Geçtiğimiz sezonun son haftalarında sahneyle buluşan ve bu yılın en beğenilen yapımlarından biri olarak görülen He-Go, insanın iç çatışmalarından toplumdaki sınıf çatışmasına gerçekçi bir gözle yaklaşırken, sosyal medyanın çepeçevre sardığı gerçeklik algımızı da bir nebze olsun uyandırıyor.
Altıdan Sonra Tiyatro’nun geçtiğimiz yıl izleyiciyle buluşturduğu He-Go, insanın kendi olma konusundaki beceriksizliğine, toplum içindeki iletişimsizliğe, sosyal medyanın aldatıcı büyüsüne değinen samimi, güçlü ve iyi çalışılmış bir metin. Oyunun elbette iyi olan tek şeyi metni değil. Oyunun kadrosuna baktığımızda günümüz tiyatrosunun elini neye değdirse kıymetli kılan isimlerini görüyoruz. He-Go’nun yaratıcısı hem de oyunda canlandırdığı Ersin karakteriyle kendine hayran bırakan Halil Babür, Çetin yani He-Go’yu canlandıran Alican Yücesoy ve tablonun canlı yüzü pek tatlı Saffet’i canlandıran Ayşegül Uraz. Oyunun yönetmeni ise Yiğit Sertdemir ve yardımcı yönetmen Gülhan Kadim. Ebru Özdemir’in dekor ve kostüm tasarımı ise bizi hikâyenin samimiyetine ikna ediyor.
Çetin, yıllar önce canlandırdığı He-Go adlı süper kahraman rolünden toplum nezdinde kurtulamamış bir oyuncu. Kendini bireysel olarak geliştirmiş; oyunculuk, resim ve müzik yapan (oyun başlamadan yerlerimize otururken bizi Gördüm Anıtlarını video klibiyle karşılıyor), görgülü, ağır başlı, kendini toplumdan soyutlamış ama onların bir like’ına muhtaç(!) olan ayrıca obsesif bir karakter. Oyunun başında Çetin’i, gelen bir teklifle İsa peygamberin çilesini oynayacağı bir proje için prova yaparken görüyoruz. Çetin, bu provada bir türlü bir peygamberin nasıl konuştuğunu, yürüdüğünü, acı çektiğini hissedemediği için halkına yani sosyal medya takipçilerine dokunmak istiyor. Bu arada kendini her ne kadar dış dünyadan soyutlamış olsa da zaman akışında gelen like’lar ve artan takipçi sayısı oldukça önemli bir şey onun için. Baktığımızda bir dönem canlandırdığı karakter milyonlara ulaşmış, bunun şöhreti boydan boya sarmış bir oyuncu için bu güdü belki de bir ihtiyaç. Çetin, tıpkı bir peygamber gibi davranarak, hiç tanımadığı takipçilerinden birini evine davet ediyor. Bu kişi de 500 bininci takipçisi Ersin oluyor. Ersin, sosyal medyada tek basamaklı sayıda takipçiye sahip, üç basamaklı sayıda takip ettiği kişi olan ve sayısız lüzumsuz gönderi paylaşan tabir-i caizse sosyal medya mecralarının “yumurta” karakteri. Aslında Ersin’in sahneye daha girişinde onu yakinen tanıdığımızı hissediyoruz. Ersin jest ve mimikleriyle o kadar iyi tahlil edilmiş bir “semt çocuğu” ki adım attığı anda “yakışıklı, yetenekli, arzulanan” Çetin’i solda bırakıyor. Ersin, kenar mahalle delikanlısı, alt kültüre mensup, normalde Çetin’in de yolda görse selam vermeyeceği biri. Ve bize arada bir görünen, Çetin ve Ersin yalnızken tablodan çıkan Çetin’in eski karısı Saffet ya da Ersin’e göre elinden kaçırdığı Seda ihtiyaç olunan iç ses, itiraf, vicdan, yalnızlığın imgesi.
