve bir direnişin hikayesi... Ve direnen bir kadının...
16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğimiz ve geçtiğimiz Cuma günü vizyona giren Aquarius, izleyiciyi aslında bu topraklara pek de uzak olmayan bir hikâyeye götürüyor. Brezilya’nın bir sahil kenti olan Recife’de, pek çok zorlukla tek başına mücadele eden Clara, kişisel olduğu kadar toplumsal olan direnişinde ilham kaynağı olacak bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.
Clara kendini çok seviyor, en az doğayı ve müziği sevdiği kadar. Emekli olmuş bir müzik eleştirmeni ve yazar olan Clara’nın gençliğinden karelerle başlayan film, kanseri yenmesi ve eşini kaybetmesi üzerinden 65 yaşındaki Clara’ya uzanıyor. Yüzündeki çizgiler yaşadığı ağır duyguları yansıtsa da, ana karakterimiz yaşlandıkça güzelleşen bir kadın. Çünkü kızının da dediği gibi, o “hem yaşlı bir kadın, hem de küçücük bir çocuk”. Burada Sonia Braga’nın film boyunca karaktere yön veren o inatçı ve kararlı tavrını büyük bir ustalıkla aktardığı mimiklerinden bahsetmemek olmaz.
Birgün çok sevdiği evinin kapısına dayanan inşaat firması çalışanlarıyla yüz yüze geliyor ve hayatında yeni bir mücadelenin kapıları açılıyor. Burada hikâye çok tanıdık: İnşaat firması, kentsel dönüşüm adı altında, Clara’nın yaşadığı evin yerine büyük bir rezidans yapmak istiyor. Yaşamı boyunca atlattığı tüm zorluklardan sonra, Clara tabii ki bu defa da vazgeçmiyor.
Kişisel bir öykü olduğu kadar Brezilya’nın sosyal sınıf ayrımına, kentsel dönüşüm ve rant üzerine de söyleyecek pek çok sözü olan Aquarius, direnişin öznesi olarak kadını merkeze almasıyla dikkat çekiyor. Kadının mücadele gücünü yücelten film, aslında Clara’nın ne kadar da “insan” olduğunu vurguluyor. Aşık olmuş, kaybetmiş ve ölümü alt etmiş bir kadın olarak Clara, bir yandan pek çok çelişkiyi de içinde barındırıyor. Yönetmen Kleber Mendonça Filho, Clara’nın bu çelişkili halini, arzularını ve kararsızlıklarını, onun karakterini tanımlayan özellikler olarak izleyiciye sunuyor ve aslında Clara’yı tüm zayıf ve güçlü taraflarıyla onurlandırıyor.
Kentsel dönüşüme direnişiyle beraber aslında kişisel bir iç yolculuğa da çıkan Clara, özellikle mekân ve kimlik kavramları arasında kurduğu bağlantıyla izleyiciyi düşünmeye itiyor. Yaşadığımız alan hayatımız için ne kadar önemli? Peki ya anılarımız için... Clara, evinin yıkılmasına karşı koyarken, aslında orada yaşanan tüm anıları; sevdiği adamı, çocuklarını, bahçede oradan oraya uçan kuşları koruma mücadelesi veriyor. Bir yandan da zamana karşı koyuyor. Yeniden sevmeyi, bedenini keşfetmeyi denemesi de bu mücadelesinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
Eşyaların ve mekânların insana verdiği o tuhaf, tanımlanamaz aitlik hissini ekrandan izleyiciye eşsiz bir biçimde aktaran Aquarius, Portekizce’nin kıvrak akışkanlığıyla umut dolu bir iki buçuk saat vadediyor.