İlk olarak Çetin’in oyuncu olarak, peygamberle benliği arasında kurduğu ilişkiyi besleyen çokça öge var. Kendini dokunulmaz kılmak, yaptıklarının binlerce belki milyonlarca beğeni almasını arzulamak ve bir lütuf gibi hayranlarından birini korunaklı yuvaya davet etmek… Çetin, burada Saffet’in tüm karşı çıkışlarına rağmen kendince yapabileceği en yüce hareketi yapıyor -peygamber gibi yüce olma derdinde- ama bunu yaparken gelen kişiden beklentileri var, burada da uzun zamandır kaçtığı gerçeklerle çarpışıyor. Asla karşısında Ersin gibi bir karakter beklemiyor, ona sınırlar koyuyor. Aslında Ersin de Çetin’i tanımıyor, sadece bu daveti şansa elde etmiş bir sosyal medya kullanıcısı o. Onun gerçeği Çetin’in beklentilerinden çok başka. Bana kalırsa oyunun yıldızı da Ersin. Çerez yeme hareketlerinden gülümsemesindeki mahcubiyete, doğal küstahlığından vücut dilinin ait olduğu sınıfı temsiline kadar harika bir gözlem ve uygulama.
Oyunda iki karakter bir araya geldiklerinde aralarında dev bir uçurum olduğu açıkça görülüyor ama Çetin bize de Ersin’e de sürekli şu mesajı veriyor: Seninle bir farkımız yok ki! Aslında bunu kendini kötü hissetmemek için söylüyor olsa da diğer yandan da yerini belirtme uyarısı niteliğinde. Aslında oyun boyunca bu yer meselesi sorgulanıyor ve hatta birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak eşitleniyorlar diyebiliriz. Aynı toplumda farklı sosyokültürel ve sosyoekonomik şartlarda büyüsek de bu toplumun kodları bir şekilde hepimizde mevcut. Bazılarımızın yok sayıp tü kaka yaptıkları, bazılarımızın gerçeği olabiliyor. Bu farklılığın belki en belirleyicilerinden biri müzik. Çetin ve Ersin’in müziği klasik ve arabesk müzik bağlamında tartışmaları ve ikisinin buluştuğu o anlar, oyunu oldukça güldüren bir noktaya taşıyor.
Metnin zenginleştirilmesinde kullanılan ayrıntılar üzerine düşündürtüyor. Örneğin, ünlü bir karakterin onu ünlü yapan şeyden nefret etmesi konusu. Çünkü oyuncu artık sadece “o” olarak tanınıyor ve sınırlanıyor. Sevilen bir karakteri canlandıran oyuncuyu o isimle çağırma refleksi genelde mevcut. Halil Babür, Çetin’i daha da sinirlendirmek için He-Go karakterinin sloganı olan “Yüreğini sökeceğim” diyen bez bir oyuncak ve üzerinde He-Go baskısı olan bir t-shirt bile üretmiş. Burada evet He-Go yalnız (hi-go olarak okunuyor) Çetin’i ünlendiren bir projeyken Çetin bundan bıkmış olamaz mı? Ee ama He-Go olmasaydı da Çetin’i biz tanımayacaktık. Ama aslında topluma mâl olmak böyle bir şey de değil. Toplumun ünlüden ne anladığını anlatıyor bize bu diyaloglar. Bu arada evet Çetin’in ünlülükle ilgili de bir takıntısı var. Kalabalıklar sadece onun için gelir sanıyor ama hayır alt kattaki diğer oyuncuya da gelebilir o kalabalıklar. Karakterlerin kendi iç çatışmaları da oyunu zenginleştiriyor. İki erkek karakterin kafasındaki sese Saffet can veriyor. Ortamdaki çatışmayı seri konuşma tarzı ve çıkışlarıyla yükselten bir karakter Saffet. Öznel yorumum; Saffet’i biraz daha fazla görebilmeyi isterdim. Zaman zaman kafamda bu karakteri tam oturtamadığımı düşünüyorum.
Oyun bu türden bir hikâye için fazlaca uzun bir süreye sahip diye düşünmüştüm doğrusu ancak aksiyonu ve kahkahası asla eksik olmayan bir 90 dakika geçirdik. Oyunun dikkati diri tutmadaki beceresi takdire şayan. Sakince ilerleyen ritim, bitti herhalde dedirten anlarda ritmin yükselmesi takibi asla bıraktırmıyor. Üzerimize giydiğimiz karakterler, içinde bulunduğumuz kötü şartları kaderle niteleyip ondan kurtulmama “lüks”ü, ait olduklarımız ve sahip olduklarımız arasındaki çatışma ve aynı evreni paylaştığımız diğerleriyle kurduğumuz ilişkiler üzerine kurulu yoğun bir oyun. Sezonu kapatırken son oyunlardan birinde yerinizi alın.
https://www.youtube.com/watch?v=RMgehHHTj2E